Biz Cumhuriyet Türkleri Osmanlı´nın Atalarımız olduğuna inanır, böyle konuşur ve davranırız.
Evet, öyledir ve doğrudur diyenler de, buna karşı çıkanlar da vardır. Ama insan gölgesinden kaçamaz. Nasıl ki gölgeniz, her gittiğiniz yere, bir ışık tarafından aydınlanılan her ortamda ışık sayısına göre gölgenizin sayısı da çoğalır ve gölgeniz sizinle birlikte, bazen önünüzde, bazen ardınızsa, bazen de sağınız veya solunuzda, hem de bazen çift olarak da gider. Bazen perdeye, yolda bazen asfalta, toprak üstüne, Arnavut kaldırımına ve duvara da vurur, boyunuzun iki katına ulaştığı da olur.
İşte Osmanlı´da bizim için öyledir. Kabullensek de, sevmesek de, dünya tarihi tarafından da onların devamı sayılıyoruz. Cumhuriyetimizi kurduğumuzda Osmanlı´nın dış borçlarını da altın olarak üstlenip ve de ödemedik mi?
Peki, Osmanlı´nın sultanlarından, saray aydınlarına kadar, Enderun´da yetişen sadrazam, vezir, paşa, sancak beyi ve saray katipleri dahi Türk´ü nasıl algılıyor ve kabulleniyorlardı?
Şüphesiz ki aramızda bunu araştıran, bu konuda kafa yoranımız da çok olmuştur.
Ben de okuduğum gazete küpürlerini kesip saklamaya pek meraklıyım. Ve de yıllar önce kesip sakladığım bir basın haberi, yıllar sonra, bazen bir kitabın arasından, bazen bir dosya arasından çıktığında, aradan geçen süre içinde konunun üzerinde bazı haberler okumuş, tartışmalar yaşamış isem, „iyi ki bunu kesip sakklamışım“ diye kendi omuzuma vururum.
Aşağıda yazacağım konuyu, özellikle „Muhteşem Yüzyıl“ dizilerini ben de zaman buldukça merakla izlediğim bu günlerde ve de hatta Başbakanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan´ın bile, yapacak devlet işleri kalmamış, terör de bitmiş gibi, tartışmaya farklı bir şekilde müdahil olması, benim için önemli kıldı.
Hürriyet gazetesinin Avrupa baskısının 12 Mayıs 1989 günlü bir köşesinde „Türkü Öldür“ diye bir bölümü okuduğumda, önemli bulmuşum ki, kesip saklamışım.
Kestiğim bölümde: „Biz Türkler, Osmanlı´ya pek hayranızdır…..“ diyor ve devam ediyor „İki lafın başı, Osmanlı atalarımızla övünmeyi âdet haline getirmişiz…. Acaba Osmanlılar da Türklere böyle hayran mıydılar? Tarih ve Toplum Dergisi´nin son sayısında yer alan Muzaffer Özdağ´ın yazısında ortaya koyduğu bir belge, onların Türklere çok düşkün olmadığını ortaya koyuyor. O zamanın divan-i Humayun kâtiplerinden Hafız Hamdi Çelebi , Kanuni Sultan Süleyman´a hitaben „tavsiye şiir“ yazmış…. Günümüzün Türkçesine çevrilen şiir şöyle:
Padişahım kainatın yaradılışındn bu yana
Dünya içinde Türklüğün kötülüğünden bahsedilir
Allâh Türk´e hiç anlayış gücü vermemiştir
O çok akıllı olsa bile pervasızdır
Türk´ü öldür baban olsa da
O iyilik madeni, yüce Peygamber
Türk´ü öldürünüz, kanı helâldir demiştir.
Bunların işi sürekli sapıklık olmuştur
Cümlesinden bunu örnek olarak al
Türk´ü öldür, baban olsa da
Türk derin bilgi sahibi olsa da
Fetvaya yetkili müftü bile olsa
Ey aziz dost bu söz içinde özetlendiği gibi
Asla onlara yanaşma.
Türk´ü öldür baban bile olsa
Türk´ün adam olacağını zannetme.“
Bu şiiri veya benzeri bir şiiri, hümayünden olup, Yedikule Zindanları´nda yatan bir şaiirin, zindandan yazıp Sultan Süleyman´a gönderip, Sultan Süleyman´ın da çok hoşuna gittigi için, kendisini zindan azabından azat etmiş olduğunu, daha önceki yıllarda da bazı yayın organlarında okuduğumu da çok iyi anımsıyorum.
Osmanlı Hanedanı´nın Fatih Sultan Mehmet´ten sonra Saray´da ve ordu´da dahi Türk´e asırlarca yer vermediğini, tarihe ilgisi olan kişilerin bilmediği şey değildir.
Osmanlı yönetiminde son Türk Sadrazam´ı (Başbakan) olan Çandarlı Halil Paşa´yı Fatih Sultan Mehmet, İstanbul´un fethinden sonra katletmiştir. Bu konuda değişik yorum ve rivayetler de vardır.
Kendisini Vatikan´daki Papa´dan Roma İmparatoru ilan etmesini isteyen Fatih Sultan Mehmet´e Papa´nın: „Bir avuç su, sonra seni Roma İmparator´u ilan edeyim“ dediğini de tarih yazar.
Fatih Sultan Mehmet´ten sonra Türk, asırlarca Osmanlı Devleti´nde sadece savaşlarda kan deposu asker, bahçıvan ve çiftçi olma erdemini elinde tutmuştur.
Geçen ay içinde sevdiğim bir dostumun konuğu olarak Türkiye´den eyaletimizdeki Neumünster kentine gelmiş olan değerli bilim adamımız emekli tarih doktoru, uluslararası mütercim, Muharrem Bayar´ı, beraberindekilerle Lübeck´te bir gün konuk etme ve doyumlu sohbet etme mutluluğuna ulaşmıştım.
Dr. Muharrem Bayar ile tarih üzerine geniş sohbetlerimiz oldu. Osmanlı´nın Fatih Sultan Mehmet´ten sonra Osmanlı Sarayı´na neden Türk kökenli sadrazam gelmediği üzerinde de konuştuk. Derin bilge Dr. Muharrem Bayar: „Türk kökenli sadrazam padişah tarafından katledildiği zaman, sadrazamın bağlı olduğu aşireti isyan ediyor ve yıllarca Osmanlı ile savaşıyordu. Bu konuda 30 yıl süren isyanlar, savaşlar olmuştur. Ama devşirme kökenli bir sadrazamı padişah gazaba gelip katledip, kellesini aldığında, sadrazamın arakasını arayan ve soran olmuyor ve bu konuda isyanlar da çıkmıyordu“ diye yanıtlamıştı.
Yine de, Osmalı kelime kavramını iki farklı kategoride irdeleyip değerlendirmemiz gerektiğine inanıyorum. Osmalı deyince; ülkeyi yöneten „Hanedan“ mensupları olarak algılanması gerektiğini istesek de, bir de hepimizin soyağacında yer alan kişiler, büyükanne ve büyükbabalarımız da Osmanlı döneminde yaşadıkları için, onları da Osmanlı´dan ayırmak pek kolay değil.
Ve hatta sert karekterli, sevecen, yerinde eli sopalı yaşlı hanımlara halen „Osmanlı kadın“ demiyor muyuz? Bu nedenle ikinci kategoriye yerleştirdiğimiz Osmanlılar, İmparatorluk coğrafyasında Hanedan´nın nezdinde birer „kul“, bu kulların müslüman olanları da topluluk olarak“ ümmet“ idiler.
Ama biz burada, Türk´ten hoşlanmayan Osmanlı derken, Osmanlı Hanedan´ı ve de Hanedan´ın emirkulu olup, yönetimde yer alan kadrolarıdır.
Her ne olursa olsun, Serv Antlaşması ile parçalanmış olan Osmanlı İmparatorluğu´nun külleri üzerine kurduğumuz Türkiye Cumhuriyet´nin, devlet idari – yönetim yapısı, kuralları ve törelerinin devamını sürdürmemiş, yönetim biçimini üstlenmemiş olsak da, yine de ve Hanedanla Saray yöneticileri her ne kadar da Türk düşmanı olmuş iseler de, soy ağacımızdakilerin Osmanlı döneminde yaşamış olduklarından, Osmanlı bizim de atalarımız sayılır.
Tarih hep doğruları mı yazıyor? İşte bu oldukça tartışmalı bir konudur. Biz bazen olayları, dürbüne tersten bakmak gibi, tersine de değerlendirdiğimiz oluyor. Bu tersten bakıp değerlendirmek de, bazen kendimize almatmak ve tarihimizde övünç duyacağımız olayları yaratmaktan da kaynaklanmaktadır.
Peki Osmanlı Tarihi´nde onur duyacağımız olaylar yok mudur. Hem de pek çok.
Osmanlı Yönetimi´nin ahmakça davrandığı, felaketlere sebep olan olaylar da var pekâlâ. Bunlardan biri ve en berbatı olan da, Muhteşem Yüzyıl dizisinin son bölümlerinde yavaş yavaş işlenen, Fransızlar´a verilen Kapütülasyonlar´dır, bence.
Bu günlerde başucu kitabım olan, Peter Hopkirk'ın „" İstanbul'un Doğusunda Bitmeyen Oyun" (Büyük Doğu'nun Paylaşım Savaşı) adlı kitaptan, İstanbul´un doğusundakilerin Tarih içinde nasıl oyuna getirildiklerini, akıllıların, göz boyama ve insan kandırma zanaatını iyi bilenlerin, kurnaz egemenlerin, Osmanlı´da dahil, ışığın geldiği yer olan Doğu´dakileri nasıl kullanmaya çalıştıkları, aptal yerine koydukları, bilinmesi gereken ibretlik olaylardır.
İyi anımsıyorum. Lise yıllarında yatılı okuduğum öğrenci yurdumun mütalaa derslerinde (bir işi iyi düşünme olup, öğrenci yurtlarında akşamları zorunlu uygulanan, en az iki saat süren sessizlik içinde ödev yapma ve ders çalışma süresi) öğretmenimiz olup, sonraki yıllarda Bursa´da bir lise de müdür olan değerli bir tarih öğretmeni olan Numan Kartal´ın, mütalaa arasındaki sohbetlerimizde söylediği bir konuyu burada da anmak istiyorum.
Öğretmenimiz Numan Kartal; 1711 yılında yaşanan Osmanlı Rus Savaşı olan Prut Savaşı ile ilgili olarak: „Prut Savaşı halk arasında anlatıldığı, basite indirgenen „Baltacı – Katherina Olayı“ gibi değildir. Aslında tarihte yazılmayan, Prut Bataklığı´na sıkışan Osmanlı Ordusu idi“ demişti.
Her şey bir tarafa da, ben „Osmanlı´nın devamı olma gibi“ kelimelerden hiç rahatsızlık duymuyorum.
Osmanlı, sevabı ve günahı ile benim de atamdır.
08.12.2012
E-Posta: [email protected]