Albert Einstein

(14 Mart 1879- 18 Nisan 1955)

DÜNYAYI GÖRÜŞÜM*

Yaşamımızın anlamı nedir? Nedir ki bütün canlıların yaşamının anlamı? Bu sorunun bir cevabı ‘inançlı olmak’ biçiminde veriliyor. Sen soruyorsun: Bu soruyu yöneltmenin ne anlamı olabilir ki?”. Ben cevaplandırıyorum: Kim kendi ve etrafındaki insanların hayatını anlamsızlık olarak değerlendiriyorsa; o sadece mutsuz değil, aynı zamanda yaşama beceriksizliği içerisindedir.

Ne tuhaf biz insanoğlunun durumu. Kısa bir ziyaret için herkes burada. Ne için olduğunu bilmeden, ama bazen bunun farkedilirliğine inanarak. Ancak insan, günlük yaşama böyle derin bir yankılanış olmadan baktığında şunu bilir: İnsan başkaları için, her şeyden evvel gülümseyişlerine ve sağlıklarına tamamen bağımlı olduğu insanlar için buradadır. Ancak çağının çarkı içerisinde talihi, zincirin aynı halkalarına bağlı olduğu tanımadıkları için de buradadır. Her gün sayısız kez, benim iç ve dış dünyamın işleyişinin, şimdiki ve öncesinde ölen insanlardan ötürü olduğunu düşünürüm. Teslim aldıklarımı ve hâlâ da teslim almakta olduklarımı, aynı ölçüde bir çaba göstererek vermeye çalışmam gerektiğini düşünürüm. Mütevaziliğe ve sürekli iten bilince, çağdaşlarımın talep ettiği zaruri işlerden çok daha fazla ihtiyacım var. Sınıflar arasındaki sosyal farkları hak olarak görmüyorum, nihayetinde bu bir iktidar sürdürüş. İnanıyorum ki, sade ve gösterişsiz bir dış yaşam herkes için, beden ve maneviyat için iyi olandır.

Filozofik anlamda insan özgürlüğüne kesinlikle inanmıyorum. Herkes sadece dış baskıların etkisiyle değil, yanısıra da iç mecburiyetlerin itimiyle davranır. Schopenhauer’ın deyişiyle: Bir insan dilediğini yapabilir, ancak onun dilediği arzu edilen değildir. Bu deyiş bende gençliğimden itibaren canlı bir biçimde hayat buldu; yaşamın zorluklarını görürken, bunlara katlanırken beni teskin etti ve hoşgörü denen şeyin bitmez tükenmez bir kaynağı oldu. Bu bilinçtir ki; ağır ağır kötürüme uğratılarak yoğrulan sorumluluk duygusunu ferahlatıcı bir şekilde hafifletir ve hem kendimizi hem de başkalarını fazla ciddiye almaktan çıkarır; yetkisini mizaha bırakan bir hayat telâkkisine ulaştırır.

Şahsi varlığımızın hikmeti mevcudiyetini, yani yaratılanın varlığı gibi sorgulamak, nesnel bakımdan bana her zaman anlamsız gelir. Başka bir açıdansa, tabi ki her insanın çabalaması ve muhakemede bulunması için kendisine yön veren belli idealleri vardır. Bu bakımdan bana huzur ve mutluluk hiçbir zaman ana gaye olarak görünmemiştir (bu etik zemini domuz sürülerinin ideali olarak da adlandırıyorum). Beni aydınlatmış ve mutlu bir yaşam cesaretini sağlamış olan ideallerim; insaniyet, güzellik ve hakikat-realite olmuştur. Kafa dengi olanların görüş birliğinin sağlanamadığı, sanat alanındaki sonsuz ulaşılmazlıklar ve bilimsel deneyler vasıtasıyla nesnelerle uğraşılmadığı bir yaşam bana bomboş gelecekti. Hırs-variyet, dışa karşı göstermelik başarılar, saltanat sürme isteği gibi insansal bayağı hedefler, bana genç yaşlarımdan beri kepazelik gibi gelmiştir.

Sosyal adalet ve mükellefiyet için duyduğum hararetli kaygı, sürekli ifade edilen insanla dolaysız ihtiyaç bağlantısının ve insansal birlikteliğin yetersizliği; her zaman tersi bir özgünlük içerisindedir. Gerçek bir ‘tek tüfek’, ben! O tek tüfek ki; devlete, vatana, arkadaş çevresine, yani kendi küçük aile çekirdeğine bile hiç bir zaman bütün kalbiyle bağlı olmayan. Aksine, bütün bu ilişkiler karşısında bu çağımda bağlılık hislerimin artması gerekirken; hiçbir zaman yalnızlığa ihtiyaç ve insanlara bir yabancılık hissi duymadım.

Sadece derin bir biçimde duyumsanan; başka insanlarla uyuşma-anlaşma ve ses uygunluğunun merhametli sınırının olmayışı. Böyle insanlar zararsızlığın ve kalenderliğin bir parçasını kaybediyorlar. Bu yüzdendir ki onlar, etraflarındaki insanların alışkanlıkları ve hükümlerinden geniş ölçüde bağımsız, kendi dengelerini ise böyle sallantılı bir zeminde inşa etme girişiminde dahi bulunmamaktan yanalar.

Benim politik idealim demokratik olandır. Her kişi, kişi olarak diğerine saygı duymalı ve hiçkimse göklere çıkarılmamalı. Kaderin cilvesi ki, başka insanlar bana, bu benim hatam ve çıkarım olmaksızın çok fazla hayranlık ve hürmet besliyorlar. Herhalde bu gerçekleştirilemeyen isteklerden, birtakım düşünceleri anlamayı, yetersiz gücümle aralıksızca bir halka içerisinde dönmeyi keşfetmemden ileri geliyor. Tabi ki plânlanmış olan her hedefe ulaşılabilmesi için, birisinin düşünüp sevketmesi ve büyük bir sorumluluk alması gerekir. Ancak sevkedilenler zorlanmış olmamalıdır, aksine sevkedeni kendileri seçebilmelidir. Zorun otokratik sistemi benim kanaatimi kısa bir süre içerisinde soysuzlaştırıyor. Çünkü şiddet her zaman moral olarak aşağılanmaya itiyor ve bu, her zaman halef yerine geçen, benim kanaatimce dahiyane zalim hergelelerin yasalarıdır. Bu sebeple, her zaman böyle sistemlerin ateşli bir karşıtı oldum; tıpkı bugün İtalya’da Rusya’da deneyim edindiklerimiz gibi. Bugün Avrupa’da egemen olan demokrasi biçmini itibardan düşüren nedir? Burada demokrasinin ana fikrini itham etmeye gerek yok, aksine hükümetteki yönetenlerin istikrar yoksunlukları ve seçim tarzının gayri şahsi karakteridir. İnanıyorum ki, Kuzey Amerika Birleşik Devletleri bu ilişkide doğru bir noktaya parmak bastı. Onların, gerçekten sorumluluklarını taşımak için gereken iktidar gücüne sahip olan başkanı seçmeye yetecek kadar uzun zamanları var. Buna karşı bizim İşletmeler Bakanlığımızı hastalık ve felâket hallerinde hizmet için genişleyen bir kurum olarak değerlendiriyorum. Bu değerli faaliyette devleti değil, aksine yaratıcı, hisseden şahıs kişiliği değerlendiriyorum: Sürü [geniş kitleler-ÇN-] böylesi düşünce ve hisler içerisinde körleştirilirken, soyluluğu ve yüceliği yalnız başına başaran ise sadece o!

Bu konuda yaratık türlerinin en kötü kuruntusuna getireceğim sözü: Hiç sevmediğim orduya! Eğlenceyle bir müzik eşliğinde saf tutarak yürüyebildiğimde, hemen orduyu hiçe sayıveriyorum; o beynini sadece yanılgılarla varetmiş olduğundan, orada omurilik onun için baştan aşağıya yeterli. Uygarlığın bu namus lekesinin izini ne kadar hızlı olabilirse o kadar hızlıca kaybettirmek gerekiyor. Komandolu kahramanlık, anlamsız zorbalık ve nahoş anavatancılık; hararetli ateş gibi nefret ediyorum bunlardan. Bana nasıl da bayağı ve kepaze görünüyor savaş; bu sefalet işlere eşlik etmektense, kendimi seve seve parçalara ayırmak istiyorum. İnsanlık hakkında sürekli böyle iyi şeyler düşünüyorum ve inanıyorum ki; halkın sağlıklı aklı okul ve basın aracılığıyla, ticari ve politik ilgililer tarafından ahlâk bozumuna uğratılmasaydı, bu hortlaklar çoktan kaybolmuş olacaklardı.

En güzeli de, yaşayacaklarımızın esrarengizliğidir. Bu, gerçek sanat ve bilimin beşiğindeki temel histir. Bunu tanımayan, artık garipsemeyen, hayrete düşmeyen, şaşırmayan; tabiri caizse ölüdür ve gözünün feri sönmüştür. Esrarengiz olanın yaşanması –eğer korkuyla karışık ise de- inancı da gösterir. Bizim için gayri kabili nüfuzumuzun varolmasını bilmek, derin aklın tecellisi ve pırıl pırıl güzelliğidir ki, bunlar aklımızın sadece kendi sapsade şekli içerisinde ulaşılabilenlerdir, böyle bilmek ve hissetmek gerçek dindarlığı gösterir; bu açıdan ve sadece bu açıdan ben de en derin inançlı insanlardan birisiyim. Yarattığı nesneleri cezalandıran ve ödüllendiren, kendimizde yaşayıp-gördüğümüz bir irade biçiminde kurduğumuz Allah’ın hayalini dahi kuramam. Kendi vücudumdan daha uzun ömürlü olan bir şahsı da düşünemem; korkudan ya da gülünç egolarından dolayı zayıf ruhlu olanlar bu tür düşüncelere severek yakınlaşabilirler. Yaşamın sonsuzluğunun gizemini, bilinci ve varolmanın muhteşem inşasını; doğanın küçücük bir parçasını[insan ve onun keşfedebildikleri kadarını-ÇN-] beyan ederek bunu kavramak için hararetle istek duyan akıl. Artık yeter!

*Kaynak: Der Sinn des Lebens, Deutscher Taschenbuch Verlag, Sf.358, 2000.

Einstein’nın 1930 yılında yayınlanan makalesinden.

Çeviren: Ganime Gülmez