Yapılacak Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, adayları, temsil ettikleri siyasal yapıların söylemleri ve seçim kampanyaları ile Türkiye sınırları içerisinde yaşayan toplumun tercihlerini, yaşama bakışlarını ve beklentilerini çok iyi yansıtan bir ayna niteliği taşıyor. Bu aynaya bakarak yapılacak bir analiz, bilhassa ezilenler ve sömürülenler lehine siyaset yapanlar için önemli ipuçları verebilir.
Ancak gerçeğe yakın bir okuma yapabilmek için duygusallıktan uzak bir bakış açısı gerekiyor. Özellikle bireylerin yaşamlarını kurgular, siyasî tercihlerini yaparlarken evrensel ilkeler ve değerler sistemine göre hareket ettikleri yanılgısına düşülmemelidir. »Sıradan« insanlar dünyanın her yerinde pragmatist ve bencil davranırlar, siyasî tercihlerini egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileri temelinde oluşmuş yapısal hegemonyanın etkisi altında yaparlar – bu tercihleri, kolektif veya bireysel olarak sınıfsal çıkarlarına aykırı olsa da.
Türkiye’de, tüm etnik ve dinî farklılıklara rağmen, oldum olası eril ve sağ-muhafazakâr bir çoğunluk olduğu bilimsel araştırmalar, empirik veriler ve seçim sonuçlarıyla yeterince kanıtlandı. Bu çoğunluğun yüzde 70 üzerinde olduğu biliniyor. 12 yıllık AKP hükümetleri ardından »yeni« olarak nitelendirilebilecek bir olgu varsa, o da sağ-muhafazakâr çoğunluğun günümüzde Sünnî-muhafazakârlığın yapısal hegemonyasına dönüşmüş olmasıdır.
1980 darbesiyle kökleştirilen neoliberal dönüşüm, en uzun ve en kanlı on yıl olarak nitelendirilebilecek 1990’lı yılların militarizmi ve neoliberalizmin bu yıllarda elde ettiği toplumsal meşruiyet, 2001 krizine karşı alınan »konsolidasyon« tedbirleri ve ardından başlayan AKP hükümetleri dönemi olarak özetlenebilecek kapitalist rasyonellik, aynı zamanda kamusal alanın İslamileştirilmesini ve muhafazakârlaştırılmasını derinleştirdi. Bugünkü Sünnî-muhafazakâr hegemonya böylesi bir sürecin sonucudur.
Farklı sermaye fraksiyonlarını temsil eden ana akım siyasî partileri, Erdoğan ve İhsanoğlu’nu aday göstererek, asıl kapışmanın seçmenin yüzde 70’i üzerinden yapıldığını kanıtladılar. Bu nedenle CHP-MHP adayının, Erdoğan’ın »başkanlık sistemini« engelleyebileceğini düşünenler büyük bir yanılgı içerisindedirler. Bir kere cunta anayasası hâlâ yürürlüktedir ve 104. Madde Cumhurbaşkanı’na olağanüstü yetkiler tanımaktadır. Erdoğan’ın seçilmesi durumunda başbakanlığa »emrindeki« birisini getireceği ve 104. Madde’nin öngördüğü gibi »gerekli gördüğünde Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında toplantıya çağırma hakkını« bolca kullanacağı düşünülürse, »başkanlık sisteminin« fiilen uygulanmaya başlayacağından hareket edilebilir. Anketlere bakılırsa, yapısal hegemonyanın ibresi Erdoğan’ı göstermektedir.
Ancak bu hegemonya kırılgandır, çünkü neoliberal dönüşüm süreci ve sonuçları bu hegemonyanın etkisi altında olan muhafazakâr kitleleri de tehdit etmektedir. Sadece hane başı borçlanmanın 4,5 milyar Dolar’dan (2003) 145 milyar Dolar’a (2013) çıkmış olması bu kesimler için tehlikenin hangi boyutta olduğunu göstermektedir. Milliyetler sorununun çözümünde hâlâ bir yol alınmaması ve sosyal ve sınıfsal çelişkilerin derinleşmesi, bu hegemonyanın çatırdamasını tetikleyecektir, ki Türkiye’nin merkezinde bulunduğu »çoklu kriz ortamı« bu yönde derinleşmektedir.
Selahattin Demirtaş’ın adaylığı, ezilen ve sömürülenlerin tarafında duranların siyasî yaşama doğrudan müdahil olup, yapısal hegemonyayı kırabilmeleri için önemli bir fırsat yaratmıştır. »Haziran Direnişi« ile ortaya çıkan potansiyelin, kitlesel Kürt hareketinin dinamiği ile Demirtaş şahsında emek, barış, özgürlükler, toplumsal ilerleme ve demokratikleşme temelinde aynı kanalda buluşması için bir olanağa dönüşmüştür. Demirtaş’ın yüzde 10 sınırını aşması, muhalif gruplara iktidar alternatifi yaratma şansını tanıyabilir. Demirtaş’a verilecek her oy, hegemonyanın kırılmasına, emek, demokrasi ve sosyalizm yanlılarının güçlenmesine yarayacaktır. Solun günümüzdeki en ivedi görevi, bu fırsatı kullanmaktır.
26 Temmuz 2014