Ne acıdır ki, sosyal yaşamda derin ve acı izler bırakan, unutulmaz zannedilen bazı olayların canlılığı, etkisini koruduğu ilk yılların ardından, etkisini yavaş yavaş yitirir ve üzerine  yavaş yavaş sis tabakası çökmeye başlar.

 

Hele hele olaylara tanık olanların ve olaylardan birinci derecede etkilenenlerin veya yakınlarının  ilgisinde ve de sayısında azalmalar başladığında, olaylar halkın  belleğinde de silinmeye yüz tutar.

 

Bir de, bunun böyle olmasında çıkarı olanların dantel gibi ördükleri ince çabaları da eklenince, unutmuşlukla örtüşen ilgisizlik hızla yol alır.

 

Yanakların, ak sakalların üzerinden sel gibi akıtılan ve başörtüsü ucu ile de silinen göz yaşları, okunan mevlitler, yapılan ayinler, pişirilip yenen lokma ve helvalar hep geride kalır, bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi unutulup giderler.

 

Ama biz Mölln´ü unutmayacağız ve de unutturtmamaya çalışacağız.

 

23 Kasım 1992 günü Mölln´ de, Möllnlü ırkçı iki Alman gencin kundakladığı Arslan Ailesi´ nin oturduğu Mühlenstr. 9 numaradaki evde Bahide Arslan (51), Ayşe Yılmaz (14) ile Yeliz Arslan (10) adlı masum vatandaşlarımız yaşamlarını yitirdiler.

 

Olay, dünya gündemine  bomba gibi düşmüştü ve büyük bir yankı uyandırdı. Adı sanı fazla bilinmeyen 18.700   nüfuslu, Almanya´ nın kuzeyinde bulunan küçük ve kendi halinde yaşayan, şirin mi şirin güzel Ortaçağ minyatürü Mölln kasabasının adını, dünya bir günde öğrendi.  Özellikle, Dünya Yahudi Lobisi  olayın üzerinde çok durdu ve büyük tepki verdi.

 

Mölln kasabasının eski ve küçük evlerinin yer aldığı şehrin içindeki dar sokaklarında gezinirken, insan, kendini Ortaçağ´ dan günümüze kadar özenle korunmuş bir açık hava müzesinde zannedebiliyor.

 

Olayın ardından ve ilk yıllarında kasaba,  aylarca kutsal bir mekan gibi dünyanın değişik ülkelerinden gelen pek çok insanın uğrak yeri oldu. Ama  o güzelim kasaba, böyle bir olayla dünya gündemine girmeyi hiç mi hiç hak etmemişti. 

 

Menfur olayı  izleyen günlerde Mölln´ de iyi amaçla başlayan protesto yürüyüşleri, bazı uç grupların gövde gösterisine dönüştü ve pek çok kişinin yaralandığı kavgalara sahne oldu.

 

Fakat şüphe yok ki bazı Möllnlüler bu anma günlerinden, Mölln kasabasının böyle bir olayla anılmasından az veya çok rahatsızlık da olabilir.  Aslında olaya, yöre itibarı acısından değil de, demokrasi ve de insani acılardan bakılmış olsa, her anma gününde  tüm Mölln halkının da binanın önüne toplanması gerekirdi.

 

. Olayın üzerinden 10 yıl geçince, sanki  birileri, anma günlerinin ya sona ermesinden, yada pek sönük geçmesinden yana çaba harcar gibi olmuştu.   23 Kasım 2003 günü, 11´ nci  Yılı için yapılmayan resmi anma tören ve programı, bunu kanıtlar gibiydi.

 

Cinayeti işleyen,  Arslan Ailesi´ nin oturduğu evi kundaklayan iki caniden birinin hapishaneden,  ceza süresini doldurmadan hapishanedeki „iyi halinden“ dolayı, ceza süresi bitmeden çıkarılmış olması, Arslan Ailesi´ nin geride kalan bireyleri için, anlaşılmaz bir hukuk dramı ve yeni bir üzüntü kaynağı olmuştu.

 

İstemiyerek de olsa belleğim bende olayla ilgili bazı hatıraları debreştirdi. Menfur olay gününün akşamı, dönemin Lübeck DGB (Alman Sendikalar Birliği) Bölge Başkanı  Dieter Mainka´ yı saat 21.40 sularında evinden telefonla arayarak, Lübeck kentinin kapı komşusu olan Mölln´ de olup bitenlere karşı kaygısız kalmamamız gerektiğini, DGB´ nin,  içinde değişik ulustan emekçi insanları barındırması yönünden, bu olaya karşı tavır almasının ödevi de olduğunu, uygun bir dille anlatmaya çalıştım.

 

DGB Başkanı Dieter Mainka´ da  bana: „Ne yapabiliriz?“ sorusunu yöneltince ben de kendisine,  yarın Lübeck´ deki basın, polis, sendikalar, kilise dahil önemli demokratik kurumların davet edilmesini önerdim ve böyle bir toplantıdan geniş katılımlı bir eylem ve dayanışma kararının çıkacağını söyledim.

 

Ve ertesi günü öğle saatlarinde Dieter Mainka´ nın sekreteri aradı. Sekreter hanım, davet edilen 13 kurumun da katılacağını ve benim de bu öneriyi yapmış olmam nedeniyle  saat 14.00 de DGB binasında konu ile igili yapılacak toplantıya katılmamın istendiğini tarafıma iletti.

 

Toplantıya ben de TÜRGEM adına katılmıştım. Uzun süren bir görüşmeden sonra, acele olarak bir miting düzenlenmesi konusu, toplantıya katılan tüm kurum temsilcileri tarafından kabul gördü ve mitingde kimlerin konuşacağı da kararlaştırıldı.  Ardından Kuzey Elbe ve Lübeck Protestan Kiliseleri Psikopozluk makamindan gelen Dr. Niehls Hasselmann, bana dönüp: „Mitingde ölülerinize dua edecek bir imam da bulabilir misiniz?“ dedi.

 

Toplantı bitiminde ben de dönemin Hamburg Baskonsolosumuz olan Ecvit Tezcan ile bir telefon görüşmesi yapıp, DİTİB bünyesinden bir imamın, yapılacak protesto eylemine katılıp katılamıyacağını sordum. Takiben yüzyüze yaptığımız görüşmede, imamın adı da tesbit edilmişti. Aynı gün tayin edilen imam ile de bir görüşme yapıldı, konu detaylı olarak anlatıldı. 

 

Olayın beşinci, 28.11.1992 cumartesi günü, bu irkçı saldırı ve cinayeti protesto etmek için Lübeck´ de,  DGB Lübeck Bölge  Başkanlığı´ nin öncülüğünde,  Lübeck Valiliği, Belediye Başkanlığı, tüm siyasi partiler, TÜRGEM ve Kuzey Elbe ve Lübeck Protestan Kiliseleri Piskoposluğu ile Lübeck´ deki pek çok  demokratik kurumun ve de basının  desteklediği ve savaş sonrası Lübeck´ de basına göre 6 bin, polisin bilgisine göre 10 bin kişinin katıldığı  ilk „yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa karşı“ olarak düzenlenen yürüyüşü anımsadım bir an.

 

Almanya´ nin önemli gazetelerinden biri olan Lübecker Nachrichten (LN), ertesi gün, Lübeck Valisi` nin yaptığı konuşmanın metninde geçen: „Artık  Birşey Yapmamanın Zamanı Geçmiş Olması Gerekir“,  cümlesini manşetten verip, mitingi , 2´nci Dünya Savaşı sonrası Lübeck´ de  gerçekleşen en büyük miting diye duyurmuştu.

 

Miting yerine yürümek için buluşma noktası olan Lübeck eski At Pazarı´ na vardığımda,  30 - 40 kişiden oluşan kalabalık beni umutsuzluğa düşürmüştü. Buluşma yerinde, mitingi düzenleyenler ile yakın cevresi vardı.

 

 Solagansız sessiz yürüyüşe başladığımızda, bize her adımda insanların kaldırımlardan inip, katılımını yan gözle izliyordum. Yürüyüşün önünde bulunduğumuzdan, ardımzdaki kalabalığın istediğimiz sayıya ulaşıp ulaşamadığını görmek için, yürüyüşe basladıktan 500 metre sonra korku ile geriye dönüp baktığımda,  yoğun kalabalığı ve dalgalanan üç Türk bayrağını da görünce, insanların kendi özüne sahiplendiğine inandım ve büyük bir heyecana kapıldım.

 

Holstentor Meydanı´ ndaki çimle kaplı miting alanı ve meydanın her iki tarafındaki geniş caddeleri insan seli ile dolmuştu.  Sırası ile DGB Başkanı Dieter Mainka,  Vali Peter Oertling, Belediye Başkanı Michael Bouteiller  ile TÜRGEM başkanı olarak  ben, konuşmalarımızı yaptık.

 

Bu mitingi takip eden yılların genel kurullarında, sadece bu miting nedeni ile değil, pek  çok sorunumuzla ve de güvenliğimizle çok yakından ilgilenmiş oldukları için,  ahdı vefa olarak, Vali Peter Oertling´ e,  DGB Başkanı Dieter Mainka´ ya ve Eyalet Güney Bölgesi  Emniyet Genel Müdürü Winfried Tabarelli´ ye  TÜRGEM` in şeref üyeliği  verildi.

 

Miting alanında, yangında yaşamını yitiren  Bahide Arslan, Ayşe Yılmaz ve Yeliz Arslan için  Hamburg DİTİB camiinden getirdiğimiz imam Mustafa Kocaispir,  Kur´an okuyup, uzun dualı bir konuşma yaptı.

 

Mitingten sonraki günlerde, mitingi izleyenlerden  birileri,  imamın yaptığı konuşma ve okuduğu dua ile ilgili olarak, gidip bazı Alman makamlarına jurnalcılık yapmış.

 

Bu şikayet konusu bana iletildiğinde, ben de bu şikayeti ve eleştiriyi getirene: “Hangi dinden olursa olsun, din adamlarının yaptıkları konuşma ve törenler farklıdır. Bu meslek grubu mensupları genelde  siyasi sağ dünya görüş ve düşüncesi ile özdeşleşmiştir.  Sizin kiliselerinizde  solcu papaz var mı?“ diye yanıt verip  bir de soru yöneltmiştim. Eh, hakkını yememek lâzımsa, bizim imam da, yeniçeri ordusunu sefere uğurlayan bir şeyhülislâm gibi davranmıştı.

 

23 Kasım günlerinin akşamları Mölln sokaklarında ellerde taşınan  fener ve mumların işığında bakanların ve diplomatların dahi katıldığı, küçük çocukların etrafımızda koşuştuğu  yürüyüşler,  kilise ve camiide yapılan dini törenler, ne yazık ki 23 Kasım 2003 günü gerçekleşmedi.  Ve 11´ nci Yılın Anma Günü´ nde  Arslan Ailesi,  söz yerinde ise, çok yanlız bırakılmış oldu.

 

Bunu, kendime sürekli olarak sormuşumdum. On yıldır bu törenlere gelip katılanlar mı bıktı? Yoksa, insanların gelmeleri istenmedi mi?  Belki ikisi de  olabilir. Ama bazı olaylarda olduğu gibi, burada da birilerinin öncü ve motor rolü oynaması gerekmez miydi?

 

Mölln Belediye´si Hamburg Başkonsoluğu´muza; „2003 Yılı Töreni´ nin yapılmayacağı“  şeklinde bir haberi vermiş olduğunu, sonraki günlerde öğrenmiş olduk. Demek oluyor ki, o dönem Başkonsolosluk görevlileri Mölln Belediye´sine bu konuda soru, öneri ve eleştiri yöneltme gereğini ise hiç mi hiç duymamışlar.  

 

Çoğunluğu Hamburg´ dan gelen Arslan Ailesinin acılı bireyleri, avukatları ve Geestachtli bir çift can dostları ile birlikte, 16 kişilik bir mini grup ile saat 19.30 suları,  Mühlenstr. 9 numaradaki ve adı „Bahide Arslan Evi“ olarak tescil edilen binanın kapısına, yaşamını yitiren 3 insanımızın  anısı için çelenk koymuştuk.

 

Evin duvarındaki levha üç beş hafta önce, birileri tarafından duvardan sökülüp  çalınmış. Faruk Arslan´ ın olayı öğrenip, ilgilenmesi üzerine belediye yeni bir levha yazdırıp, duvara monte etmiş.  Ama gelin görün ki, Yeliz Arslan´ ın ön adı „Y“ ile değil de,  „J“ harfi ile yazılmış. Faruk Arslan, çelenk konduktan sonra basına dönüp: „Benim yakılarak öldürülen kızımın adı „Yeliz“ dir.   „Jeliz“ değildir,  diye isyan etmişti.

 

Sevdiklerini  yitirmiş bu acılı insanların yanında bizler de  göz yaşlarımızı tutamadık.  Bırakın uzaklardan gelmeyen veya gelemeyenleri, Mölln´ de yaşayan yaklaşık 500 Türk vatandaşından hiç biri,  çelenk konurken o gün aramızda yoktu.

 

İşte, 23 Kasım 2003 tarihi, Mölln´deki  11´ ci Anma Yılı Töreni´ de böylece hüzünlü, acıları debreştiren bir gün yaşatmıştı katılımcılarına.

 

Çelenk öncesi, Nobel Ödüllü ve aslen Möllnlü olan yazar Günter Grass´ ın öncülüğünde 1993 yılında kurulan ve Bahide Arslan Evi´ nin ardında bulunan Birlikte Yaşam´  (Miteinander Leben) derneğinin  salonunda otururken, Hamburg´dan gelen aile bireyleri ve ölenlerin adlarını taşıyan,  sohbetimize kulak kabartan çocukları ile sohbet ediyor ve anlattıklarından, kalemimi uçururcasına not almaya çalışıyorum.

 

Ölen yavrusunun  adını verdiği kızı  Yeliz´ in  yanıbaşında sorularımı cevaplamaya çalışan Faruk Arslan´ ın eşi  Havva hanım, konu Solingen Yangını´ na ve Mevlüde Genç´ e  gelince, normal bir insan psikolojisi ile: „Solingen Olayı´ nın Anma Günlerine gösterilen  ilgi,  Mölln´e niye gösteril miyor?  En büyük güvencemiz olan devletimiz ve temsilcileri bugün bizi niye unuttular?“  diye sitem ediyordu.

 

Havva Arslan´ ın sitemlerinde ve duygularını dışa vurmada ince bir burukluk,  kırgınlık vardı. Havva hanım´ ı teskin edebilmek için,  Solingen ve yöresindeki  yoğun yerleşim alanlarından,  güçlü demokratik kurumların varlığından söz ettim.  Mölln ve çevresinin bunlardan henüz yoksun olduğunu da anlatmaya çalıştım.  Ama,  bu söylediklerime kendim bile inanamadığım için, ezildim.  Ve başımı not defterimin üzerine düşürüp, gömmeye çalıştım.

 

Ve o gün, bundan sonraki anma günlerinin kalabalık ve duyarlı grupların katılması için kendime bir namus gövevi vermiştim.

 

Bunun için ne yapabilirdim. Lübeck´ten gelirken aracımin koltuklarınının boş gelmemesi için dostlarımı, arkadaşlarımı da beraberimde getirebilirim, bu konuda etkileyici makaleler yazabilirim diye düşünmüştüm. Ve de öyle yapmaya devam ettim. 

 

Yakın şehirlerimizde  kendilerine toz kondurtmayan demokratlarımız, herkesden fazla müslüman geçinenlerimiz, Türk adı ile anılan pek çok derneğimiz, dükkanlarımız, sırtımızdan para kazanan iş adamlarımız, sayısız camiilerimiz ve de federasyonlarımız var.

 

Bazı yıllarda anma günleri Ramazan ayına rastlamıştı. O anma gününün akşamının teravih namazı, böyle bir dayanışma ve vicdanı bir görev karşısında  kaza edilmiş olsa, günahı  olur muydu?  Diye düşündüğüm çok olmuştu.  Pekâlâ,  böyle bir dayanışmanın  sevabı da olamaz mı?

 

Umarız ki, gelecek Ramazan aylarına isabet edecek olan anma günlerinde de, Mölln Olayı yine tazeliğini, sadece belleklerde değil, vicdanlarda da korunmuş olur ve Mölln Olayı´ nın bir benzerinin,  çevreleremizde  yaşanmaması için çaba  harcayacak insanları destekleyecek ve yüreklendirecek şekilde ve de o  3 şehidimizin ruhlarına hep  saygılı bir şekilde düzenlenir.

 

Schwandorf´a,  Heuerswerde´ye, Mölln´e, Solingen´e,  Lübeck´ e, Ludwigshafen´e, Wuppertal´a ve oralarda yakılarak öldürülen insanlara  veya farklı şekilde ırkçı saldırılara sahne olmuş mekanlara sahip çıkmak, hunharca ve yakarak öldüren canileri  kınamak, sadece o yörelerde oturanların ve tüzel kişilerin ödevi, sorumluluğu olmamalıdır.

 

Son on yıl içinde 8´i Türk, 1´i Yunan vatanadaşı ile 1  Alman polis  memurunun öldürüldüğü ve büyük bir muammaya dönüşen, kurbanların yakınlarının dahi katil zanlısı yapildığı  cinayetlerin  Alman Irkçı Yeraltı Örgütü (NSU) tarafından işlendiği geçen yıl öğrenilmiş olması, Almanya´da ırkçı hareketin nerelere ulaştığını ve de canilerin devlet eliyle korunduğuna dair ip uçlarının basında çıkmısı, oldukça dehşet vericidir. 

 

Kendine insanım diyebilen  eski ve yeni dünyalının,  yerli ve yabancının, ulusu ve siyasi görüşü ne olursa olsun, deri rengi beyaz, siyah, kızıl ve sarı olanın, velhasıl  herkesin ırkçılığa karşı tepkisi, demokrasiyi ve barışı korumak için de sorumluluğu ve ödevi olmalıdır.

 

Mölln, Solingen, Ludwigshafen  olaylarının yıl dönümlerindeki anma günlerine Ankara´ daki Devlet ve  Hükümet  görevlilerin, değişik siyasi parti temsilcilerinin de gelmeleri, yoğun katılımları ile bizlere sahip çıktıklarını göstermeleri gerekmez mi? 

 

Söyleyiniz lütfen!  Almanya´ ya Türk takımları geldiğinde,  top peşinde koşanlar için stadyumları doldurmamızı bekleyen  devlet – hükümet  görevlilerimizden ve de  köşe yazarlarımızdan, bizlerin de can alıcı sorunlarımıza, buralarda öldürülen Türkler için candan ilgi göstermelerini beklemek, hakkımız değil midir?

 

20  yıl önce Mölln´ de, 19 yıl önce Solingen´ de, 16 yıl önce Lübeck´ de, 4 yıl önce Ludwigshafen´de ve de  NSU cinayetleri ile  adlarını sıralamakta zorlandığım olaylar ile yerleşim alanlarında  yakılarak  50´ nin üzerinde  kıyılan canlarımız  nasıl da çabuk unutulabiliyor.

 

Dün oralarda geçen acımasız  olayların bir benzerinin, yarın  sevdiğimiz bir kapı komşumuzun veya kendimizin başına  gelmeyeceğinin garantisini bize kim  verebilir?  Yoksa bizde mi artık „çöple saman, at izi ile it izi“ birbirine karıştı diyeceğiz?

 

Gönül diyor ki; yöremizdeki Alman ve Türk ressamlarımızın arasında bir yarışma düzenlense, insanlığın tablosunu çizdirip ve ödül alan tabloyu bir 23 Kasım günü yapılacak bir Anma Günü´ nde Mölln´ deki „Bahide Arslan Evi“ nin ön duvarına astırabilir miyiz?

 

Remzi Uysal

TÜRGEM Başkanı