DEVLET İŞLEDİĞİ CÜRMÜN BEDELİNİ YİNE KOMÜNİSTLERE ÖDETMEYE KALKIŞMIŞTI
Bundan tam 65 yıl önce, İstanbul ve İzmir şehirleri devletin ve onun hizmetindeki milliyetçilerin ortaklaşa tezgahladığı cumhuriyet tarihinin en alçakça toplu cürümlerinden birine sahne olmuş, ardından misli görülmemiş bir yüzsüzlük ve alçaklıkla olayların sorumluluğu komünistlerin sırtına yıkılmaya çalışılmıştı.
Tüm dünyada anti-emperyalist ve anti-sömürgeci mücadelelerin yaygınlaştığı 40 ve 50'li yıllarda Kıbrıs'ın Rum halkı da İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele veriyor, Türk Devleti de adanın Rum ve Türk halklarının barış içinde birlikte yaşayacağı bağımsız bir Kıbrıs Devleti yaratılmasını engellemek için İngiliz emperyalizmiyle işbirliği halinde her türlü tertibe başvuruyordu.
Daha 40'lı yılların sonlarında Hürriyet Gazetesi’nin kışkırtıcı yayınlarıyla Türkiye'nin her yanında bir Kıbrıs histerisi başlatılmıştı. Başta İstanbul olmak üzere ülkenin her tarafında “Kıbrıs Türktür Türk Kalacaktır”, “Rumlar ittir it kalacaktır” sloganlarıyla Rum halkının anti-sömürgeci mücadelesine karşı mitingler düzenleniyordu.
Gazeteciliğimin ilk yıllarıydı, İzmir'in tek muhalif gazetesi Sabah Postası'nda çalışıyordum.
6 Eylül 1955 günü gazeteye her zamankinden daha erken gidiyordum, Gazeteciler Sendikası'nın bir toplantısı için hazırlık yapacaktım. Bir süreden beri Karşıyaka’ya taşınmıştık. Karşıyaka vapuru Konak iskelesine yaklaşırken kentte büyük bir hareketlilik vardı.
Sık sık tekrarlanan Kıbrıs Mitinglerinden biri sanıyordum. Tütün depolarının arasındaki dar yollardan hızla gazeteye ulaştım. Bir yandan polis-adliye muhabirleriyle ilişki kuruyor, öte yandan da Ankara’daki muhabirimiz Çetin Altan ile İstanbul’daki muhabirimiz Orhan Birgit’i arıyordum.
Çok geçmeden dehşet verici haberler yağmaya başladı.
Herşey, İstanbul’da yayınlanan Mithat Perin’e ait Ekspres Gazetesi’nin Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin Yunanlılar tarafından bombalandığına dair sansasyonel ve provokatif bir haber vermesiyle başlamıştı. Başlangıçta masum protesto gösterisi havasında başlayan eylemler kısa sürede Rumlara ve diğer dinsel azınlıklara karşı vahşice bir pogrom operasyonuna dönüşmüştü.
Gazeteden fırlayarak Kordon Boyu’nu Konak’tan Alsancak’a kadar taradım. Aklın hayalin alamayacağı bir vahşetle Türk ve Müslüman olmadığı bilinen ya da tahmin edilen kişilere ait evlere, işyerlerine saldırılıyordu. Sanki herşey önceden planlanmış, hedefler titizlikle belirlenmiş gibiydi. Basılan evlerden, mağazalardan ucuz pahalı ne varsa yağma edilip kaçırılıyordu.
Alsancak’a vardığımda İzmir Valisi Kemal Hadımlı ne şiş yansın ne kebap misali bir nutukla nümayişçileri sözüm ona yatıştırmaya çalışıyor, ama pogromculara karşı hiçbir önlem uygulanmıyordu.
Akşam olduğunda bu toplu vahşetin isimsiz “kahraman”ları geriye utanç verici bir harabe bakarak talan ettikleri ganimetleriyle mahallelerine, evlerine çekiliyordu.
Benim için en şoke edici olan da, her gün Karşıyaka vapurunda, Kordon Boyu’ndaki dükkan ve kahvelerde gördüğüm nice kendi halinde insanın bir canavar kesilmiş olmasıydı.
Yaptığı provokasyon sonucu başlayan olayların kontroldan çıkmasından paniğe kapılan hükümet hemen sıkıyönetim ilan etti, İstanbul’da 3, İzmir ve Ankara’da birer sıkıyönetim mahkemesi kuruldu ve tutuklamalar başladı. Bu DP döneminin ilk sıkıyönetimiydi.
Ne ki, tutuklananların başında ne olayları tahrik edenler ne de yağmacılar geliyordu. İstanbul’da başta Aziz Nesin, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan Dinamo olmak üzere 48 komünist aydın tahrik ve tertip suçlamasıyla tutuklandılar.
Aziz Nesin, anılarında bu 6-7 Eylül komplosunu şöyle anlatacaktı:
“1955 yılı, 6-7 Eylül gecesi, zamanın hükümeti Kıbrıs konusunda Türkiye’nin duyarlılığını dünyaya göstermek için İstanbul’da el altından bir miting düzenlemişti. O miting serserilerin, ayak takımının ve yoksulların gösterisine dönüşmüş, İstanbul’un bütün baldırı çıplakları sokaklara dökülmüş ve bu mitingin yönetimi hükümetin elinden çıkarak bütün gece İstanbul, özellikle Rum, Ermeni, Yahudi evleri ve malları yağmalanmıştı. Sabah olunca hükümet ne yapacağını şaşırmış, olmayan suçluları bulma telaşına kapılmış ve suçluları bulmuştu. Benim de içinde bulunduğum 60 kadar yazar, şair, çevirmen ve aydın!.. Hepimizi askeri cezaevine tıkmış ve zamanın sıkıyönetim komutanı, ‘Bunlar salkım salkım asılacaklar!’ diye buyruğunu vermişti.”
Piyango İzmir'de çalıştığım Sabah Postası gazetesine de vuracaktı. Olaylardan bir hafta sonra bizim gazete sıkıyönetim tarafından kapatıldı, gazetenin yayın yönetmeni Orhan Rahmi Gökçe tutuklandı. Gazeteciliğe başlayalı beri bizzat tanık olduğum ilk gazeteci tutuklamasıydı.
Sıkıyönetimin uygulamaları ne olursa olsun, ortada devlet teşvikiyle işlenmiş bir suç vardı.
Tıpkı 1915 Ermeni soykırımı gibi... İzmir’de tanıdığım Rum, Ermeni, Yahudi, Levanten arkadaşlar büyük bir huzursuzluk içindeydi.
Kendilerini yatıştırmak ve güven duygusu vermek için hükümet birkaç hafta sonra Bayındırlık Bakanı Muammer Çavuşoğlu’nu İzmir’e gönderdi. Nazlı Ilıcak’ın babası olan Çavuşoğlu, İzmir’de yapılan bir törenle Yunan Konsolosluğu binasına Yunan bayrağı çekti.
(Doğan Özgüden, "Vatansız" Gazeteci, Sürgün öncesi, I. cilt, sayfa 152-158, Belge Uluslararası Yayıncılık, 2011, Istanbul)