Güllü Hatun daha çocukken Kars'ın küçücük bir dağ köyünde babası toprağa verildikten sonra aynı gece dedesinin “toparlanın gidiyoruz“ dediğini hatırlar.
O sözlerle evde bir telaş başlamış. Dedesinin, sözlerine Büyük annesi Fatı Hatun ağlayan bir ses tonuyla “Çocuklar siz biraz uyuyun. Biz buraları toplayıncaya kadar, Önümüzde uzun bir yol var“ dediğini de hatırlayınca yüreğinde derin bir sızı iner. Çocuklar yatağa girerler ama uyuyamazlar. Kafalarını yorganın altından çıkarmaktan da korkarlar.
Şafak sökmeye başlayınca gene başuçlarına büyük anneleri dikilir. „Haydi çocuklarım çabucak kalkın. Yolcu yolunda gerek“ der.
Hepsi bir birinin gözüne bakmaktan korkuyor sanki. Yere bakarak konuşuyorlar. Güllü Hatun’un daha 7-9 de yaşında iki kardeşi ve daha 13. ile 15 yaşında bulunan iki amcası ve 19 yaşlarında olan halası da yol boyunda yiyebilecekleri erzakı ve ufak tefek şeyler sırtlarlar. Üç keçiye de yular geçirerek boz eşeğin Palanına (semerine) bağlarlar. Şimdi aynı durumda kendisi kalır.
Evlerindan 10. 15 adım kadar uzaklaştıktan sonra Güllü Hatun'un çocuklarının babası Şero Ağa tekrar döner evlerinin eşiğinin önünde diz çöker, öper eşik taşını. O günlerde yaşadıkları, gördükleri br sinema şeridi gibi akar gözünün önünde.
Başını kaldırır gök yüzüne şafak vaktini karşılamaya hazırlanan yıldızlara bakar. Ve mırıldanır. “Artvin‘de biz Yezidileri katlettikleri günlerde ben 5 yaşındaydım. Dedem bizi kurtarmak, yaşatmak için buraya Alaverdi’ye getirdi. Anlımıza bu yazılmış, şimdi ben torunlarımı, çocuklarımı yaşatabilmek için yuvamı, toprağımı size bırakıyoruz, gidiyoruz. Bu eşikten içeri girdik. Bu dam bizi kardan, kıştan, güneş sıcağında korudu. Bu toprak hayvanlarımızı ve bizi besledi. Kurban olduğum toprak hakkını helal et çocuklarıma. Eşik sen bizim ardımızda dua et, bizim kimseye zararımız olmadı. Bizi katledenlerin inançlarına saygı duyduk bu toprağın, bu doğacak şafağın, günün hatırına. Ama onlar bize fazla gördüler, oysa burası bizi de onları da beslemeye, doyurmaya daha milyonları da besleyecek kadar yeterlidir. Aç gözlü olan insan yılandan beterdir. Yerinden kalkan göç geri dönmez. Dönse de bıraktıklarını bulamaz.“
Üç kez kapı eşiğini öper. Sonra yavaş yavaş söken şafakta parlayan dolgun aya bakar. Yanaklarından yuvarlanan damlaları iki eliyle siler. Güllü Hatun’da döner kapının eşiğini öper, kapının önündeki bahçeden bir avuç toprak alır, koklar, öper. Cebinden çıkardığı bir mendile sarar göğsüne yerleştirir. Evleri gözde kayıp oluncaya kadar Şero Ağa ile Güllü Hatun sık sık dönerek evlerine bakar. Her seferinde gözlerinden yanaklarına akan damlaları ellerinin tersiyle silerler. Çocukları, iki gelini, nefes almaktan korkuyorlar sanki. İlk mola verdikleri yere kadar ne anne ve babaları nede onların ağzından bir tek kelime çıkmaz. Birçok yerde konaklarlar. Ancak geceledikleri hiç bir köy ve kasabada onlara "gitmeyin burası sizin yurdunuz“ demezler.
Bir akşam Güllü Hatun çok fena hastalanır. Bir dağ eteğinde bulunan büyük bir ev götürürler ve bu evin hemen bir kaç yüz metre uzağında gürül gürül akan bir çeşmenin başına varırlar. Çeşmenin üst başında da kocaman bir alıç ağacı var. Ağacın altına sırtındaki eşyaları bırakırlar. Eşeğin sırtındaki eşyaları indirirler. Yere serdikleri bir kilim ve döşek üzerine Güllü Hatun'u uzattırlar. O evin üç köpeği durmadan havlıyor. O evde çıkan yaşlı biri evin balkonunda itlere “susun be, kulağımızın zarını parçaladınız” diye seslenir.
Köpekler bu sesle havlamayı bırakır. Adam çeşmenin üzerindekilerini görür. İçeri girer, bastonunu alır. Eşi Kıvırcık Hatun’la çeşmeye gelir. Selam verirler. Selam alırlar. Kıvırcık Hatun yerde yatan Güllü Hatun'un yüzünde parlayan teri görür. Hemen elindeki su kovasını yere bırakır, onun yanına gider. Beyaz bir kâğıda dönüşmüş yüz derisini görünce ürker. Elini koyar onun anlına. „Kadının vücudu meşe odunun koru gibi sıcak olduğunun farkında olunca. Bu yüksek ateşle halen yaşadığına da şaşırır. “Kadın ölümle pençeleşiyor” der. Hemen başındaki kefiyi çeker, alır. Çeşmeden akan buz gibi akan suya batırır, getirip Güllü Hatun’un fistanı altında göğsünden başlayarak vücuduna sarar. Peştamalını da çözer, onu da soğuk suya batırır. Getirip başına darar. Peştamalın kenarlarıyla alın ve yüzünü kapattır.
“Biraz bekleyelim sonra hemen eve çıkarın” der. Sonra kocasına sevgiyle bakarak konuşur. “Mısto Ağa sen bu çocukları eve götür gençleri yolla bu hatunu hemen odaya alıp yatıralım. Geline de söyle kekik ve nane suyu hazırlasın „ der. Kıvırcık Hatun emir etmeye alışık olduğu bu tavrında anlaşılır. Mısto Ağa baş ve işaret parmağını dudağına götürür. Üç defa ıslık çalar. Üç genç koşarak gelir. “Kıvırcık Hatun sen Hatun'ların yanında kal, ahali sizde benimle eve gelin” der Mısto ağa. Elindeki bastonu üç kez yere vurunca sanki yer, gök titrer, güm güm güm diye yer ses çıkarır. Çevresine bakmadan yürüür “haydi, düşün peşime” der sert bir tonla.
Gelen Gençler kıvırcık hanımın karşına geçer , ayakta onu beklerler. Kıvırcık hanım Güllü Hanım'ın vücuduna sardığı kefi ve peştamalı çıkarır çeşmede biraz ovalar sonra tekrar Güllü Hatun'un vücuduna sarar. Sonra gençlere döner. “Ateşi biraz düştü. Haydi, alın Hatun'u eve götürelim” der. Güllü Hatun’un üzerinde uzandığı kilim ve döşeğin de tutarak bir sedye gibi kullanarak onu eve taşırlar.
Sofra döşenir. Sofrada Kıvırcık Hatun „Şanslıymışsınız siz, biraz daha gecikseydiniz bu hatun ölürdü“ der.
Mısto Ağa karısının yüzüne bakar. Ooo üç defa kafasını göğsüne doğru eğer. Mısto ağa ağzını siler, öksürür. “Siz Gürcüler toprağındasınız. Bu yörede Kürtçe konuşan biz bir kaç ev varız. Onlar da Türkiye Siirt yöresinden gelmeler. Benim dedemin babası Tatvan’dan gelmiş. Sürüsüyle buraya yerleşmiş. Anlayacağınız, zulümden kaçmak, göç etmenin acısı nedir biliriz. Bu Hatun ağır hasta, siz de burada kalacaksınız. Bir kaç gün bizim misafirimizsiniz. Sonra isterseniz sizin de yerleşeceğiniz bir yer ayarlarız. Bir ev bulamazsak bir çadır kurarız. Burada kaldığınız sürece bizimle yer içersiniz. Ancak bizde kimse boş evde yatmaz. Hastadan çocuktan başka, herkes bir birinin işine el atar. Sizde öyle yapacaksınız“ der.
Kıvırcık Hanım, kızı ve gelini Güllü Hatun’a birer Doktor, birer hasta bakıcısı gibi haftalarca bakımını yapar. Onu ölümün pençesinden kurtarırlar. Güllü Hatun’un büyük kızının torunudur Lamara. Nenesi için o tıpkı annesi gibi bir “Asil Hatun” derler.
Ancak Tamara’nın babasının da insani yönünün dedesine benzediğini söyleyenler olurdu. Ancak Tamara onlar gibi iyi bir anneye sahip olma şansı yakalamış. Tamara’nın babası gene Kürt Yezidiler’den olan uzak bir dağ kasabasında yaşayan Tamara’nın annesine sevdalanır. Kızın irsi bir hastalığı var. Onu evlenmeden önce Silodan saklar. Ancak Tamara’ya hamile olunca onu aldırmak ister. “Ben hasta bir çocuk dünyaya getirmek istemiyorum” diye bastırır.
Silo eşi Sabatki’ye ” bir çocuğu almak ile yetişkin bir insanı öldürmek arasında bir fark yok. Dünyaya gelen her çocuğun anne ve babasında bulunan genlerden alacak, o hastalıkla yaşayacak diye bir garantide yok “ der. O çevresinde sağır, kör doğan ama çocukları sağlam olan tanıdıklarını örnek olak gösterir. Silo’nun annesi Henna Hanım da yalvarır. “Kızım Sabatki , kendi çocuğunuzun katili olma. O çocuk gelsin, görsün bu yeryüzünü. Eğer bakamazsan bana bırak, ben onu büyütürüm” der.
Tamara dünyaya gelince başında saçı yoktur. Dişleri de hiç çıkmaz, ayrıca cilt hastalığı var. Annesi Tamara dokuz aylıkken “Ben hasta bir çocuk görmek istemiyorum. Ben ya onu boğacaktım veya ben kendim intihar edecektim. Ama bırakıp gitmeyi uygun gördüm peşimden gelmeyin” diye bir yazılı not bırakır. Giyecek ve takı - süsü eşyalarını yanına alır, gider. Babası Silo peşinde gider. Ancak o “Sen o çocuğu bir hastaneye bağışlarsan gelirim. Ben benim hastalığımı yaşayan bir çocuğu görmeye tahammül edemiyorum” der ve Silo'nun onu bir daha aramamasını rica eder.
Bu arada Gürcistan’da Sovyetlerin dağılmasından sonra işsizlik ve yoksulluk hızla yaygınlaşır. Bu durum Gürcü olmayanların her alanda dışlanmasına neden olur. Silo Gürcistan’da izin yapan bir iş adamıyla tanışır. O Silo’yu İngiltere’ye davet eder, iş verir. Onun amacı tek yavrusu olan Tammera’yı o ülkede tedavi etmek ve tekrar onun annesine kavuşmak olur. Sevdalandığı kadın aynı zamanda onun çocuğunun da anasıdır Onun da tedavi olmasını, sağlığına kavuşmasını ister. Gerçekten çok zeki olan Temmara’da doktor ve sağlık uzmanların söylediklerine uyar. Sağlığına kavuşmak için durmadan sorular sorar, bilinçlenir. Doğduğu toprakta, evde ve Ermeni komşu çocuklarından Kürtçe ve Ermenice öğrenir, okulda Gürcü ve Rusça'yı öğrenir. İngiltere’de de İngilizce öğrenir.
Bu arada babası karısının tedavi olduğunu ve bir başkasıyla evlendiğini işitir. O da internette bir Gürcü kökenli kızla haberleşir. Annesi Henna Hanım torunu ve elleriyle büyüttüğü biricik torunu Tamarta'yı çok özler. Onu görmek istediğini oğluna söyler. Silo kızıyla birlikte doğdukları Gürcistan'a annesinin yanına gider. Tammera büyük annesine kavuşmakla sanki yeni doğmuş kadar sevinir. Ona İngiltere’de damaklarına yerleştirilen mercan gibi, dişlerini, boynundan sırtına dökülen peruk saçını, kara kaşlarını göstermek ister. Oradaki bütün komşular çocukluk arkadaşları onu sevgiyle hasretle kucaklar.
“Tammara sen çok güzelsin. Bu saç sana çok yakışmış. Dişlerin de mercan gibi” der. O bu cümleleri duyunca çok mutlu olur. Ancak o hiç birine bunların takma diş ve peruk olduğunu söylemez. Çünkü artık dişler damak kemiğine gömülü gerçek dişler gibidir. Yarım santimlik anneden doğma, doğal saçlarının üstüne yerleştirilen perukta artık onun saçlarıdır, bunları kabullenmiş.
Bir sabah sabah kahvaltısındayken evin zili çalar. Büyük annesi Henna Hanım kapıyı açar biri öbüründen güzel iki genç kız. “Silo evde mi?” diye sorar kızlar. “Buyrun, buyrun evde, girin içeri” der Henna Hanım.
Silo Internet vasıtasıyla çetleştiği, sadece ekranda fotoğrafını gördüğü kızı hemen tanır “ Gerçekten de çok güzelmiş” diye düşünür. Onları sofraya davet eder. Tammera önce onlara sarılır” Hoş geldiniz” der. Sonra da onlar içinde sofraya tabak bırakır. Paika adlı kız “Sılo’ya haklıymışsın kızın da, annen de çok güzeller ve çokta naziklermiş” der.
Bu cümlelerin ardından Tammara ile Henna Hanım"ın gözleri onların üzerinde birleşir. Silo başını önüne eğer. Elindeki Çatal ve bıçağı masaya bırakır. Gene konuşan Payka olur.
“Payka Anne ben oğlunuz Silo ile iki yıldan fazladır çetleştim. Bir birimize âşık olduk. Onun geldiğini haber alınca onunla evlenmek için yanıma bana şahit olacak en çok sevdiğim arkadaşım olarak geldim” der.
Bir müddet sessizlik olur. Silo utangaç bir ses tonuyla başını önüne eğer ve konuşur. “Annem, Tammara kusura bakmayın size bu konuyu açmadım. Sadece İnternette arkadaş olduk. Fotoğraflarında çok güzeldi, gerçekten de güzelmiş. Aklı başında mektuplar yazıyordu. Ancak böyle bir evlilik olmaz. Evine gitsin. Bizde kendi aramızda konuşuruz. Gider anne ve babasından isteriz.”
Payka söze atılır. Tammara ile Hanne Hanım'ın bir şey söylemesine fırsat vermez. “Beni kovalarsan da, kırk parça edip doğrasan da gitmem. Ben annem ve Babamı ikna etmedim onlara seninle evleneceğimi anlatan bir mektup bıraktım. Bu evin adresini de yazdım onlara” der.
Silo, annesi ve kızı Payka’nın kız arkadaşı olan Mirka’ya bakarlar ondan onu ikna edecek yardım beklerler. Ancak onun ağzından tek kelime çıkmaz.
En son konuşan Henna Hanım olur. “Oğlum bize sığınan bir kuşu ne öldürebiliriz, ne de kovalarız. Bu sofrada ona da yer vardır. Arkadaşı olan Mirka Kızımız gitsin, durumu anlatsın, izin verirlerse biz evlerine gider onu isteriz, tabi buna razı olurlarsa, bir düğün de yaparız.”
Mirka bu öneriyi kabul eder. Ancak Payka’nın anne ve babası razı olmaz, gelip onu zorla götürmek isterler. Ama Payka onları ret eder. Gitmez. Evlenir hamile olur. Çocuk 6 aylık olunca doktorlar sağlıklı bir oğullarını olacağını söyler Silo'dan çok Tammara bir kardeşi olacağına, Henna Hanım'da bir oğlan torunun sevincini yaşar.
Tammara’nın babası kızının durumunda olanların Almanya’da tedavi edilebileceğini duyar, orada tanıdıkları arar, Ona güzel kızının Gürcistan ve İngiltere’deki hastane raporlarını yollar. Bir hastaneden alınan bir randevu haberi verilir. Hemen bavullarını toplar, İngiltere’ye ve oradan da Almanya giderler. Tamara burada tedaviye başlar. Burada babasına da oturma ve çalışma izni verilir. O da Payka’ya davet çıkarır. Çocuğunun Almanya’da dünyaya gelmesini ister. Payka’nın anne babası onun Almanya’ya gideceğini işitir. Gelirler onun gitmeden önce birkaç gün kendilerle kalmalarını, özlem gidermek istediklerini söylerler. O tedirgin olur. Ancak Henna Hanım “ Kızım Payka, annen ve babanı kırma, git sana verdikleri süt ve emeği helal etsinler ki işlerin hep iyi gitsin. Zaten sadece bir hafta kalacaksın” der.
Payka isteksiz gider. Onlar Payka’yı doğrudan bir hastaneye götürür onun çocuğunu aldırırlar. Henna Hanımı’da ararlar.
“Payka’yı beklemeyini, o çocuğunu yitirdi. Artık Almanya’ya gitmeyecek senin de yanına dönmeyecek . En kısa bir zamanda oğlunuz da resmi olarak ayrılacak” derler. Gelini istemediği halde Henna Hanım onu anne ve basıyla göndermesine çok pişman olur ve kendisini suçlar. Bu haberi alınca Silo ile Tammara da çok üzülür. Silo onu çocuğunu öldüren bir katil olarak gördüğü için aramaz.
Bu arada Tamara Almanya’da gittiği okulda kısa bir dönemde Almancayı öğrenir. Okulda başarılı olur. Aynı sınfta olan Türkiyeli çocuklardan Türkçe dersi alır. Bu dili daha çok sever. Demek boşuna demiyoruz “insan insandan öğrenir, ama en iyisini çocuktan öğrenir.” Tammara toplam yedi dili ana dili gibi eksiksiz konuşur ve yazılı olarak bir dilden öbürüne çevirir.
Gürcistan’da yaşayan büyük annesi Henna Hanım bir trafik kazasında yaşamını yitirir. Hena bu olayda çok etkilenir. Kendisini denizde rotasını yitiren bir gemiye benzetir. Asıl annesini görmek isteği içinde büyür. Bu arzunun önüne geçemez. Gürcistan'da yaşayan bir kuzeninden annesinin adresini bulmasını rica eder. Bulurlar. Annesi de tedavi olmuş. Hastalığı iyileşmiş ve evlenmiş iki çocuk dünyaya getirmiş.
Tammara'nın onu ve anneden olan kardeşlerini görme isteği her geçen gün büyür. Ancak annesi görüşmeyi ret eder. “Ben evlenirken daha önceki eşimden bir çocuğumun olduğunu söylemedim. Söylersem yuvam dağılır” der. Ama Tamara uzaktan da olsa onları görmek ve sesini duymak ister. Ama o Tamara’nın onların kaldığı kente geldiğini haber alır iki çocuğunu yanına alır. Komşularına biz tatile gidiyoruz” der ve nereye gittiklerini söylemez. Tamara'yı görmemek için kaçar. Tammara’ya da şu cümleleri yollar:
“Ben seni çocukken öldürmedim şimdi beni ona zorlama. Seni görmek istemiyorum. Yemin ediyorum, seni görürsem öldürürüm. Yaşamak istiyorsan peşimizi bırak” der.
Tamara önce günlerce üzülür ve ağlar. Sonra önüne bir hedef kor. Başarılı bir diş teknisyeni eğitimi almak kardeşleri ile annelerinin yaşadığı kente bir dişçi olarak gitmeye karar verir onun için gecesini gündüzüne katar çalışır. “Bunca hastalığı yenen irade bu hasreti de yener” der.
Bu göçmen kızın iradesinin başarısını onu tanıyan Alman öğretmenlerin, sosyal çalışmalarının, doktorların hayran kalmasını sağlamakla kalmaz. Onlar olanaklar verilirse bu ülkedeki çocuklara bir örnek olarak gösterilmesi için de çok yararlı olduğunu dile getirir.
“Gökten üç elma düştü, biri bu öykünün yazarına, biri Tammara’ya biri de bu satırları okuyana…”
Kasım 2017