“Kapitalizm hakkında konuşmayanlar

faşizm hakkında sussunlar.”[2]

Bugünlerde (neo-) faşizm bir kez daha yerkürede bir tehdit hâline geldi. Bu durum (neo-) faşizm tartışmalarını yeniden güncelledi.

Upton Sinclair, “Faşizm, kapitalizm artı cinayettir”; Wilhelm Reich, “Kitleler aldatılmadı, faşizmi arzuladılar,” derken; George Orwell’ın da, “Kitlesel bilinçsizlik”ten doğduğunu(?) ifade ettiği “iddialar” da dahil (neo-) faşizmin XXI. yüzyıldaki biçimlenişi ile onu anlamak ve tehlikenin boyutlarını kavramak için, sınıfsal okunuşuyla birlikte tarihten ders çıkartmak “olmazsa olmaz” bir hal alıyor.

Bugünlerde (neo-) faşizm ile ilgili tartışmalar temsili demokrasi, hukuk devleti, din, milliyetçilik-ırkçılık gibi eksenlerde öne çıkarken; söz konusu zeminle sınırlanan yaklaşım ve analizler (neo-) faşizm ile liberalizm ikilemi sınırlarına hapsolurken; kapitalizm gerçeği “es” geçiliyor.

İşaret ettiğimiz ikiliği aşmak ancak sınıfsal bakış ile mümkün; öncelikle anımsanması gereken, faşizm nihayetinde özbeöz emperyalist kapitalizm çağının has ürünü olduğudur.

Malum: Tekelci kapitalizm, faşizmin üremesi için uygun sosyoekonomik temeli hazırlarken; bugünlerde (neo-) faşizmi üreten koşullar gittikçe iki dünya savaşı arası dönemi andırmaktadır.[3]

Yaşanan tüm olumsuzlukların faturasının sorumlulara değil, ötekilere yıkılmaya çalışıldığı, yabancı düşmanlığının kirli siyasi ikballer için harca dönüştürüldüğü bu kötücül sistem bir sarmala dönüşmek üzere. Irkçı, (neo-) faşist dalga üzerinde sörf yapan bir iklimde her gün bir öncekini aratmayan sıradanlaşmış (neo-) faşizmin örneklerine tanık oluyoruz.

Sürdürülemez kapitalist vahşet şahsında (neo-) faşizmin karakteristik belirtileri yaşamın her alanında karşımıza dikilirken; (neo-) faşizmin sıradanlaşması artık gizlenme gereği dahi duymuyor.

Evet, sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalımı’nın yol açtığı sarsıntıların neden olduğu dipten gelen dalga sağ ve aşırı sağ unsurları siyaset sahnesinin önüne sürerken “Süreç olarak faşizm”in taşları da döşeniyor.

Kuşkusuz: (Neo-) Faşizmin sıradanlaştığı, örgütlenen nefretin toplumsal bir hezeyana dönüştüğü karanlık tüneldeyiz.

Sol, ezilenler ve sömürülenler büyük bir tehditle yüz yüzedir. Irkçılığı, dinciliği, yabancı düşmanlığını, aşırı sağı arkasına alan faşizm bazı ülkelerde iktidarda, bazılarında iktidar ortağı, bazılarında ise iktidar adayıdır. Walter Benjamin’in, “XX. yüzyılda bu yaşadıklarımızın ‘hâlâ’ nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir,”[4] saptaması, XXI. yüzyıl için de geçerlidir.

Her ne kadar faşizmin “altın çağ”ı iki dünya savaşı (1922-1945) arasında olsa da; o mazide kalmış, kimi coğrafyalara mahsus veya karşımıza ancak ileride çıkabilecek soyut, uzak bir tehlike değil; bir asırlık tarihi ve küresel geçmişiyle dev bir ahtapot gibi dört bir yanından sarmış somut kapitalist bir hâldir.

Her toplumsal soru(n) gibi bugünlerdeki (neo-) faşizm de yerinde saymıyor; başkalaşım geçiriyor, söylemini ve taktiklerini değiştiriyor, yeni teknikler kullanıyor.

XXI. yüzyıldaki gelişim dinamiklerini, sınıf mücadelelerini anlamak; bugünlerdeki durum ve gelecek hakkında saptama ve kestirimlerde bulunabilmek için, faşizmin doğuşundan bugüne kadar izlediği tarihsel süreci iyice kavramak, çözümlemek gerekir.

Bugünlerde olmakta olanın ve gelecekte olabilecek olanın ipuçlarını yakalayabilmek buradan geçiyor. Faşizmin dününü ve bugününü, ancak bize kalan teorik mirasa dayanarak, ama dogmaların esiri olmadan, ezberleri tekrarlamadan, eskiyeni ve yeni olanı ayırt ederek anlayabiliriz.

(NEO-) FAŞİZM

Chuck Palahniuk’un, “İhtiyar George Orwell meseleyi tersinden anlamış. Büyük Birader izlemiyor. Şarkı söyleyip dans ediyor. Şapkasından tavşanlar çıkartıyor. Büyük Birader uyanık olduğunuz her an dikkatinizi saptırmakla meşgul,”[5] tespitiyle ele alınması gerek (neo-) faşizmin bir tarihin parçası olduğu “sır” değil.

Malum: Kimileri II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle faşizmin, Avrupa’da ve Avrupa dışında mutlak bir yenilgiye uğradığından söz etmişti. Faşizmin bir daha yaşam alanı bulamayacağı dillendirilmişti. Ayrıca kimi devrimci aydınlar ise “faşizmin ölmediğini, zamanını beklediğini” söyleyip, uyarılarını dillendirmişti.

Örneğin Theodor W. Adorno “Faşizm, biçim değiştirip günün şartlarına uygun şekilde ve maskelerle yeniden yaşama dâhil olabilir,” deyip, ona karşı rehavete sürüklememeyi, dikkatli davranmak gerektiğini söylemişti.

Konuya ilişkin olarak Gabriel Rockhill’in de belirttiği gibi, faşizm aslında hiç gitmedi. “ABD İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi yenmedi,” diyor ve ekliyordu: “Kesintili olarak enternasyonalleştirdi.”

II. Dünya Savaşının ardından ABD, İngiltere ve diğer Batılı hükümetler yüzlerce eski Nazi ve Japon savaş suçlularıyla işbirliği yaptı. Onları Batı’nın istihbarat servislerine, Portekiz ve İspanya’daki faşist rejimlere entegre etti. Yunanistan’da önce 1946-1949 arasında süren iç savaşta anti komünist güçleri, ardından 1967’de yine sağcı bir darbeyi desteklediler.

NATO’nun ayrıca faşist terörist grupları destekleyen gizli politikası vardı. BBC’nin şimdi unutulmuş araştırma dizisinde detaylandırdığı “Operasyon Gladyo”, görünürde Sovyetlerin olası Avrupa işgalinde, düşmanın gerisine sızacak gizli ordular yaratılması planıydı. Ancak gerçekte, bu “gizli ordular” tüm Avrupa’da solcuları ve sendikaları hedef alan suikastlar, bombalamalar, katliamlar gerçekleştirdi.

CIA, Nazi ve Japon savaş suçlularını örgütüne alarak şüphe duyulan solcuların, sendikacıların, komünistlerin işkence ile sorguya çekildiği ve öldürüldüğü merkezler kurdu.

Aslında hep bizimle olan faşizm, bugün yükselişte. Aşırı sağcı siyasetçi Giorgia Meloni, seçimlerin ardından İtalya’nın ilk kadın başbakanı oldu. İki diğer aşırı sağ parti ile ittifak yaparak parlamentonun çoğunu ele geçiren Meloni, siyasete 15 yaşında, Mussolini destekçilerinin savaş sonrası kurduğu İtalyan Toplumu hareketinin gençlik kollarında başlamıştı. Meloni, AB bürokratlarını, “uluslararası finansın emrindeki nihilist küresel elitler” olarak niteliyor. “Büyük yer değiştirme” diye adlandırılan, beyaz olmayan göçmenlerin Batı ülkelerine girişinin aslında beyazların siyasi gücü ve kültürünü yerinden etmeye yönelik bir planın parçası olduğunu iddia eden komplo teorisini destekliyor. İtalyan deniz kuvvetlerine, göçmenlerin bulunduğu botları, aynı 2018’de aşırı sağcı İçişleri Bakanı Matteo Salvini’nin yaptığı gibi geri göndermeleri için çağrı yaptı.

Meloni’nin Fratelli d’Italia partisi, Macaristan Devlet Başkanı Viktor Orban’ın yakın müttefiki. Avrupa Parlamentosu son önergesinde Macaristan’ın artık demokrasi olarak tanımlanamayacağını ilan etti.

Meloni ve Orban yalnız değiller. 1988’de ‘İsveç İsveçlilerin Kalmalı’ isimli bir Neo Nazi grubun kurduğu İsveç Demokratları, genel seçimde oyların yüzde 20’sini alarak ülkedeki en büyük ikinci parti oldu. Derin faşist kökleri var. Partinin 30 kurucusundan 18’inin Nazilerle bağlantısı var, bunların bazıları geçmişte Waffen SS’i olarak görev almış isimler. Fransa’da Marine Le Pen, nisandaki seçimde Macron’a karşı oyların yüzde 41’ini aldı. İspanya’da aşırı sağcı Vox, parlamentoda üçüncü parti oldu. Alman aşırı sağ partisi AfD, 2017’de yüzde 12 oy aldı, 2021’e gelindiğinde bu oranın büyük kısmını korudu. ABD’nin kendine özgü faşizmi, Cumhuriyetçi Parti içerisindeki Trump kültü üzerinde yoğunlaşıyor; metafizik düşünce, homofobi, Hristiyan sağcılığına özgü beyaz üstüncülüğü benimsiyorlar, seçimlere de sürekli müdahale etmeye çalışıyorlar.[6]

Söz edilen ilişki faşizmin kapitalizme mündemiç olduğunun en net ifadesiydi.[7]

Görmüyor olamazsınız: Düne değin tek yönetim ideolojisi liberalizm olan, Avrupa Birliği’nde (AB), İngiltere, Almanya, Fransa, ABD gibi merkez ülkelerde, devletin, dolayısıyla bürokrasinin, ekonomiye ve piyasa ilişkilerine müdahale etme, hatta “kutsal’ mülkiyet hakkını sınırlama eğilimi zorunlu olarak seçenekler arasına giriyor, grev hakkını sınırlama eğilimi de yeniden canlanıyor.

Demokrasi ve “serbestlik” arasındaki çelişkiyi yönetmek için gerekli olan bu koşullar gelişmiş kapitalist ülkelerde, ilk kez XX. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalizmin yapısal krizi döneminde hızla aşınmış, bir toplumsal kutuplaşma içinde hem faşizme hem de devrimci durumlara yol açmıştı.

XXI. yüzyıla girerken yine demokrasi ile serbestlik arasındaki çelişkiyi düzenleyen koşullar liberal demokrasinin, en istikrarlı örnekleri olarak bilinen ülkelerde bile hızla aşınıyorlar, demokrasi-serbestlik çelişkisini yönetmek giderek zorlaşıyor. “Süreç olarak faşizm” yeniden canlanmaya başladı.[8]

Robert Kaplan, 1997’de ‘The Atlantic’de yayımlanan “Demokrasi Yalnızca Bir An mıydı?’ başlıklı denemesinde, ülkeleri demokrasiyle yönetmenin giderek zorlaşacağını savunurken haksız değildi ve bu durum bugün daha da belirginleşti o kadar![9]

Özetle, “demokrasi” ve “serbestlikler” arasındaki denge bozulmaya, çelişki yönetilemez bir faza geçmeye başlıyor ve ‘Oxford Üniversitesi’nin araştırması, Avrupa’da, “bir güçlü lider” arzulayanların oranının gençler arasında, son 20 yılda ikiye katlanarak yüzde 60’a ulaştığını gösteriyor.[10]

Dünyanın birçok ülkesinde ırkçı ve şoven faşist hareketler palazlanıp, yer yer iktidara talip olmaktalar iken; Hollanda’da önce yabancı düşmanlığı, sonra İslâmofobik ve bugünlerde de yeni mülteciler dalgasına karşı estirilen ırkçılık gün geçtikçe yükseliyor.

Merkez sağ ve sol partilerin kitlelerden kopmasıyla doğan boşluğu doldurup; alt tabakalara hitap eden Wilders hareketi güç kazanırken; faşizmin kriz dönemlerinde oynadığı rolü oynayıp, 1920’li ve 30’lı yıllardan tanıdığımız faşizmin türevleri ile birçok bakımdan örtüşmektedir.

Bu kapsamda ‘Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün raporunda, dünyada popülizm ve milliyetçiliğin yükselişe geçtiğini ve popülistleşen siyasi ortamın güvenlik açısından “zehirli” bir karışım oluşturduğuna dikkat çekilmesi elbette boşuna değil.[11]

(Neo-) Faşizmle sağ popülizm arasındaki süreklilik ilişkisi bugünlerde Avrupa’daki sağ hareketlerin karakterini belirlerken; bu ikisi arasındaki geçişkenlik de sürekliliği beslerken; Macaristan, Polonya, Brezilya gibi ülkelerde otoriter, baskıcı yönetimler iş başında. Donald Trump’ın Amerika’sında da neo-faşist bir kalkışma oldu.

1980 sonrası dünyada uygulanan neo-liberal politikalar, 2008 krizi, otoriter eğilimlerin güçlenmesine; aşırı sağcı, ırkçı, dinci, faşizan politikaların zemin kazanmasına yol açtı.

İtalya, Almanya, Fransa,[12] Avusturya, İngiltere, Hindistan, Filipinler gibi ülkelerde de aşırı sağcı, ırkçı, göçmen karşıtı akımlar güçlendi, bu akımlar toplumlarında belli bir dayanak buldu; iktidara yaklaştı ya da iktidar ortağı olabildiler.

Özellikle ekonomik kriz, yoksullaşmayı artırdığı gibi gelir dağılımını da iyice bozdu. Ekonomik kriz üstüne bir ekolojik tahribatın, iklim krizinin eklenmesi ve tüm bunların üstüne de Coronavirüs salgının binmesi, yönetici sınıfların yönetme kapasitesini zayıflattı.

Başta Avrupa olmak üzere çöküş belirtileri gösteren emperyalist sistem ideolojik ve siyasi bir kriz yaşıyor: Neo-liberal politikalardan sorumlu tutulan merkez partiler (muhafazakâr ve özellikle sosyal demokratlar) katılım oranı her defasında biraz daha düşen seçimlerde sürekli oy kaybediyorlar. Merkez erirken doğan boşluğu çoğunluk itibariyle art arda patlama yapan neo-faşist, aşırı sağ partiler dolduruyorlar.

Yapılan anketler Avrupalıların neredeyse üçte ikisinin ırkçılığı benimseyen söylem ve davranış kalıplarının etkisi altında olduklarını göstermektedir. Neo-faşist tırmanış bundan güç almaktadır.

Bu tabloda (neo-) faşizm, parlamentoyu işlevsizleştiriyor, yürütmeyi, kapitalist ekonominin yönetimini, kaynak dağıtma süreçlerini, lider-parti-hareket “bir”liğinin iradesine tabi kılıyor, yargıyı ve güvenlik güçlerini bu “bir”liğin yandaşlarıyla dolduruyor, basını ele geçirip eleştirileri susturuyor. Bu pratik, kültürü (hatta bireylerin bilişsel haritalarını) ırkçı, dinci, milliyetçi, eril ve homofobik bir ideolojiyle, liderlik kültüyle yeniden şekillendirerek ilerlerken “demokrasi”, her iki anlamda da giderek yok oluyor.[13]

Din siyasallaşarak iktidarı arzulayan bir harekete dönüşünce, hızla ırkçılık ve milliyetçilikle buluşuyor, hızla faşistleşiyor, otoriter/ totaliter bir toplum inşa etmeye başlıyor. Günümüzde İran, Türkiye, Hindistan, ABD’de beyaz üstünlüğü- Evanjelik Hıristiyanlık- Cumhuriyetçi Parti bağlantıları örnek gösterilebilir.[14]

O hâlde net biçimde belirtelim: “Neo” eki 1950’ler sonrası yenilenen faşist hareket ile selefi arasındaki ilişkiyi tanımlarken; yenisi ile eskisi arasındaki farklılığı hem de ikisi arasındaki sürekliliği yansıtır. Birinden diğerine geçişte kopuş tali, süreklilik esastır. Her ikisinin de ideolojik kaynakları, siyasi amaçları ve sınıfsal karakterleri birdir; ikisi de şoven milliyetçi, az veya çok ırkçı, koyu anti-komünist, halk düşmanı ve zorbadır. Özetle aralarındaki farklar nitel değil niceldir, özleri birdir.

KAYNAYAN AVRUPA

Çok önceleri, “Batı ve Batı demokrasisi çok yüceltildi. Şimdi ırkçılık hortladı deniyor. Oysa hortlamış falan değil zaten vardı, sadece su üstüne çıktı,”[15] diye uyarmıştı hepimizi Fransa’dan Komet ve eskiden de böyleydi…[16]

“Demokrasinin beşiği” (?) denilen coğrafyalarda görülen ardı ardına ortaya çıkan askeri söylem ve bildiriler, Avrupa’nın geçmişinde var olan faşizmin canlandırılmasının işaretleriyken; Lord Mountbatten’ın adının geçtiği 1968 darbe girişiminden sonra, 1974’de İngiltere sokaklarının askerlerce işgal edilmesi planı bulunduğu ve darbe başarılı olsaydı Shetland Adaları’nda tutuklularının konulacağı kampın hazırlandığı nasıl unutulabilir ki?[17]

“Demokrasi” söylencelerinin de, “Le Pen Faşist mi?” tartışmalarının da “ulusal solcu” bir zırvadan[18] başka anlam teşkil etmediği koordinatlar da 21 Nisan 2021 günü Fransa’daki aşırı sağcı bir web sitesinde 20 emekli general ve 100 dolayında emekli veya görevli subay ile binden fazla askerin imzaladığı mektupta Cumhurbaşkanı Emanuel Macron’a hitaben, “Artık ağırdan almaya vakit kalmadı, aksi takdirde bu büyüyen kaosu yarın iç savaş sonlandıracak ve sizin sorumlu olacağınız binlerce ölüm meydana gelecek!” uyarısı dillendirildi.

Hemen ardından da Macron ve hükümetini “Yöneticilerimize Onurlu Bir Dönüş için” başlığı altında yurtseverlik değerlerini savunmaya çağıran bildirinin sarsıntıları sürerken, ikinci bildiri de yayımlandı.

10 Mayıs 2022 tarihli ‘Le Point’ın aktardığına göre, muvazzaf subayların kaleme aldığı yeni bildiri, emekli generallerin de uyarısını yayımlayan ‘Les Valeurs Actuelles’in imzaya açıldıktan yalnızca bir saat sonra 36 bin subayın imzasına ulaştı.

İktidara uyarı niteliğini taşıyan bildirinin imzacıları, aktif görevde oldukları için isimlerini dergide yayımlanmaması koşuluyla veriyorlar. Yeni bildiriyi yayımlayan subaylar, metinde kendilerini “medyanın Ateş Kuşağı diye andığı gençler, her rütbeden, her ordudan, Fransa Cumhuriyeti’nin tüm değerlerini kucaklamış kadın ve erkek askerler” diye tanımlıyor.[19]

Mine Kırıkkanat’ın, “Laik Cumhuriyetin doğduğu Fransa’da iç savaş artık abartılı bir senaryo değil,”[20] notunu düştüğü güzergâhta 2017’de çökmeye başlayan Sosyalist Parti içinden çıkıp “merkezin” (aslında neo-liberal) adayı olarak başkan seçilen Macron, aradan geçen dönemde, Fransa’da yeni faşizmin etkin biçimde yürüttüğü kültür savaşlarının basıncıyla giderek sağa kaydı.

Şimdi geldiği noktada Macron, yeni faşizmin “ensauvagement” (uygarlıktan barbarlığa düşme) gibi göçmenlerle suç ve güvenlik sorunları arasında ilişki kuran gizli-ırkçı kavramını kullanabiliyor. Kimi yorumcular da artık, Macron için merkez değil “merkez sağ” kavramının daha uygun olacağını düşünüyorlar.

Macron’u sağa iten basıncın geleneksel merkez sağ, Gaullist (Cumhuriyetçiler) hareketin adayı Pecresse’i etkilemesi de doğal. Pecresse, yeni faşizmin propagandasının en önemli dayanağı olan “büyük yer değiştirme” (beyaz Hıristiyanların yerine, siyah/kahverengi derili Müslümanlar geliyor) kavramını rahatlıkla kullanabiliyor.

Büyük sermaye Macron’u desteklemeye devam ediyor olsa bile gözlemcilere göre, kimi milyarder işadamları, yeni faşizmi besleyen kültürel siyasi ortamı yeniden üreten sosyal medya, basın ve TV kanallarına “ilgi göstermeye” başlamışlar. Bu medya ortamından çıkan ve ırkçı, Müslüman-göçmen düşmanı görüşleri açıkça savunan Zemmur’un hızlı yükselişi, Le Monde’un bir yorumuna göre, Marine Le Pen’in partisini Ulusal Birlik’in ılımlı bir imaj sunmasını kolaylaştırıyor. Marine Le Pen’in yeğeni Marion Maréchal Le Pen’in Zemmur’un partisine katılmış olması da bu dinamiğin doğası hakkında bir fikir veriyor.

Fransa’da, yeni faşizm, kültür savaşlarında, özellikle de bu seçimlere giderken “Woke” kavramı üzerinde odaklandı. “Woke” kavramını, Trump yanlıları, ırkçı, cinsiyetçi, dinci ve iklim krizini inkâr eden söylemlerine karşı solun geliştirdiği eleştirel dili hedef almak için geliştirmişti. Şimdi Fransa’da yeni faşizm sosyal, haklar, sosyal adalet için ve ırkçılığa karşı mücadeleyi “Wokism” olarak niteleyip hedef alıyor, aşağılayarak, alay ederek susturmaya çalışıyor. Bu ortamda, solun kültür savaşlarında karşı saldırıya geçmek yerine savunmaya çekiliyor, adeta kendi “aşırılıklarından arınmaya” çalışıyor olması da yeni faşizmin işini kolaylaştırıyor.[21]

Öne çıkan örneklerden Macaristan’da sağ muhafazakâr Başbakan Viktor Orban da farklı değil. ABD Yale Üniversitesi’nde Doğu Avrupa kürsüsünde çalışmalarını sürdüren Aniko Szucs, “Doğu Avrupa ülkelerinde, özellikle Orban’ın attığı bu adımlar, Ortaçağ karanlığından pek farklı değil. Orban, LGBTİ düşmanlığı, haklara saldırılar ile birlikte otoriter rejimlerden farklı hareket etmiyor. On yıldır Orban, otoriter ve ataerkil imajını güçlendirerek kitleleri etkilemek istiyor,”[22] derken haksız değil…

Ancak son güncel gelişmelerle Avrupa’nın kaderi adeta, yine Almanya ve İtalya’nın ellerinde!

Hatırlayın söz konusu iki coğrafyanın yolları, 1930’larda, kapitalizmin yapısal kriz ve hegemonya rekabeti içinde militarizm-faşizmde kesişmiş bu da Avrupa için bir felaket olmuştu.

Bugün yapısal kriz tabii ki kendini farklı biçimlerde gösteriyor. Kriz yönetim modeli tükendi, stagflasyon yeniden gündeme geldi. Hükümetler, merkez bankaları, tükenmiş modeli bırakamıyorlar. Keynes’in 1930’larda uyardığı gibi, “eski” modele dayandıkça sorunlar ağırlaşmaya devam ediyor. Büyük güçler arası hegemonya rekabeti yine güncel ve Ukrayna savaşında, Tayvan sorununda olduğu gibi sertleşmeye devam ediyor.

Almanya’daki mevcut durumu “sosyal dinamit” olarak tanımlayan Şansölye Scholz’un başındaki koalisyonunun bu “sosyal dinamiti” patlatmadan, faşist akımların yeniden canlanmasına önleyerek yönetmesi kolay olmayacak. 

İtalya, Avrupa’nın en borçlu ülkesi; yıllardır kronik bir yönetim krizi içinde, koalisyon hükümetleri birbiri ardına istifa etmek zorunda kalıyorlar.[23]

Kriz derinleştikçe faşist tehlike büyüyor; İtalya örneğindeki üzere…[24]

MELONİ İTALYA’SI

García Márquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ romanındaki gibi her şey: Bir cinayet işleneceğini herkes bilir ama cinayet engellenemez ya, öyle oldu; İtalya’da “Zamanın ruhu Giorgia Meloni”[25] artık…

“Çizme’de merkez silindi”[26] ve Mussolini hayranı Meloni artık iktidarda…

İtalya’daki erken genel seçimlerde faşist Mussolini’nin ardılı olarak kabul edilen İtalya’nın Kardeşleri Partisi (Fdl) lideri Meloni oyların yüzde 26’sını aldı. İçinde bulunduğu aşırı sağ ittifak yüzde 44 civarında oy aldı, Fdl 2018’de aldığı yüzde 4.4 oyu, altı kat artırdı. 

Meloni’nin adını Mussolini ile birleştirip Melonissolini desek sanırız kendisi de karşı çıkmaz. Zira geçmişte de Mussolini’nin ülke için iyi şeyler de yaptığını söylemişti.

Avrupa’nın pek çok ülkesinde yükselen aşırı sağ hareket İtalya’da çizmeyi aştı, ülke yönetimine hazırlanıyor. 

Meloni, göçmen sorununu nasıl çözeceğini Mussolini’yi aratmayan yöntemler önererek anlatıyor. Ağustos 2022’deki bir demeci şöyleydi:

“Göçmenleri daha İtalya topraklarına yaklaşmadan denizde ablukaya alıp geri püskürtelim...”[27]

Böyle bir yaklaşımla püskürtmenin nasıl olacağını tahmin etmek zor değil. Bu gidişle Akdeniz bir göçmen mezarlığı olup çıkacak.

Milano Üniversitesi Sosyal ve Siyasal Bilimler Bölümü’nde Araştırma Görevlisi Dr. İpek Demirsu Di Biase, “İtalya tarihinde ilk defa Benito Mussoli’nin faşist rejimi ile organik bağı bulunan bir oluşumun” iktidara geldiğine[28] dikkat çekerken; “ilk kadın başbakan” Meloni’nin, Mussolini’nin iktidara geldiği 1922 yılının 100. yıldönümünde başbakanlığa çıkması da radikal dönemece çok tarihi bir önem katıyorken; o tabii “faşist” suçlamalarını reddediyor ve kendisinin bu etiketle anılmasını kabul etmiyor.

Ne ki geçmişinde Duçe hayranlığı ile bilinen kadın lider, vaktiyle İtalya’da dağa taşa yazılı olan Mussolini’nin “Tanrı, vatan, aile/Dio, patria, famiglia” sloganıyla siyaset yapıyor. Sırf bu da değil, partisinin logosunda Mussolini destekçilerinin II. Dünya Savaşı sonrasında kurdukları “İtalyan Sosyal Hareketi”nden devraldığı bir “alev” simgesini taşıyor. “Madem faşist değilsin, faşist simgeyle ne işin var? Şu simgeyi değiştir!” çağrılarına kayıtsız kalmakta mahzur görmüyor.[29]

Aslı sorulursa Meloni, 15 yaşında neo-faşist İtalyan Sosyal Hareketi’nde politikaya atıldı. Gençliğinde Mussolini’yi öven demeçler verdi. 90’lı yıllarda “Temiz Eller” sürecinde mafyayla ilgili soruşturma yürüten iki savcının öldürülmesi sonrası, “devlete sahip çıkma, hırsızlıklar ve yolsuzluklarla mücadele” misyonunun siyasi kariyerine yön verdiğini söylüyor.

Yükselme hırsı, Meloni’yi yolsuzluk ve seks skandallarıyla bilinen dönemin Başbakanı Silvio Berlusconi’nin partisine yönlendirdi. Lise mezunu Meloni 29 yaşında gençlikten sorumlu İtalya’nın en genç bakanı unvanını kazandı. 2012’de ise kendisi gibi göçmen karşıtı arkadaşlarıyla İtalya’nın Kardeşleri Partisi’ni kurdu ve liderliğe seçildi.

Meloni mesajlarını “aile değerleri, din ve vatanseverlik” üzerinden kuruyor. Aslında sağın, “woke kültürü” diye adlandırdığı farklı yaşam tarzlarına, cinsel eğilimlere, dinsel inanç ve inançsızlığa, etnik kimliklere ve toplumsal cinsiyet eşitliğine sıcak yaklaşan sol, liberal anlayışa karşıtlık üzerinden politika yapıyor. Bu ABD’de, İskandinavya’da, şimdi de Güney Avrupa’da meyvesini veren çok bereketli bir demagoji zemini…

Seçim kampanyası boyunca, “Doğal aileye evet. LGBT lobisine hayır. Cinsel kimliklere evet. Toplumsal cinsiyet ideolojisine hayır” söylemini öne çıkardı.

Kuzey Afrika’dan gelecek göçmenlere karşı denizden abluka uygulamak, ülkede sert önlemlerle asayişi sağlamak vaatleriyle prim yaptı. Avrupa’nın egemen çevrelerinde NATO yanlısı ve Atlantikçi olması, Ukrayna işgalinde net Rusya karşıtı bir tutum takınması, bütçe disiplinini savunması nedeniyle fazla tepki çekmiyor.

AB çevreleri İtalyan ekonomisinin 200 milyar dolarlık yardım paketine muhtaç olduğunu, GSYH’nin yüzde 150’sini bulan kamu borçlarının hele bir de faizlerin arttığı bu konjonktürde ödenmesinin iyice zorlaşacağını, o nedenle Meloni’nin Komisyon’un telkinlerine fazla direnemeyeceğini düşünüyorlar. İtalya’da elektrik fiyatları çok yüksek, Rusya doğalgazı ülkenin enerji gereksiniminin yüzde 40’ını oluşturuyor.

Pandemi sürecinde sağlık sisteminin işlemediğine tanık olan, hızla yükselen enflasyon altında ezilen halk tepkilerini (neo-) faşist Meloni’ye oy vererek sandığa yansıttı. Avroya geçildiği 1999’dan bu yana İtalya’da kişi başına gelir yerinde saymış. Bu anlamda avro bölgesinin en başarısız ekonomisi. Tarihsel bir paralellik kurmak gerekirse, İtalya’da hiper enflasyon döneminin ardından Almanya’da Nazi partisinin halk desteğinin artışına benzer bir ruh hâli söz konusu.

Yaşanan durum ile ilgili en çarpıcı değerlendirmeyi La Stampa gazetesinin politik yorumcusu Marcello Sorgi aşağıdaki sözlerle yapıyor: “Seçimlerle ilgili en anlamlı soru Meloni’nin faşist olup olmadığı değildir. İtalyanların onun faşist olup olmadığıyla neden ilgilenmedikleridir.”[30]

Bu durum aklı başında, tarih bilgisi yerinde olanları kaygılanıyor. Sağ ve sol liberalizm de faşizmin “yararlı salakları” olarak, yakından tanıdığımız üç fanteziyle yine karşımızda. 1) Korkular çok abartılı: Meloni “Biz faşizmi geride bıraktık”, “Hıristiyan Demokratlardan bir farkımız yok” filan demiyor mu? 2) Avrupa Birliği’ne (liberal demokrasinin kalesi filan...) karşı değil. 3) Zaten, yapabilecekleri çok sınırlı. Devletin kurumları, geleneği, siyaset kültürü Meloni’nin aşırılıklarını törpüler.

Bu fanteziler boş. Öte yandan, artık “kimse” faşizmi açıkça savunmuyor. Şimdilerde, faşizmin ırkçılık, dincilik, kadın ve LGBT düşmanlığı, milliyetçilik, güçlü devlet kültü vb., gibi unsurları tek tek birbirlerinden koparılarak savunuluyor. Groucho Marx’ın “Aptal gibi konuşuyor, aptal gibi davranıyor bu sizi yanıltmasın o gerçekten aptaldır” (Duck Soup) sözlerini anımsayıp, faşist gibi konuşana faşist gibi davranana, “Bu gerçekten faşisttir” deyip direnmek gerekiyor. 

İtalyan seçimlerinin sonuçlarından kaygılanmak hem de çok kaygılanmak gerekiyorken;[31] Bu durum “İtalya’da faşizmin ayak sesleri” yorumlarına neden oluyor.[32]

Meloni’nin işbaşına geçmesi, İspanya’nın neo-Frankocuları Vox ve Fransa’nın Le Pen’cilerine tam bir hayat suyu olacak.

Avrupa Parlamentosu tarafından demokrasi liginden aforoz edilip “otokrasiler” kategorisine indirgenen Orban Macaristan’ı keza yeni bir cesaret, güç toplayacak.

Meloni, Vox ve Orban’a verdiği açık dayanışmayı gizlemiyor. 

Avrupa Parlamentosu’nun Orban kararını kınıyor, Vox’a bir sonraki seçimler için zafer vaat ediyor.[33]

‘İtalya Halkın Gücü ve Halk Birliği’nden Maurizio Coppola, Meloni’nin katı bir neo-liberal olduğunu ve sermaye tarafından desteklendiğine[34] dikkat çekerken; Temel Sendikalar Birliği (USB) Ulusal Yürütme Kurulu üyesi Cinzia Della Porta da ekliyor:

“Meloni liderliğindeki hükümet devamlılık sancağı altında yönetmeye hazırlanıyor; hem dış politika ve NATO yeniden silahlanma finansmanı cephesinde hem de ekonomik politika cephesinde”![35]

Özetle: Meloni’nin “başarısı” tesadüf değil!

TRUMP BAKİYESİ ABD

Franco Berardi’nin, “Hakikât-sonrası, faşizm öncesidir; Trump da hakikât-sonrası başkanımızdır. Hakikâtten vazgeçtiğimizde zenginliği ve karizması olanlara, hakikâtin yerine gösteri yaratma gücü veririz. Bazı temel gerçekler üzerinde mutabakat olmadan yurttaşlar kendilerini savunmalarına izin veren sivil toplumu oluşturamazlar. Bize uygun gerçekleri üreten kurumları kaybedersek, çekici soyutlamalar ve kurgular içinde debelenme eğiliminde oluruz. Hakikât-sonrası, hukukun üstünlüğünü ortadan kaldırır ve bir mit rejimine davetiye çıkarır,”[36] diye tarif ettiği konjonktürde ABD ordusuna mensup emekli amiral ve generallerin oluşturduğu “Flag Officers for America” internet portalında yayınlanarak, Joe Biden yönetimini sert sözlerle eleştiren bildiriye 124 amiral ve general imza attı.

 “Ulusumuz büyük bir tehlike içinde” sözleri ile başlayan bildiri, “Anayasal Cumhuriyet olarak, 1776’daki kuruluşumuzdan bu yana hiç olmadığı kadar hayatta kalma mücadelesi veriyoruz. Çatışma sosyalizm ve Marksizm taraftarları ile Anayasal özgürlük taraftarları arasındadır,” diye devam etti.

2020 seçimleri öncesi yine aynı merkez tarafından yayınlanan ve 317 emekli amiral ve generalin imza attığı “Kıdemli Askeri Liderlerden Açık Mektup” başlıklı bildiri de 2020 seçimlerinin ABD tarihindeki en önemli seçim maratonu olduğunun altı çizilmiş, “Demokrat Parti’nin Sosyalistleri ve Marksistleri kucaklamasıyla, tarihsel yaşam tarzımız tehlikeye girdi” ifadelerine yer verilmişti.[37]

Bu “makul” bir durum olabilir mi? Elbette değil…[38]

Artısına gelince: ABD’de Kongre Biden’ın başkanlığını onaylamak üzere toplandığında yorumcuların “devrim”, “ayaklanma”, “isyan”, “kalkışma”, “darbe” kavramlarıyla tanımlanmaya çalıştıkları bir “olay” yaşandı. Birkaç saat sonra Kongre toplantısı yeniden başladı, Biden’ın başkanlığı onaylandı. Böylece ABD’de, Trump dönemi sona ererken süreç olarak faşizmin “I. Perdesi” kapanıyordu.

“Tarih kendini tekrarlamazmış ama bazen kafiyeli konuşurmuş”. Washington’da yaşananlar, Mussolini’nin “Roma Yürüyüşünü”, Hitler’in “Birahane Darbesi”ni anımsattı. Her iki darbe girişimi de fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Mussolini yürüyüşe katılmadı, gelişmeleri otel odasından izledi. Hitler tutuklandı bir yıl hapis yattı. “II. Perde” açıldığında faşist hareketin liderliğinin artık devleti ve iktidar ilişkilerini daha iyi kavradığını, taktik değiştirerek parlamenter yola geri döndüğü görülüyordu.

Washington’da Beyaz Saray’ın önündeki meydanda yaklaşık 30 bin kişilik faşist bir kalabalık toplanmıştı. Birilerinin üzerinde “Camp Auschwitz” tişörtü vardı. Proud Boys adlı faşist grubun üyelerinin üzerinde de 6 MWE (6 milyon yeterli değildi) yazan tişörtler...

Köleci Güney’in bayrakları da meydandaydı. Trump geldi, bu kalabalığa yaptığı konuşmada “ülkeyi geri almak için sert bir mücadelenin gereğinden”, seçim sonuçlarını değiştirmek için hep birlikte Kongre binasına yürümekten söz etti. Kalabalık, devrim yapacağına inanmış olmanın heyecanıyla Kongre binasına doğru yürüyüşe geçtiğinde, Trump, Beyaz Saray’a geri dönüyordu.

Kalabalık, Kongre önüne gelince devrimci bir heyecanla binaya saldırdı, kapıları camları kırarak, neredeyse hiç olmayan polisin kordonunu aşarak içeri girdiğinde, siyasetin gerçeğiyle karşılaştı: Kimileri silahlıydı, bellerindeki plastik kelepçelerden tutsak almaya niyetli oldukları anlaşılıyordu ama “isyancıların” ne bir programı, projesi vardı ne de devletin ne olduğu konusunda bir fikri… Odaları talan ettiler, “Pence asılmalı” sloganları attılar, bol bol “selfi” çektiler (suçlarını belgelediler) sonra ne yapacaklarını bilemediklerinden binayı terk etmeye başladılar.[39]

Kongre binasının Trump destekçileri tarafından basılması, hem ABD sistemini hem de küresel kapitalist sistemi yeniden sorgulanır hâle getirdi; Prof. Dr. Korkut Boratav, ABD’de sistemin ayakta kalmasının zor olduğunu söylerken, Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu da ülkedeki sınıflar arası çatışmaya dikkat çekerken haklıydılar![40]

Trump’çıların Capitol Hill’i basması, “grande finale”di adeta! “Amerikan rüyası” da, demokrasisi de, güçler ayrımı da tuzla buz oluyordu. Batı’nın yeni çehresi bundan sonra hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı…

ABD, Amerikan iç savaşından beri, böylesine bölündüğünü görmemişken; “Demokrasi tapınağında meydana gelen “kutsala saygısızlıklar”, sadece bir kara komedi olması bakımından bir “ayaklanma” teşkil etti. Açıklığa kavuşturayım: Cumhuriyetçi Parti, onarılamaz bir ayrışma yaşadı,”[41] diyordu Mike Davis.

Kolay mı?

Trump’ta cisimleşen “(neo-) faşizm”, Doç. Dr. Utku Balaban tarafından, “Trump’ın başkanlığı sırasında yaşananlar ve son kriz 40 yıllık bir sürecin sonucudur,”[42] diye tanımlarken; ABD’de Kongre binasının Trump taraftarlarınca basılmasıyla tırmanan bunalım, hem ABD’nin küresel hegemonyasının zayıflamasıyla hem de ülkedeki siyasal, toplumsal, sınıfsal, kültürel kutuplaşmayla, varsıl - yoksul uçurumunun derinliğiyle, fay hatlarının çokluğuyla ilgiliydi.

Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Başkanı Richard Haas’ın, “Eğer ABD çağının sonu başlamışsa, o gün bugündür,”[43] ifadesiyle yorumladığı gibi.

Aynı konuda Prof. Dr. İlhan Uzgel, yaşananları “ABD’nin siyasi 11 Eylül’ü” olarak nitelendirirken; Prof. Dr. Mustafa Türkeş de, “Amerikan demokrasisinin söylendiği gibi örnek bir nitelikte olmadığını bu süreçte bütün dünya gördü,”[44] diye ekliyordu.

Kimsenin şüphesi olmasın: Dünyanın en büyük ekonomisine, ordusuna sahip ABD’de “süreç olarak faşizm” yalnızca ABD halkının değil, aynı zamanda dünya halklarının güvenliğine yönelik büyük bir tehlikedir.

Çünkü Mussolini’nin “Roma Yürüyüşü”nü, Hitler’in “Birahane Derbesi”ni anımsatan, 6 Ocak 2021 kalkışması iki açıdan önemlidir: Birincisi kalkışma, ABD’de siyasi-kültürel kutuplaşmanın derinliğini, demokrasideki çürümeyi gözler önüne serdi; bir iç savaş olasılığını gündeme getirdi. Sosyal bilimlerde, iç savaş tehlikesi üzerine tartışmaları hızlandırdı. İkincisi, kalkışma ABD’de faşist hareketin toplumsal özelliklerine ilişkin önemli ipuçları veriyordu. Bu kalkışma karşısında büyük sermayenin tutumu da önemliydi.[45]

Bu bağlamda ‘The Financial Times’da Gideon Rachman’ın, “Washington’da şu sıralarda, ‘Biz Weimar mıyız’ sorusu çok moda,”[46] vurgusu önemliyken; hatırlanacağı gibi Almanya’da Weimar dönemi, “İspanyol gribi” ile demokratik umutlarla başlamıştı. Bu umutları, “süreç olarak faşizmin” “büyük yalanı” ile zehirlendi, ekonomik krizle yıkıldı, sosyal demokratların ve komünistlerin pasifizmi, liberallerin işbirliği, toplumu faşist hareketin kucağına itti. “ABD Weimar mı” sorusunun cevabı bu denklemde yatıyordu;[47] elbette bir de ekonomik soru(n)lar![48]

Tüm bunlar Trump gerçeğiyle bütünleşince ortaya patlayıcı bir madde çıkması da kaçınılmaz oluyordu Patrick Cockburn’un, “Trump veya Trump benzeri liderler bu demokratik engelle karşılaşmak zorunda kalmayabilir. 1920’lerin ve 1930’ların Avrupa’sındaki faşizan hareketlerin yapısını taklit eden Cumhuriyetçiler sonunda 2021’de son yapı taşlarını yerleştirdi,”[49] saptamasındaki üzere.

Kaldı ki Biden, Trump yanlısı MAGA (Make America Great Again - Amerika’yı Yeniden Büyük Yapalım) hareketinin ideolojisini “yarı-faşist” olarak nitelerken; Amerika’da, “süreç olarak faşizm” gerçeğini nihayet zımnen de olsa kabul ediyordu.[50]

Kavranması gerek: Trump bir yandan gelir düzeyi yerinde sayan kesimlerden oy alırken bununla sınırlı olmayan, gerici, sağ, ekonomik sorunu olmayan beyaz Amerikalıların da aradığı bir lider oldu. Dünyanın başka yerlerindeki otoriter ve sağ popülist siyasetçiler gibi kendisini elit ve müesses nizam karşıtı, küreselleşmecilere, liberallere karşı çıkan, Amerika’nın gerçek sahiplerinin, otantik Amerikalının temsilcisi olarak sundu…

Trump’ı Tanrı’nın lütfü, adeta Mesih olarak gelmiş biri olarak gören, ırkçı-dinci faşistler, Biden’ın asla başkan olamayacağına inanıyorlardı.[51]

CNN araştırması, Amerikalıların yüzde 69’unun 2020 seçimlerinin çalındığı iddiasını reddettiğini ama her dört Cumhuriyetçi’den üçünün inandığını ortaya koyuyordu.[52] YouGov anketine göre parti seçmenlerinin yarısına yakını da (yüzde 43’ü) Kongre işgalini onaylamıştı![53]

Bu arada egemen sermayenin, Ellison (Oracle), Bezos (Amazon), Musk (Tesla, Space X), Zückerbeck (Meta), Thiel (PayPal, Palantir) gibi düne kadar “liberal” eğilimli plütokratları Demokrat Parti’ye karşı tutum aldı. Cumhuriyetçi Parti’nin, Müslüman, LGBTİ+, kürtaj, göçmen, Yahudi, düşmanlığı konularında Trump’tan çok daha radikal adaylarına milyonlarca dolar kaynak aktarıyorlar. Trump’ın harekete geçirdiği “canavar” artık Trump’ın denetiminde çıkıyordu.[54]

Ayrıca Trump bir yandan aşırı sağcı gruplarla ilişkisini sıkı tutar, diğer yandan kendi sosyal medya platformu Truth Social’ı ayağa kaldırmaya çalışırken; trans sporcularla alay etti, evsizlerin toplanıp şehirdışı kamplara sevk edilmesini savundu, demokrat valilerin şiddetle mücadele edemediğini iddia edip, başkanın o eyaletlere birlik gönderebilmesi gerektiğini söyledi. “Ülkemiz suç lağımına döndü” diyerek sanıkların hızlı yargılanması ve hızlı infaz çağrısında bulundu. Başkanı kısıtlayan “haydut bürokratları” görevden alma sözü verdi. Trump’ın tüm bu adımları Amerikan aşırı sağı için iktidar şafağını müjdeliyor. İntikamcı duygularla demokrasiyi dejenere edecek, daha güçlü başkanlık iddiasıyla ilkine kıyasla çok daha otoriter bir dönem inşa edecek. Zaten zengin beyazların yönettiği silahlı aşırı sağcı gruplar da daha zayıf, daha uysal ve daha kibar bir Trump istemiyordu![55]

Çünkü “… ‘Beyaz üstünlüğü’, beyaz adamın, siyah-kahverengi olanları yok etme pahasına var olma hakkı, ABD’nin genlerinde vardı”;[56] Irkçı Ku Klux Klan örneğinde görüldüğü gibi![57]

Tüm bunlar Trump’ın önünü açarken;[58] ve Damon Linker, “Canavarı evcilleştirmek için artık çok geç,”[59] derken; ABD’deki Sosyalizm ve Özgürlük Partisi açıklamasında, “Trump Kongre’ye yönelik faşist ayaklanmayı teşvik ediyor, sırada ne var?”[60] diye soruyordu!

Yine ‘The Atlantic’ dergisi, “6 Ocak prova oldu, Trump’ın bir sonraki darbesi başladı” saptamasıyla, gelecek seçimleri ele geçirmek için çok daha iyi bir konuma geldiğini belirtiyor; ‘The New Yorker’ da ‘Önümüzde İç Savaş mı Duruyor?’ başlıklı yazısında ABD’nin “Dünyanın en eski sürekli demokrasisi olduğu biçimindeki görüş çöktü,” diyor.[61]

Görünen odur ki “Önümüzdeki dönemde ABD aşırı sağı çok daha fazla şiddete başvuracak,”[62] tespitleri daha fazla telaffuz edilirken; Clayton Besaw ve Matthew Frank de, “Trump’ın teşvikiyle şekillenen ayaklanma, önümüzdeki dönemde siyasi ve toplumsal kargaşa yaratacak,”[63] diyor ve ekliyor Dr. Kaan Kutlu Ataç: “Amerika’nın, temsil etmekten gurur duyduğu liberal demokratik düzen, bizzat kendi başkanlarının teşvik ettiği anti-demokratik ve popülist ötekileştirici siyasetin kurbanı olmuştur.”[64]

KISACA!

Constantin Iordachi’nin dediği gibi, “Birinci Dünya Savaşı ile birlikte sona eren uzun bir gebeliğin ürünü”dür faşizm.[65]

“Uygar Avrupa”, yüzyıl boyunca iç ve dış siyasetinde, üretimin ve sermayenin örgütlenmesinde, milliyetçilikte, sömürgecilikte kesintisiz bir değişim yaşadı. Avrupa sömürgeciliğinin tarihi, aynı zamanda ırkçılığın tarihiydi. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyal dönüşümlere karşı gittikçe büyüyen ve hırçınlaşan muhafazakâr bir tepki gelişti.

Sanayi kapitalizminin yüzyılın son çeyreğinde hızla tekelci kapitalizme dönüşmesi, buna karşılık işçi hareketinin büyüyen bir tehdit hâline gelmesi felsefi ve siyasi gericiliği güçlendirdi. Özgürlük, eşitlik ve demokrasi talep edenleri kanla bastıranlarla, Aydınlanma değerlerine ve sosyalizme karşı muhafazakâr, irrasyonalist ideolojileri savunanlar aynı saftaydılar. Faşizme kan sağlayan antisemitizm Orta Çağla, ırkçılık sömürgecilikle yaşıttı.

Eric J. Hobsbawm’ın, “Faşizme mazeret bulanlar, Mussolini ve Hitler’i, V. İ. Lenin’in doğurduğunu öne sürmekte belki de haklıdırlar,”[66] vurgusundaki üzere, faşizm denince bizim aklımıza önce finans kapitalin emperyalist[67] zorbalığı gelir.

Faşizm, genel kabul olarak emperyalizm döneminde ortaya çıkan karşı devrimdir. Burjuva devletin emperyalizm döneminde iktidarının devrim tehlikesiyle karşı karşıya geldiği durumlarda devletin aldığı biçimdir. Devlet başka bir devlet değil gene burjuva devlettir, fakat biçim değiştirir. Ancak faşizmin iktidarı sıradan bir burjuva yönetiminin bir diğeriyle yer değiştirmesi değil, burjuvazinin sınıfsal tahakkümünü uygulamada var olan burjuva yasallıkların tümünün yok edilerek açık terörist diktatörlük yönetimine geçmesidir.

Faşizm, bir anda gökten inmedi, kapitalizmin içinde doğdu, faşizmin ana rahmi kapitalizmdir. O, kapitalist gericiliğin içinde mayalanır ve tekelci aşamaya geçmesiyle birlikte onun ideolojik bir veçhesi hâlini alır. Faşizmin ideolojik öncülü ırkçılıktır, ırkçılık sömürgecilik döneminde yükselen ideolojik zemindir. Faşizm, her ülkenin toplumsal, tarihsel, sınıfsal biçimlenişine göre farklı farklı özellikler taşır.

Ama ortak ekseni, tüm siyasal eğilimlerin şiddetle tasfiyesi üzerinde kurulan topyekûn diktatörlüktür.

(Neo-) Faşizm bugünlerde yeniden dünyanın gündemine gelmişken unutulmasın: “Faşizm süreci, özgün bir ideoloji, bir toplumsal hareket, lider, parti ve terörist eylemler üzerinden ilerler. Faşist ideoloji, öncelikle iki amaç tanımlar: Orijinal/otantik bir toplumsal grubun yaşantısını, hatta varlığını “tehdit eden” değişimleri, altüst oluşları, etnik/dini bir “ötekinin” seçkinlerinin komplosuna bağlar. İkincisi de kadınların vücutları üzerinde hâkimiyet kurmak, bu hâkimiyetin kurumsal ifadesi olan aileyi tehdit ettiği iddiasıyla LGBTQ+ pratikleri bastırmak ister.”[68]

Özetin özeti: Bugünlerde otoriter popülizm alt başlığında sunulan hakikatin bir adım sonrası (neo-) faşizmdir.

Ve (neo-) faşist yükselişinin durdurulması, sürdürülemez kapitalizmin krizine karşı arayışların, sosyalist alternatiflere dönüşebildiği çerçevede gerçekleşebileceğini göz ardı etmeden; “süreç olarak faşizm”in ancak umudu yeşertecek sokaklarda geriletilebileceği kulaklara küpe edilmelidir![69]

3 Kasım 2022 19:29:16, İstanbul.

N O T L A R

[1] Kaldıraç, No: 257, Aralık 2022...

[2] Max Horkheimer.

[3] Faşizm sözcüğü, İtalyanca “fascio” (demet) kavramından geliyor. Yani İtalyancada, aynı yöndeki iradelerin demet hâlinde toplanması anlamını taşıyor. Sosyolojik anlamda ise, kapitalizmin liberal demokrasi vasıtasıyla sürdürülemez bir noktada sermaye sınıfının çıkarları açısından diktatörlükle sürdürülmesi anlamına gelir. İlk faşist uygulama, Mussolini İtalya’sında oldu. Ardından Hitler Almanya’sında faşizmin yükselişini görüyoruz. Franko İspanya’sında da iç savaş sonucu yerleşti.

[4] George Lukacs, Aklın Yıkımı II, çev: Ayşen Tekşen Kapkın, Payel Yay., 2006, s.297.

[5] Chuck Palahniuk, Ninni, çev: Funda Uncu, Ayrıntı Yay., 2007.

[6] Chris Hedges, “Faşizmin Dönüşü”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:814, 16 Ekim 2022, s.6-7.

[7] “Dijitalleşmeyle birlikte faşizm yepyeni araçlara sahip oldu. Dijital ortamın getirdiği yeni faşizm araçları şöyle: 1) Kitlesel gözetleme, 2) İnsanlarla ahlâkdışı deneyimler, 3) Toplum mühendisliği, 4) Uyum zorunluluğu, mahalle baskısı, 5) Propaganda ve sansürcülük, 6) Babacan diktatörlük, 7)Tahmine dayalı polis yöntemleri, 8) İnsanları değişik değerlere göre sınıflandırma, 9) Duruma ve yoruma göre insan hakları kavramı, 10) Bunalım zamanlarında ve değişken dünyada ötanazyanın bile mümkün hâle gelmesi olasılığı. 

Dikkat edilirse yukarıdaki 10 madde aslında faşizmin geçmişte arayıp da bulamadığı istekleri ve araçları içeriyor. Ayrıca çıkarılan yasa veya yayımlanan genelgeler ile de yeni suç tanımları yapılıyor. Sosyal medyanın özgür ortamı kontrol ediliyor ve korkutma, yıldırma amaçlanıyor. Diktatörlerin yaptığı yanlışlıklar, yalanlar, beceriksizlikler, ihanetler, suikastlar, cinayetler, yasadışı uygulamalar halktan gizleniyor. İnsanlar tam bir sansür korkusu ve terörü içinde kalıyor.

Bilgi ve bilişimin kendi kendini yönetmesi ve kişisel bilgilerin veri bankalarında depolanması yoluyla dünya küresel bir faşizme açıktır. Bizler, yani demokrasiyi korumak isteyenler, ne kadar beklersek faşizmin güçlenmesi o kadar kolay olur. Her gün yeni algoritmalar yoluyla kişisel bilgiler toplanmaya devam ediyor. Bazı kamu kurumlarınca toplanan bilgiler veya sosyal medya bilgileri piyasada satılıyor. Böylece bizim davranışlarımız kontrol altına alınıyor.” (Tevfik Dalgıç, “Dijital Çağda Faşizm ve Sansür”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2022, s.2.)

[8] Ergin Yıldızoğlu, “Emekçi-Egemen Sınıflar Arasındaki Gelir Dağılımı Öfke Yaratacak Düzeyde Derinleşmemeli”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2022, s.10.

[9] “Liberal demokrasinin istikrarı, verimli işleyen bir ‘güçler ayrılığının’, ‘ikili yapı’ (seçilmişler ve atamışlar) ve ‘bağımsız’ bir medyanın gözetiminde, ‘çokluğun’ iradesinin, hakların ve özgürlüklerin anayasada belirlenmiş sınırların içinde tutulmasına bağlıdır. Bu sınırlar daralmaya başladığında süreç faşizme doğru, genişlemeye başladığında serbest piyasa ve kapitalist mülkiyet ilişkilerini tehdit etmeye doğru ilerler.” (Ergin Yıldızoğlu, “Demokrasi Daralıyor Süreç Faşizme Evriliyor”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2022, s.8.)

[10] Ergin Yıldızoğlu, “Kutuplaşma Derinleşiyor”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2022, s.9.

[11] Malûm, “faşist”, Mussolini ve yoldaşlarının kendilerine yakıştırdıkları bir söz. “Fasces”, yani odundan balta sapı demetleri, eski Roma’da mahkemelerin cezalandırma yetkisinin simgesi olarak yüksek yargı mensuplarının önünde taşınırmış. 1930’larda ortaya çıkan bir ideolojinin, siyasi hareketin, kılık değiştirerek bugün de varlığını devam ettirdiğini söylemek belki aşırı bir genelleme olur. Ancak bugün karşılaştığımız popülist hareketlerle faşizm arasında ortak noktalar bulunduğu bir gerçek.

[12] Fransa da başkanlık seçimlerinin 2. turunda, “yeni-faşist” Le Pen oy oranını 2017’de yüzde 33.8’den 2022’de de yüzde 41 yükseltti. (Ergin Yıldızoğlu, “Fransa Seçimleri Üzerine Spekülatif Düşünceler”, Cumhuriyet, 28 Nisan 2022, s.9.)

[13] Ergin Yıldızoğlu, “Orban, ‘Yeni Faşizm’ ve Süreç Olarak Faşizm”, Cumhuriyet, 7 Nisan 2022, s.9.

[14] Ergin Yıldızoğlu, “Din ve Faşizm”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2022, s.9.

[15] Buket Aşçı, “Komet”… http://www.antikalar.com/komet

[16] “Bu, umutla savaşın yarışı. İki ölümün yarışı birbiriyle. Hangisi birinci gelecek? Faşizmin ölümü mü, benim ölümü mü? Bu soruyu bir ben miyim soran? Ne yazık ki değil. Bunu, Avrupa’da ve dünyanın dört bir yanında, binlerce tutuklu, milyonlarca asker, on milyonlarca kadın erkek soruyor kendi kendine.” (Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015, s.82.)

[17] Mustafa Kemal Erdemol, “Lord Mountbatten: Kraliyet Ailesinin Darbeci Üyesi”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2021, s.6.

[18] “Marion/ ‘Marie’ Le Pen adı nerede geçerse mutlaka ‘faşist’ sıfatı ekleniyor.

Her küreselleşme karşıtı, her ‘ulusalcıya’ faşist denir mi?

Ekonomide ‘kamuculuğu’ savunan herkese ‘faşist’ denir mi?

Her ‘güçlü devlet’ vurgusunu yapana ‘faşist’ denir mi?

NATO’ya, AB’ye mesafeli duran herkese ‘faşist’ denir mi?

Rusya, Çin ile yakınlaşmak isteyen herkese ‘faşist’ denir mi?

Hele… Göç karşıtlığı yüzünden ‘faşist’ diyorsanız; tüm Batı liderlerine ‘faşist’ demeniz gerekmez mi?

‘Yahudi düşmanı’ denen bu politikacı kadın, yıllardır Cezayir Yahudisi Lois Aliot ile birlikte; ki adamcağız da Ulusal Cephe partisinin genel başkan yardımcısı ve belediye başkanı!

Marie Le Pen, soykırımı her defasında ‘barbarlığın zirvesi’ diye tanımlıyor. Hollanda’daki Müslüman düşmanı sağcı popülist PVV gibi İsrail ile yakınlaşma politikalarını savunuyor…

‘Haksız, yanlış ve karikatürize imajlı’ diye tanımladığı partisini, ‘şeytanlaştırma propagandasından’ çıkarmak için babasını bile partiden attı!

Aşırı sağ nitelenmesini aşağılayıcı görüp reddediyor: ‘Nasıl aşırı sağa taraf olurum? Konusu ne olursa olsun taleplerimizin aşırı önermeler olduğunu düşünmüyorum.’

Macar Jobbik ya da Yunan Altın Şafak gibi neo-Nazi partilerle ilişki kurmayı reddediyor. Aksine 2015 seçiminde Yunan solcularının ittifak partisi SYRIZA’ya destek verdi. 1 Mayıs İşçi Bayramı yürüyüşlerine katılıyor…” (Soner Yalçın, “Kim ‘Faşist’…”, Sözcü, 28 Nisan 2022, s.10.)

[19] Mine G. Kırıkkanat, “Fransa’da Askerlerin Bildirisine 36 Bin Subay İmza Attı”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2021, s.12.

[20] Mine Kırıkkanat, aktaran Ali Sirmen, “Şimdi de Fransa’da Askeri Darbe mi?”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2021, s.4.

[21] Ergin Yıldızoğlu, “Fransa da Bir Yol Ayrımında”, Cumhuriyet, 11 Nisan 2022, s.11.

[22] Özde Çelikbilek, “Salgından Polis Devleti Çıkardılar”, Birgün, 31 Mart 2021, s.4.

[23] Ergin Yıldızoğlu, “Yine O İki Ülke”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 2022, s.11.

[24] “Erich Fromm 1941’de yazdığı Özgürlükten Kaçış kitabında özetle şöyle der: İnsanlar düzensizliğin arttığını hissettiklerinde büyük endişe duyuyorlar ve bu da emniyet arayışında karşılık buluyor. Yaşamlarına emniyet hissini geri getirmek için otoriteye ve uymacılığa sarılıyorlar. Fromm’un da söylediği gibi bu durumda genelde ‘bireyin hayatına anlam ve düzen kazandırma iddiasında olan ideolojiler ve liderler kabul görme eğiliminde oluyor.’ Bu eğilimi Almanya’da 1933 yılında görmüş, sonrasında ülkeyi terk etmişti: ‘Modern insan hâlâ huzursuz ve özgürlüğü her tür diktatöre teslim etmeye teşne’ diye yazmıştı.” (Michele Gelfand, “Otoriter Liderler Korkuyla Besleniyorlar”, Birgün, 6 Ocak 2020, s.5.)

Ayrıca Umberto Eco , ‘Ebedi Faşizm’ başlıklı makalesinde “kök-faşizm” kavramıyla faşizmin temel unsurlarını betimlerken, “Reel bir düşman yoksa, bir düşman icat etmeniz gerekir. Düşmanlar olmadan tehlike olmaz, tehlike olmadan cemaat bilinci olmaz, cemaat bilinci olmadan da milli cemaat olmaz,” der. (Umberto Eco, Beş Ahlâk Yazısı, çev: Kemal Atakay, Can Yay., 1998, s.28-49.)

[25] Nilgün Cerrahoğlu, “Zamanın Ruhu Meloni”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2022, s.7.

[26] Nilgün Cerrahoğlu, “Çizme’de Merkez Silindi”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2022, s.7.

[27] Mustafa Balbay, “Melonissolini!”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2022, s.9.

[28] Mert Cengiz, “İpek Demirsu: Roma’da Sandıktan Postfaşizm Çıktı”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2022, s.10.

[29] Nilgün Cerrahoğlu, “İtalya İçin ‘Kara Pazartesi’…”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2022, s.10.

[30] Hayri Kozanoğlu, “İtalya’da Faşizmin Topuk Sesleri”, Birgün, 27 Eylül 2022, s.10.

[31] Ergin Yıldızoğlu, “Faşizm ve Fantezi”, Cumhuriyet, 29 Eylül 2022, s.9.

[32] Mustafa Balbay, “Roma’da Göçmen İstilası!”, Cumhuriyet, 21 Eylül 2022, s.5.

[33] “Nilgün Cerrahoğlu, “Tuhaf Zamanlar”, Cumhuriyet, 25 Eylül 2022, s.9.

[34] İbrahim Varlı, “Meloni Sermaye Sınıfının Sözcüsü”, Birgün, 21 Eylül 2022, s.11.

[35] Umut Serdaroğlu, “Cinzia Della Porta: Meloni’nin Sınavı Ekonomik Kriz”, Birgün, 30 Eylül 2022, s.10.

[36] Franco Berardi, “Hangi Uçurumdan Bahsediyoruz?”, Yeni Yaşam, 13 Şubat 2021, s.10.

[37] Mustafa Birol Güger, “Biden Yönetimine Karşı Sert Bildiri: Marksist Tiranlık”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2021, s.7.

[38] “Brezilya’yı yıllarca yöneten askeri cunta dönemine özlem duyan ve hükümetinde çok sayıda asker emeklisi barındıran Bolsonaro, Trump’ın ikizi gibi.” (Orhan Bursalı, “Brezilya: Bolsanaro Kaybedecek mi, İktidarı Bırakır mı?”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2022, s.5.)

[39] Ergin Yıldızoğlu, “I. Perde Kapandı”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2021, s.11.

[40] Taylan Büyükşahin, “Kapitalist Sistem Tökezliyor”, Sözcü, 16 Ocak 2021, s.7.

[41] Mike Davis, “Tepedeki İsyan”, Yeni Yaşam, 9 Ocak 2021, s.10.

[42] Özde Çelikbilek, “ABD’de Kongre Baskını 40 Yıllık Sürecin Sonucu”, Birgün, 11 Ocak 2021, s.4.

[43] Mehmet Ali Güller, “Trump’ın Son Kumarı”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2021, s.12.

[44] Hüseyin Hayatsever, “ABD’nin Siyasi 11 Eylül’ü”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2021, s.6.

[45] Ergin Yıldızoğlu, “6 Ocak’ın Yıldönümünde, Faşizmin Anatomisi”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2022, s.11.

[46] Ergin Yıldızoğlu, “Weimar Amerika - II”, Cumhuriyet, 21 Ekim 2021, s.9.

[47] Ergin Yıldızoğlu, “Weimar Amerika - III”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2021, s.9.

[48] “ABD’de 2022 Haziran ayı enflasyonu bütün beklentilerin üstünde ve yıllık bazda yüzde 9.1 olarak gerçekleşti. 41 yılın zirvesi! Biden, vatandaşlarının homurdanmasına yol açan ekonomik sıkıntıları Putin’e fatura etmeye çalışsa da işe yaramıyor.

Savaş ve Pentagon bütçesini artırmaya yönelik itirazlar Temsilciler Meclisi’nden de yükselmeye, silaha harcanan paraların ABD’yi daha güvenli bir yer yapmadığını söyleyenlerin sesi daha yüksek çıkmaya başlandı. Pentagon bütçesinden yapılacak kesintilerle neler yapılabileceği; 1 milyon ilkokul öğretmeni atanabileceği, 300 bin hemşire daha istihdam edilebileceği, her eve güneş enerjisi sistemi kurulabileceği, vb. gibi söylemlerle savaş harcamalarına karşı çıkılıyor.

Bu arada, Rusya’dan sonra asıl tehdit olarak görülen Çin yılın ilk yarısında dış ticaretini 2021 yılına göre yüzde 9.4 artırarak yaklaşık 2.94 trilyon dolar seviyesine ulaştı! (L. Doğan Tılıç, “Darbe”, Birgün, 16 Temmuz 2022, s.3.)

[49] Patrick Cockburn, “Cumhuriyetçi Parti Faşist Oldu, Artık Dünyanın En Tehlikeli Tehdidi”, 8 Temmuz 2021… https://www.indyturk.com/node/384471

[50] Ergin Yıldızoğlu, “Amerikan Faşizmi: MAGA”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2022, s.11.

[51] Ergin Yıldızoğlu, “Krizler Şaşırtır”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2021, s.11.

[52] Necati Özkan, “Trump Geliyor!”, Cumhuriyet, 1 Ağustos 2022, s.5

[53] Taner Timur, “Neo-liberalizm, Çılgın Trump ve Faşist Komplo”, Birgün Pazar, Yıl:17, No:723, 17 Ocak 2021, s.8-9.

[54] Ergin Yıldızoğlu, “ABD: Resmin Parçaları Yerlerine Oturuyor”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2022, s.9.

[55] ABD ve Avrupa basın-yayını, dikkatleri, Trump’a yakınlıklarıyla da bilinen Rusya’nın Putin’i; Macaristan’ın Orban’ı; Türkiye’nin Erdoğan’ı ve Hindistan’ın Modi’si gibi liderlere çekti. Birçok ülkenin lideri Kongre baskını nedeniyle Trump’ı doğrudan hedef almadan demokrasiye sahip çıktı. (“ABD’de Demokrasiye Saldırı”, Birgün, 17 Ocak 2021, s.4.)

[56] ABD, kıta yerlilerinin topraklarına el konulmasıyla birlikte ilerlemiş bir soykırım ve kölecilik üzerinde şekillendi. Kölecilik, 1616’da Virginia’daki yerleşime, bir Hollanda gemisinin getirdiği 20 Afrikalı köleyle başladı. “Plymouth kayalığı” olarak anılan yerde kurulan koloninin, birinci yılını (1620) tamamlayabilmesinin anısına her yıl kutlanan “Şükran Günü” de soykırımın başlangıcı olarak görülebilir.

“Yeni Kudüs”, “vaat edilmiş topraklar” olarak Amerika söylemi, o günlere kadar gider, beyaz Hıristiyan göçmen yerleşimcilerin, kendilerinden farklı olan yerlileri, “vahşi”, “dinsiz” olarak betimlemelerini, ırkçı varsayımlara dayanarak imha etme, topraklarını alma hakkını Tanrı adına meşrulaştırır.

Yaklaşık 200 yıl sonra, bu geçmiş, Webster’in, ABD başkanlarının görevi devralırken yaptıkları konuşmalarda yankılanan “Plymouth Kayalığı” söyleminde, “ırk” kavramına “Tanrı’nın lütfuna” da başvurarak onaylanır, yüceltilir. Bu ırkçı ve soykırımcı anlayış, 1845’te kullanılmaya başlanan “Manifest destiny” (Amerika’nın Tanrı tarafından belirlendiği aşikâr olan egemen ülke olma kaderi) kavramıyla pekişir. Böylece Kuzey Amerika kıtasının Tanrı adına mülk edinilmesi, yerlilerin topraklarından sürülmesi, yok edilmesi kutsal bir iradeye dönüşür. Bunlar, ABD’nin emperyalist yayılmacılığının da başladığı yıllardır.

“Manifest destiny”, yaklaşık 100 milyon yerlinin yok edilmesine, 300 bin Afrikalının köle olarak getirilmesine dayanan bir kapitalist yayılma süreci anlamına gelir. Boşuna mı Malcolm X, “Biz Plymouth kayasına inmedik, o kaya bizim başımıza indi” demiştir.

“Beyaz üstünlüğü”, beyaz adamın, siyah-kahverengi olanları yok etme pahasına var olma hakkı, ABD’nin genlerinde vardır. Silah “kültü” de “Vahşi Batı”ya doğru yayılan yeni yerleşimlerin, yerlilerle soykırım savaşlarının başlamasıyla ilgilidir. Vatandaşların silah taşıma hakkı, bağımsızlık savaşından sonra, 1791’de anayasaya eklenen devrimci-demokratik bir adım iken, Batı’ya doğru yayılma yerlileri yok etme döneminde, “Colt” ve “Winchester” gibi silah üreticilerinin de teşvikiyle, “kovboy” mitolojilerinin desteğiyle emperyalizmin, soykırımın aracına dönüşmüştür.

XX. yüzyılın ilk yarısına gelirsek, artık karşımızda “askeri sınai kompleks” olarak tanımlanan ve savaşlardan bunu destekleyen, iç savaş (1861-65) öncesindeki köleci döneme yönelik ırkçı nostaljiden; siyahların, tüm ırkçı önyargıları yalanlayacak biçimde toplumda kendilerine yer yapmaya başlaması karşısında güçlenen “negro” nefretinden ve korkusundan beslenen bir silah taşıma hakkı saplantısı vardır. (Ergin Yıldızoğlu, “Genlerinde Var”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2021, s.11.)

[57] Amerika bağımsızlığını kazandı ama İngiliz emperyalizminin hediyesi olan “beyaz ırk üstünlüğü” zihniyeti aynı kaldı. “Kölelik” vahşetinin devamını isteyen güney eyaletleri ile kaldırılmasından yana kuzey arasında iç savaş çıktı. Savaşı kuzeyliler kazandı ve “kölelik” kaldırıldı. Ama “beyaz ırk üstünlüğü” nefretten yana, ayrımcı zihniyetlerde yaşamaya devam etti.

Irkçı Ku Klux Klan (KKK) ilk defa “köleliğin devamı” için savaşan güney eyaletlerinde 1860’ların sonunda ortaya çıktı. Amaçları Cumhuriyetçi hükümeti yıkmak için siyahlara saldırıp terör yaratmaktı.

Bu gizli örgüt değişik güney eyaletlerindeki şehirlerde ve kırsal kesimde korku salmaya ve terör estirmeye devam etti, federal güvenlik güçlerince bastırılan bu şer yuvaları giderek örgütsel güçlerini kaybetse de “beyaz ırk üstünlüğü zihniyeti” sürdü. KKK, 1915’te Georgia’da adeta hortladı.

1920’lerin ortalarında orta batı ve batı eyaletlerine sıçradı. Bunun nedenlerinden biri, 1915’te D. W. Griffith’s’in “The Birth of a Nation-Bir Milletin Doğumu” isimli sessiz filminin, KKK’nın kurulmasını bir anlamda mitolojik hâle getirmesiydi. Filmden de etkilenen popülist nitelikli gizli Protestan örgütler kuruldu.

Ayrıca Katolik ve Musevi düşmanlığı da eklendi bu nefret söylemine. Irkçı örgüt, törenlerinde beyaz kıyafet kullanıyordu. KKK’nin üçüncü kez yeniden sahneye çıkması ise 1950’lerde oldu. Küçük gruplar hâlinde ve yerel etkinlik arayışındaydılar. Amaçları sivil haklar hareketine mani olmaktı.

Adları cinayet, kaçırma, işkenceyle eşdeğerdi. Zaman içinde bu gruplar kimi eyalet yönetimleri tarafından nefret suç örgütleri olarak nitelendirirlerse de kimi kaynağa göre, 1996 yılında 6 bin kişinin bu tür yapılanmalara üye olduğu dikkat çekiyordu. KKK, her ne kadar artık etkinliğini kaybetse ve yasadışı hâle gelmişse de ABD’de ne acı ki kafaca “beyaz ırk üstünlüğüne” inanan bir kesim hâlen mevcut.

ABD’nin nüfusu 330 milyon civarında, bunun yaklaşık yüzde 13’ünü siyah vatandaşlar oluşturuyor. Ülkede gelir dağılımının adaletsizliği öteden beri tartışmaların merkezinde. Özellikle Afro-Amerikan, Latin kökenlilerin beyazlara göre pek çok imkâna erişiminde uçurum derin. Coronavirüs yüzünden artan işsizlik bu farkı daha da büyüttü. 2016 yılı istatistiklerine göre, ortalama bir beyaz ailenin yıllık geliri 171 bin dolar iken siyah ailelerde bunun onda biri kadar... (Tevfik Dalgıç, “ABD Diken Üstünde”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2021, s.7.)

[58] “Siyahların kanı, teri, gözyaşı ve çektiği acılar Amerika Birleşik Devletleri’nin zenginliğinin ve gücünün temelini oluşturmaktadır. Amerika’yı inşa etmeye zorlandık ve eğer zorlanırsak, onu yıkacağız.” (Huey P. Newton)

[59] Damon Linker, “Canavarı Evcilleştirmek İçin Artık Çok Geç”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2021, s.2.

[60] “ABD’li Komünistler: Polis ve Pentagon Çetelerle İşbirliği Yaptı”, 7 Ocak 2021… https://sol.org.tr/haber/abdli-komunistler-polis-ve-pentagon-cetelerle-isbirligi-yapti-23294

[61] Orhan Bursalı, “ABD’de İç Savaş ve Darbe Tehlikesi”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2022, s.6.

[62] Mustafa K. Erdemol, “ABD’de Aşırı Sağ Çok Daha Fazla Şiddete Başvuracak”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2021, s.7.

[63] Clayton Besaw-Matthew Frank, “ABD’de Ne Oldü”, Birgün, 11 Ocak 2021, s.5.

[64] Sertaç Eş, “Dr. Ataç Yorumladı: ABD Artık İstisna Değil”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2021, s.14.

[65] Constantin Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yay., 2015, s.18.

[66] Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006.

[67] Nicos Poulantzas, “Kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin, faşizm konusunda da ağzını açmaması gerekir” diyen Max Horkheimer’i, “Asıl emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir” diye eleştirir. (Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Birikim Yay., 1980, s.13.)

[68] Ergin Yıldızoğlu, “ABD: Süreç Olarak Faşizm İvme Kazandı (2)”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2022, s.11.

[69] “İtalyan solunun yeniden dönüşümü mümkün fakat bu çok uzun zaman alacak bir mesele ve ‘Melanchon’ projesini kopya etmeyi içermiyor. Kaybeden zayıflamış partileri yan yana koymak, Fransa’daki gibi çare olmaz.” (Luciana Castellina, “Siyaseti Topluma Geri Getirin”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:814, 16 Ekim 2022, s.7.)