5 Mart 1871, Rosa Luxemburg’un Doğumgünü Vesilesiyle: İyi ki Varoldun Rosa!
“Eğer işçi sınıfı savaşlara izin vermeme kavrayışına ve kararlılığına ulaşırsa, işte o zaman savaşlar imkânsız hale gelir.” –Rosa Luxemburg-
***
Rosa Luxemburg’un Frankfurt Ceza Mahkemesi’ndeki Savunma Konuşması*
-20 Şubat 1914-
Avukatlarım, olayın niteliğine ilişkin boş iddiaları hukuki açıdan yeterince aydınlattılar. Buna rağmen iddiaları başka bir açıdan aydınlatmak istiyorum. Yaptığım konuşmalara istinaden, Sayın Savcı’nın tıpkı yazılı iddianamede olduğu gibi, bugün sözlü olarak ifade ettikleri de, ifade edilenleri kapsayan bu davanın eğilimi ve düşülen şerhten çok daha büyük bir role sahip değildir. Sayın Savcı, her toplantı esnasında ‘bilerek ve isteyerek’ ifade ettiklerimin altını kendi kanaatine göre büyük bir ısrarla ve tekrar tekrar çizdi. Şimdi, konuşmalarımın yapıldığı hissi an ve bilincim hakkında, ayrıntılı ve kapsamlı bir izahatta bulunmak benden başka hiç ama hiçkimsenin üzerine vazife olamaz.
Ve hemen öncesinden belirtmek isterim ki; Sayın Savcı’ya, sizlere ve saygıdeğer avukatlarıma seve seve izahatta bulunmaya hazırım. Asıl meseleyi öne almak üzere şunu açıklamak isterim; benim fikir silsilem, görüşlerim ve hislerim, tıpkı sosyaldemokratların umumiyetle yaptıkları propagandalarda olduğu gibi benim konuşmamda da Sayın Savcı’nın baş şahidin ifadelerine dayanarak tasvir ettiği, basmakalıp, ruhsuz bir karikatürden ibaret değildir. Savcının bu ifadelerine kulak kabarttığım anda, içten içe gülüp düşünmek zorunda kaldım: Yine, sosyaldemokrat fikir silsilesini, onun düşünce dünyasının kapsamlı içeriğini, bilimsel inceliğini ve tarihsel derinliğini anlamaya muktedir olmayan, sosyal sınıf aidiyetinin bunu anlamaya engel teşkil ettiği bir şekillenmeye ait klasik bir örnekle karşıkarşıyayız. Sevgili Hakimler, ola ki benim toplantılarımda bulunan, basit, eğitimsiz binlerce işçiden bazılarına sorsaydınız, onların size konuşmalarım hakkında aktaracakları bambaşka bir tablo olurdu. Evet, emekçi halkın kötü erkekleri ve kadınları, bir Prusyalı savcının beynindeki yassı bir aynadan, adeta bir karikatür olarak yansıtılan düşünce dünyamızı sahiplenmeye hazırlar. Şimdi bunu birkaç noktada belirginleştirmek istiyorum.
Sayın Savcı defalarca, konuşmalarımın zirvesini oluşturduğundan bahsederek suçlamalar yönelttiği sözlerimin, dinleyicilerimden binlercesini “dizginsizce galeyana getirdiğini”, kışkırttığını tekrarladı. Buna ilişkin açıklamam: Sayın Savcı, biz sosyaldemokratlar asla kışkırtmayız! “Kışkırtma” nedir? Toplanan insanları bilemek üzere şöylesi bir teşebbüsüm mü oldu: Eğer düşman bir ülkede, örneğin Çin’de Almanlar savaştıysa, yüz yıl geçtikten sonra oraya gittiğinizde hiçbir Çinli bir Alman’a yan gözle bakmaya dahi tenezzül etmezse, onlara elinizi kaldırın. Böyle konuşmuş olsaydım, tabi ki bu bir kışkırtma olurdu. Ya da belkide toplanan kitleyi ulusal kibir, şovenizm, başka ulusları ve halkları hor görme, onlara karşı kin gütme gibi konularla kışkırtmayı mı denedim? Bunu yapmış olsaydım, tabi ki bir kışkırtma olurdu.
Ancak ben böyle konuşmadım ve hiçbir sosyaldemokrat omuzdaş böyle konuşmaz. Frankfurt’taki bu toplantılarda yaptığım neydi ve biz, sosyaldemokratların sürekli sözlü ve yazılı olarak yaptığı nedir: Emekçi kitlelerin sınıf menfaatlerini ve tarihsel görevlerini bilince çıkarmak, bugünkü toplumun bağrında teşekkül eden tarihsel gelişimin büyük dönemecinde, ekonomik, politik ve sosyal bir yerlebir oluş davasının sosyalist toplumsal düzene dönüştürülmek zorunda oluşunun acil görevlerini yerine getirme çağrısını yaymaktır. Biz böyle propaganda yaparız, bulunduğumuz zeminde ve kitlelerin ahlâki yaşamında, bu tarihsel perspektifin asaletiyle böyle ayağa kalkarız. Böylesi yüce gerekçelerin yoludur ki biz sosyaldemokratlara, dünya görüşümüzün uyumlu, birlikte, bilimsel temelini atmayı, savaşa ve militarizme karşı propaganda yapmayı emretmektedir. Ve eğer Sayın Savcı, sefil baş şahidiyle birlikte herşeyi bayağı bir kışkırtma çalışması olarak kavrıyorsa, bu kaba ve bayağı kavrayışsızlık, sadece onun sosyaldemokratların açtığı yolu idrak etme basiretsizliğinden ileri gelmektedir.
Ayrıca Sayın Savcı, sözümona benim “cinayet şefliğime” ilişkin delilleri defalarca alıntılayıp durdu. Tabi bu kapalı kutudur ki, herkes tarafından subay cinayetlerine delil olarak anlaşılabilir, özellikle de benim kötü ruhumun ve olağanüstü tehlikeli düşüncelerimin üzerindeki gizi açığa çıkarır. Şimdi sizden ricam, bir anlığına da olsa gerçekten ağzımdan çıkanların ne olduğuna dikkat etmenizdir. Böylelikle daha yakından bakarak, beni karalamak üzere takdire şayan bir çaba içerisinde olan Sayın Savcı’nın tepetaklak yuvarlandığını açıkça söylemelisiniz. Bir “şef” olarak, nerede ve ne zaman kime karşı bir cinayete davetiye çıkardım? Bu iddianın kendisi, Almanya’da bir milis sistemini desteklediğimi, bu sistem içerisinde kitleleri ellerinde silahla eve göndermeyi –tıpkı İsviçre’de olduğu gibi- gerçek bir vazife olarak gördüğümü içermektedir. Bu iddiayla ilişkilendirmemin gerekliliğiyle, silahların da egemenlerin sevdiği yönden başka bir yöne dönebilmesi gerektiğinin altını özellikle çiziyorum. Açık olan şudur ki: Sayın Savcı beni, bugünkü Alman egemen sistemine değil, geleceğin Alman milis güçlerine karşı bir cinayetin kışkırtıcı şefliğiyle suçlamakta. Milis sistemi propagandamız keskin bir mücadele üzerindedir ve bu şu anda bana, iddialar içerisindeki bir cürüm hesabı olarak çıkarılmaktadır. Ve aynı zamanda Sayın Savcı, benim vasıtamla subay hayatlarını tehdit eden milis sisteminin, kötü addedilmesini teşvik eden bir durumdadır. Bir adım daha ilerlersek; Sayın Savcı bana, Almanya’nın gelecekteki Cumhurbaşkanı’na yönelik bir suikast kışkırtıcılığını yaptığıma ilişkin bir suçlama getirmenin muazzam heyecanı içerisindedir!
Peki bahsi geçen cinayet şefi olarak gerçekte yaptığım neydi? Bambaşka birşeydi! Konuşmamda, bugünkü militarizmin kendi resmi militanları aracılığıyla, tumturaklı sözlerle acil Anavatan savunmasını temellendirmeye çalıştığını izah ettim. Bu Anavatan savunmasından kastedilende gerçekten dürüst ve samimi olunsaydı, -kastettiğim buydu-, egemen sınıflar sosyaldemokrasinin bir eski program talebi olanı gerçekleştirmekten başka hiçbir şey yapmaya gereksinim duymazdı. Çünkü sadece bu silah, Anavatan savunmasının güvenilir yegâne silahıdır; Anavatan’ın özgürlüğü ve bağımsızlığının yeterli ve güvenilir tek dayanağı, sadece kendi kararıyla düşmana karşı sefere çıkan özgür bir halktır. Sadece bundan sonradır ki şu söylenebilir: Canım Anavatan, huzur içinde ol! Yani bu yüzden şunu sormuştum; resmi Anavatan savunucuları, savunmanın biricik etkili aracına ilişkin hiç mi birşey duymak istemiyorlar? Sadece bu yüzden, çünkü burada askeri milisler Anavatan’ın savunmasının öncelliğiyle değil ve ikincilliğiyle de değil, aksine emperyalist işgal savaşlarında konumlandırılarak boşa çıkarılmaktadırlar. Ve yanısıra, işte bu yüzdendir ki egemen sınıflar, emekçi halkın eline silah sıkıştırmaktan çekinmektedir. Çünkü sömürücülerin kötü toplum vicdanları, bu silahların bir gün kendi istemedikleri bir istikamete yöneleceğinden korkmaktadır.
Yani bu, egemen sınıfların korkuları olarak formüle ettiğim şey; şimdi bana, Savcı tarafından aciz baş şahidinin ifadeleri üzerine yerleştirilerek, benim kendi düşüncelerimmiş gibi yansıtılmaktadır! Burada yeniden, sosyaldemokrasinin yolunu, kafanızın içindeki kesin bir kabiliyetsizliğin karmaşasıyla izlemeye çalıştığınızı ispatlamaktasınız.
Keza iddianemedeki suçlamalarda temel hata, koloni askeri birliklerinin içerisinde, askerlerin kendilerine el kaldıranları kırıp geçmekte serbest bırakıldığı Hollanda örneğini önerdiğimdir. O zamanki konuşmamda gerçekte ifade ettiğim; militarizmle bağlantılı olarak ve askerlerin kötü davranışlarına ilişkin, unutulmaz önderimiz Bebel’in [August Bebel; 1869’da kurulan Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin kurucu önderi -ÇN-] hayatının önemli eserlerinden biri olan ‘Meclis Binasında Asker Kıyımlarına Karşı Savaş’ kitabından, steno yazılarından resimleyerek hazırladığım Meclis Mahkemesi -ki bunun yasal olduğunu çok iyi biliyorum- bilgilendirmesiyle birlikte, Bebel’den alıntılar yaparak, 1893 yılındaki Hollandalı koloni askerlerine ilişkin bilgilendirmemdir. Bakınız Beyler, işte burada da Sayın Savcı’nın çabaları boşa çıkmaktadır: O, her halükârda bu suçlamaları bana değil başkalarına yöneltmelidir.
Evet şimdi, Sayın Savcı’nın iddianamede yürüttüğü saldırının asıl noktasına geliyorum: Konuşmalarımda askerlere karşı, bir savaş içerisinde verilen düşmanı vur emrine uymamalarını talep ettiğime dair suçlama getirilen ifadelerin, kanıt olarak sunulan delilleri apaçık çürütme gücü ve ikna mantığı varmış gibi görünmekte. Ardından sunduğu kanıtlara ilişkin ise: Çünkü militarizme karşı propaganda yaptım, savaşı engellemek istedim, çünkü apaçık direk askerlerin gözlerini açmak için başka bir etkili aracım yoktu: Size vur emri verilirse, vurmayın! Bunlar gerçek değil mi Sayın Savcı: Hangi inandırıcı delil, hangi ikna mantığı! Ve evet, sizlere açıklamama izin verin: Bu mantık ve bu karar kendisini Sayın Savcı’nın fikirlerinde bulmaktadır, benim ve sosyaldemokrasinin değil. Özel bir dikkat rica ediyorum sizlerden. Diyorum ki: Savaşı engellemenin tek etkili aracı, direk askerlere dönüp onlardan vurmamalarını talep etmektir, bu karar sadece başka bir zihniyet açısından -kısaca ifadelendirmek için-, yani cinayet şeflerinin emrini takibeden, hepsi devlet içerisinde ödeneklendirilmiş olan, devlet iktidarının esasına ve körükörüne militarizme itaat eden askere yöneliktir. Bu zihniyet Sayın Savcı, İmparator 6 Kasım’da Yunan Kralı’nı Potsdam’da ağırlarken de, resmi bir açıklamada da harmonik bir tamamlanışla kendini göstermiştir. Yunan ordusunun buradaki başarısının ispatı ise, “savaş kurmayımız ve birliklerimizin korunan ilkesi, her zaman zaferi garantilemek üzere kullanılmasıdır”. Savaş kurmayı kendi “ilkesiyle” ve koşulsuz bir şekilde itaat eden askerleriyle; ki bunlar savaşı sürdüren kurmayın ve zaferinin kefaretidir. Şimdi, bu zihniyet biz sosyaldemokratlara ait değildir. Biz varolmak ve savaştan çıkmaktan, yukarıdan gelen “emirler” ve aşağıdan körükörüne “itaat” eden bir ordudan daha fazlasından; büyük emekçi kitlelerin bu konuda vereceği ve verdiği karardan bahsetmekteyiz. Savaşın sadece; emekçi kitleler haklı ve zaruri bir görev olarak görerek heyecanla birlikte savaştıklarında ya da en azından sabırla katlanabildiklerinde bu denli uzun sürdürülebileceği kanaatindeyiz. Eğer geniş emekçi kitlelerin çoğunluğu buna karşı durma kanaatine varırsa ve bu kanaatle, bilinçle uyanırsa; o anda biz sosyaldemokratların kendimize biçtiğimiz görev, yani şunu söylemek istiyorum, halkın çoğunluğu savaşın barbar, ahlâksız, gerici ve halk düşmanı olduğu kanaatine varırsa, zaten o zaman savaş imkânsızlaşır. Ve sonra asker, savaş kurmayının emrine itaat etmeye devam eder! Sayın Savcı’nın fikri, savaşı yürüten partinin askerlerine aittir, bizim fikrimiz ise bir halkın tamamına. Kararlaştırılan, savaşın gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceğidir, kitlelerin çalışan kadın ve erkekleri, yaşlı ve gençleri, bugünkü militarizmde olmak ya da olmamak üzerine olan kararlarını vermişlerdir -tabii ki tabiri caizse kralın etekleri altına saklanan halkın küçük bir bölümü buna dahil değil-.
Ve işte ben size bunu gösterebildiysem, aynı zamanda benim, bizim fikirlerimizin gerçekteki sınıfsal hükmü elimde demektir.
Bir tesadüf eseri Frankfurt Savcısı’nın bu sorusunun muhatabı durumundayım: Eğer, “biz bunu yapmayız” dediğimde kastettiğim bu ise, bir Frankfurt konuşmam buna yanıt olacaktır. 17 Nisan 1910’da, hipodromda, 9000 insan karşısında Prusya seçim hakkı mücadelesine ilişkin yaptığım konuşmada -bildiğiniz gibi o tarihlerde mücadelemizin keskin rüzgârı esmekteydi- ve şimdi steno olarak kayda alınmış bu konuşmanın 10. sayfasındaki ifadelerimi bulayım: “Değerli Dinleyiciler! Diyorum ki: Almanya’daki ilerlemenin tüm önemli politik soruları, içinde bulunduğumuz seçim hakkı mücadelesinde, sadece bize yöneltilmektedir. Ancak kimiz ‘biz’? ‘Biz’, Prusya ve Almanya’nın milyonlarca kadın ve erkek proleteriyiz. Evet, biz bir sayıdan daha fazlasıyız. Biz, herbirinin el emeği bu toplumu yaşatan milyonlarız. Herhalde bu yalın gerçeklik, Alman proletaryasının geniş kesimlerinin köklü bir bilinçlenişi için kâfidir; Prusya’daki egemenlerin tepkileri göstermektedir ki, bununla birlikte dünya, pekalâ doğu derebeylikleri ve merkezi savaş kumandanları olmaksızın, istihbaratları olmaksızın ve tabii ki savcıları da olmaksızın hareket edecektir, ancak bu, işçiler ellerini kollarını bağlayıp otururlarsa, yirmi dört saatte gerçekleşmeye muktedir bir iş değildir.
Görüyorsunuz, politik hayatın ve devlet kabiliyetinin ana merkezini nerede gördüğümüzü çok açık ifade ediyorum: Geniş halk kesimlerinin bilincinde, net şekillenmiş iradesinde, kararlılığında. Ve militarizm sorununu kavrayışımız aynen böyledir. Eğer işçi sınıfı savaşlara izin vermeme kavrayışına ve kararlılığına ulaşırsa, işte o zaman savaşlar imkânsız hale gelir.
Ancak militarizme karşı propagandadan bundan başka birşey anlamadığımıza, hatta daha fazlasına dair kanıtlarım var. Büyük bir şaşkınlık yaşıyorum: Sayın Savcı yorumlarıyla, sanrılarıyla, benim ifadelerimden damıttığı keyfi kanıtlarla, benim hangi suretle kasti olarak savaşa karşı çıktığımı ispatlamak üzere olağanüstü bir çaba göstermektedir. Ve buna istinaden bol bol ispat materyali sunmaktadır. Biz anti-militer ajitasyonumuzu gizli saklı, karanlıklar içerisinde yürütmüyoruz, hayır, kamuoyuna açık bir şekilde yürütüyoruz. Propagandamızın esas noktası, onyıllardan beri militarizme karşı mücadeledir. Tıpkı parti kongrelerinde olduğu gibi, eski Enternasyonal Kongreleri’nden itibaren, neredeyse her kongre müzakereleri ve kararlarında esas aldığımız nokta bu olmuştur. İlginçtir ki, Sayın Savcı bunu nerede öğrenmişse, burada da sadece insan hayatlarına el uzatmaya ihtiyaç duymaktadır. İddianameyle ilgili kapsamlı belgelerin tümünü burada sizlere sunmam maalesef mümkün değil. Ancak en azından en önemli olanları sizlere sunmama izin verin.
1868 Enternasyonal Brüksel Kongresi, savaşın önlenebilmesinin pratik önlemlerine işaret etmektedir. Kararları içerisinde şunlar ifade edilmektedir:
- Halklar, savaş yapıcıları ve anlatıcılarına karşı koyarak savaş sayısını şimdiden azaltabilirler.
- Bu hak herkesten önce, yaptırım olarak listeye alınan ve askeriyede görevlendirilen işçi sınıfınındır.
- Bu amaçtan ötürüdür ki bu araç, etkili, yasal ve bir süreliğine reel olarak kullanılabilir bir araçtır.
- Üretim bir süreliğine durdurulduğunda, üreticilerin kişisel olarak sadece despot hükümet ve onun işverenlerinin ilerleyişinde, iş durdurmaya ihtiyacı vardır.
Enternasyonal İşçi Birliklerinin Brüksel’deki bu Kongresi, bütün gücünüzle savaşı protesto etmenizi beyan etmektedir ve bütün ülkelerin hiçbir ayrım yapılmaksızın tüm organizasyonlarını, işçi derneklerini ve işçi organizasyonlarını halka karşı halkın savaşmasını engellemeye davet etmektedir; çünkü üreticiler arasında, yani kardeşler ve halk arasında sürdürülen savaş, bir iç savaş olarak görülecektir.
İşçilerin savaştaki yerleri, Brüksel Kongresi’nin militarizm hakkındaki apaçık nitelendirmeleriyle karara bağlandı. Enternasyonal devrimci sosyaldemokrasi, insanlığı iki düşman ordu içerisine dağıtarak, halkları birbirine karşı kışkırtan kapitalizmi bertaraf etmek için, bütün ülkelerde şovenizm histerisine kapılmış egemen sınıflara karşı durmak üzere, dayanışma zincirini sürekli daha da sağlamlaştırmaktadır. Sınıf egemenliğinin kaldırılmasıyla, savaş da ortadan kalkacaktır. Dünya barışı, kapitalizmin yıkılmasıdır.
1896 Londra Kongresi şunları beyan etmektedir:
Sadece işçi sınıfı, iktidara gelerek dünya barışını sağlama iradesine sahiptir.
Bu yüzden şunları beyan eder:
1. Tüm devletlerde bulunan ordu güçlerini feshetmek ve halkın silahlanmasını sağlamak.
2. Yasal olarak karar verme yetkisine sahip enternasyonal bir mahkeme heyeti oluşturmak.
3. Hükümetler mahkeme heyetinin kararını tanımadıkları takdirde, savaş ve barış üzerindeki kesin karar direk halka aittir.
1900’deki Paris Kongresi’nin militarizme karşı mücadele araçlarına ilişkin fiiliyattaki deklarasyonu şöyledir:
Sosyalist Partiler her yerde, militarizme karşı büyük bir azimle mücadele hedefiyle, gençleri örgütleme ve eğitme görevini üstlenmelidir.
İzninizle 1907’de gerçekleştirilen Stuttgart Parti Kongresi’nde, savaşa karşı sosyaldemokrasi mücadelesi içerisindeki pratik görevleri içeren elle tutulur kararlardan bir pasaj aktarmak istiyorum. Bu pasaj şöyle:
Brüksel Kongresi’nden itibaren proletarya; savaşı engellemek ya da savaşlara nihai bir son vermek amacıyla militarizme karşı, karada ve denizdeki silahlandırmalara karşı, militer organizasyonlar içerisinde bir demokratikleşmeyi sağlama çabasıyla yükselen etki ve başarılara sahip, savaşın toplumu silkeleyişini işçi sınıfının lehine çevirmek üzere çok çeşitli biçimlerde aksiyonlar gerçekleştirmiştir: Özellikle İngiltere ve Fransa sendikaları, Faschode Krizi’nin ardından [1898 İngiltere-Fransa arasında patlayan kriz -ÇN], İngiltere ve Fransa arasındaki barışı garantilemek ve yeniden tesis etmek üzere harekete geçmesi; aynı amaçla Fransa ve Almanya sosyalistlerinin biraraya gelmesi; Fas krizi esnasında, Almanya ve Fransa parlamentolarında sosyalist partilerin ilerleyişi; Avusturya ve İtalya sosyalistlerinin Triest’te toplanarak, iki ülke arasındaki çatışmayı engelleme çabasıyla etkinlikler gerçekleştirmeleri; ardından İsveç İşçiler Birliği’nin Norveç’e saldırıyı engellemek üzere etkin bir faaliyet gerçekleştirmesi; ve nihayetinde Rusya ve Polonya’daki sosyalist işçi ve köylülerin savaşa karşı çıkarak, savaşı sonlandırmak ve bu krizi ülkelerinin ve emekçi halkın lehine çevirmek, Çarlık zincirlerinden kurtulmak üzere cesurca kendilerini feda edişi. Bütün bunlar proletaryanın kesin kararlılığıyla, güçlenen iktidarı ve yarattığı basıncı teminat altına alma azminin ispatıdır.
Ve şimdi soruyorum: Sizler bütün bu kararları ve neticelerini, sadece askerlerin önünde durup seslendiğimiz bir çağrı olarak mı görüyorsunuz: Ateş etmeyin! Ve hangi sebeple? Bu tür propagandalarımızın birinin neticesinde ceza yasasından korkmak için mi? Ah, zaruri ve faydalı olarak tanımladıklarımızın neticelerinden korksaydık, üzerimize üzgün bir ağırlık çökerdi. Hayır, biz bunu yapmayız, çünkü kendimize şunu söylemekteyiz: Söz konusu olan, kralın eteklerinin altına saklanan herkes, hâlâ sadece emekçi halkın bir parçasıdır ve kabul edilemez olan, halk düşmanı bu savaş idrak edildiğinde, askerlerin bizzat kendileri bizim çağrımız olmaksızın bu durumda ne yapmaları gerektiğini anlayacaklardır.
Görüyorsunuz ki, militarizme karşı propagandalarımız, Sayın Savcı’nın sunduğu gibi basit ve böyle ahmakça propagandalar değildir. Çok çeşitli faaliyet araçlarımız mevcuttur: Gençliğin eğitimi -yolumuza çıkan bütün engellemelere, zorluklara rağmen-, milis sisteminin propagandası, kitle toplantıları, sokak gösterileri... Nihayetinde İtalya’ya bakınız. Oradaki sınıf bilinçli işçiler, Trablusgarp savaş macerasına nasıl bir yanıt verdiler. Etkileyici bir şekilde sürdürdükleri kitlesel genel grev eylemiyle. Peki Alman sosyaldemokrasisi buna nasıl bir tepki verdi?
12 Kasım 1912’de yaptıkları 12 destek toplantısı sonucunda Berlin işçileri, aldıkları bir kararla bu kitlesel grev için İtalyan yoldaşlarına teşekkür ettiler.
Evet, genel grev!, demektedir Savcı. Şimdi burada yeniden, benim tehlikeli, devlet sarsıcı düşüncelerim olduğuna inanarak. Bugün Savcı sunduğu iddianemede, tüyler ürpertici bir şiddet yoluyla devrim perspektiviyle bağlantılandırarak, sadece Prusyalı bir savcı aidiyetini sürdürerek, özellikle benim genel grev propagandalarıma ilişkin bilgileri dayanak göstermektedir. Sayın Savcı, eğer sizde sosyaldemokrasinin fikir yolculuğuna, asil tarihsel bilincine dalabileceğinize; bugünkü gelişim gerçekliği içerisinde en az devrimlerin böyle “yapılamayacağı” gibi, başarılı bulduğum genel grevin de sabit periyotlarla “yapılamayacağını” anlattığım her halk toplantısını anlayabileceğinize dair bir nebze de olsa yetenek görseydim, sizinle bu konuda seve seve tartışırdım. Genel grevler, bugünkü gelişimin doğal aciliyetlerinin gerektirdiği, sınıf mücadelesinin bir aşamasıdır. Bizim, sosyaldemokrasinin bütün görevi, işçi sınıfının gelişim seyrini bilinçli bir işçi sınıfına ulaştırmaktır, ki böylelikle işçiler omuzomuza, disiplinli, yetkin, kararlı ve azimli bir halk kitlesinin en yüksek görevlerini omuzlayabilsinler.
Burada yeniden görmektesiniz ki, Savcı sunduğu iddianamede toplu grevin hayalinin temsilini sunuyorsa, bu onun grevi nasıl anladığına ilişkin kendi düşüncesidir, benim cezalandırıldığım şeylerle alâkası yoktur.
Burada nihayetlendirmek istiyorum. Sadece birşeyi daha belirtmek istiyorum.
Sayın Savcı beyanında, özel olarak dikkatleri benim naçizane şahsiyetime yöneltti. Beni devletin düzenini tehlikeye sokan büyük bir tehlike olarak tasvir etti, hatta hatta bir sansasyon yaratmaya tenezzül ederek beni “kızıl Rosa” olarak damgaladı. Evet, ceza talebi onaylandığı takdirde benim kaçacağımı ifadelendirerek, kişisel onuruma yöneldi.
Sayın Savcı, bütün bu saldırılarınızı tek tek yanıtlamaya tenezzül bile etmiyorum. Ancak size birşey söylemek isterim: Siz sosyaldemokratlığın ne demek olduğunu bilmiyorsunuz! 1913 yılında İsviçre’de bizim basınımızından 60 aylık cezalarla hapse doldurulanları, orada bu dosyalar üzerinde çalışan meslektaşlarınız çok iyi bilirler! (Başkan sözünü keser: Uzun bir politik konuşma duymaya vaktimiz yok. Bu işi hukuki olarak nihayetlendiriyoruz, ancak politik olarak değil). Peki, günahkârlardan bir tanesinin dahi cezalandırılmaktan korkarak firar ettiğini duydunuz mu acaba? Bu sayısız cezalandırmaların, sosyaldemokratları da sendelettiğine ya da görevlerini yaparken sarsacaklarına inanıyor musunuz? Ah hayır, bizim işimiz sizin ceza paragraflarınız içerisindeki her ipliğin çok daha üzerindedir, bütün savcılara rağmen gelişir ve ilerler.
Son olarak sadece bu niteliksiz suçlamayı kendi failine iade etmek üzere: Savcı sözlü olarak beyan etti, not aldım: Hemen tutuklanmam talebinde bulundu, çünkü “sanığın firar etmeyeceği düşünülemez bile”. Başka bir şekilde ifade edecek olursak: Eğer ben, bir yıl hapis cezamı çekmezsem Sayın Savcı, firar etmeyeceğim düşünülemez bile. Sayın Savcı, inanıyorum ki kaçmak isteyen sizsiniz. Bir sosyaldemokrat kaçmaz. O yoluna devam eder ve cezalandırmalarınıza güler.
HADİ ŞİMDİ CEZALANDIRIN BENİ!
* Einspruch! Reden von Frauen, Philipp Reclam jun. Stuttgart, 2011, Sf: 85-100. [Verteidigungsrede der Genossin Dr. Rosa Luxemburg. In: Vorwaerts. Berliner Volksblatt 31 (22. Februar 1914). Nr. 32.]
Çeviren: Ganime Gülmez
NOT: Bu naçizane çevirilerimi, dileyen-dilediği gibi, kaynak göstererek değerlendirebilir.