“Pişman değilim yaşadıklarımdan,
öfkem belki de yaşayamadıklarımdan.”[2]
“Ew çend giringî pê bide jiyana xwe ku di/ heftêyem de jî wek mînak çandina darzeytûnê bibe// Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin,” dizelerinin hakkını bir komünist gibi yaşayarak verdi. Eylül 1961’in Doğu Berlin’indeki, “sözün kısası yoldaşlar/ bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da/ insanca yaşadım diyebilirim,” demeyi de sonuna kadar hak etti…
O Türkiye Komünist Parti’li Nâzım Hikmet’ti;[3] ölümsüzdü…
Çok zaman geçse de -daha demincek, yıllar geçse de demincek kıvamında- anımsadığımız Nâzım Hikmet’i hapse atanlar, yapıtlarını yasaklayanlar, vatandaşlıktan atanlar ya da zulmedenleri hiç kimse tanımıyor; tanıyanlar da lanetliyor. Ama O, 118 yaşında yaşamayı hâlâ sürdürüyor, sürdürecek de…
Zaten kendisi Piraye’ye mektubunda yazmamış mıydı; “Ben kendimin, her namuslu insan gibi yurtsever ve halkını sever olduğunu bildikten, bu hususta vicdanım rahatken, birkaç münferit yalan kusmuşlar umurumda değil. 20 sene sonra, 50 sene sonra, birçoğunun adını bile unutacak Türk milleti... Hâlbuki bu millet var oldukça, yeryüzünde Türkçem konuşuldukça, ben bu dilin ve bu halkın en namuslu şiirlerini yazmış insan olarak yaşayacağım. Sen üzülme,”[4] diye?!
“SEVDALINIZ KOMÜNİSTTİR”
Onu ölümsüz kılan müthiş bir şair olmasıydı; ama bu kadar da değil; Nâzım Hikmet komünist bir şairdi; şu dizeleri kaleme alan bir TKP’liydi:
“Sevdalınız komünisttir/ on yıldan beri hapistir/ yatar Bursa kalesinde
Hapis amma, zincirini kırmış yatar,/ en âlâ bir mertebeye ermiş yatar,/ yatar Bursa kalesinde.
Memleket toprağındadır kökü,/ Bedreddin gibi taşır yükü,/ yatar Bursa kalesinde.
Yüreği delinip batmadan,/ şarkısı tükenip bitmeden,/ cennetini kaybetmeden,/ yatar Bursa kalesinde.”
Evet Onu Nâzım Hikmet yapan tam da bu bilinçli tutkuydu. Çünkü Nâzım Hikmet’in şairliği ile komünistliği birbirinden asla ayrılamazdı.
“Komünist oldum olalı, güzel sanatlardan beklediğim, istediğim şey, halka hizmetleri, halkı güzel günlere çağırmalarıdır. Halkımızın acısına, öfkesine, umuduna, sevincine, hasretine tercüman olmalarıdır. Sanat anlayışımda değişmeyen işte budur. Geri yanı boyuna değişti, değişiyor, değişecek. Değişmeyeni en dokunaklı, en usta, en faydalı, en güzel, en mükemmel ifade edebilmek için durup dinlenmeden değiştim, değişeceğim,”[5] diyen Nâzım Hikmet’in komünist kişiliği de, yapıtları da de bir bütündür. Bir yanını kimi özelliklerini var sayıp yüceltip, işinize gelmeyenleri yok sayamazsınız.
YAŞAMINDAN NOTLAR
Nâzım Hikmet’in hayatı özlemlere gark olmuş müthiş bir maceraydı ve bunun merkezinde de aşk(ları) ve mücadelesi vardı…
Onun hakkında çok şeyden söz edilse de komünizmle nasıl tanıştığı pek bilinmez. Yetenekli ve gelecek vaat eden bir şair olarak tanınan Nâzım Hikmet, İstanbul’un işgali üzerine, Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere 1 Ocak 1921’de İstanbul’dan yola çıktığında, 19 yaşında yurtsever bir gençtir.
Çetin bir yolculuktan sonra Ankara’ya varan Nâzım ve arkadaşı Vâlâ Nurettin, bir süre sonra öğretmen olarak atandıkları Bolu’ya giderler. Bu yolculuk sırasında Anadolu gerçekliğiyle karşılaşırlar. Bu dönemde Almanya’dan dönen, ‘Spartakist’ olduklarını söyleyen bir grup gençle arkadaşlık ederler ve onlardan tarihsel materyalizm üzerine kabaca bilgi edinirler. Sonrasını da şöyle anlatır:
“Biz o zamanlar, yani 1919 İstanbul’unun Bahriye Mektebi öğrencileri, değil enternasyonal, Ekim Devrimi’nden bile habersizdik. Evet, Rusya’da bir şeylerin olduğunu, buna da bir ölçüde -benim sevgili dayımı da şehit verdiğimiz- Çanakkale’deki kahramanca savunmamızın yol açtığını duyuyorduk. Ama hepsi bu kadar... İnebolu’daki Spartakistler ile karşılaşıncaya kadar, Engels’in, Marx’ın Lenin’in adını bile duymadığımı söylesem belki de bana inanmazsın. Komünizmin ‘K’sini bile bilmiyordum o zamanlar.”
Özellikle Spartakist grubundan Sadık Ahi (ki 1940’larda Mehmet Sadık Eti adıyla CHP’den milletvekili olur) Nâzım’ı etkiler. Marx’ı, Engels’i, Hegel’i, Kapital’i, Manifesto’yu, Lenin’i, Rusya ve Fransa’daki devrimci işçileri ve halk hareketlerini anlatır. Böylece bir milliyetçinin ruhuna komünizmin ilk tohumları atılmış olur. İki yakın arkadaş, Nâzım ve Vâlâ, bu konudaki bilgilerini artırmak ve komünizmin uygulamalarını yerinde görmek için Sovyetler Birliği’ne gitmeye karar verirler.[6]
Ekim Devrimi Onu derinden etkilemiştir.
Kolay mı? Moskova... Gurbet desen değil Nâzım için, belki bir komşu evi, dinmeyen bir hasretliğin sığınağı Moskova... Dağlar, dereler, yamaçlar, toz toprak yollar aşılarak, zor lodoslardan geçip, yoldaş Mustafa Suphi’nin izini sürerek vardığı devrimin şehri... Mayakovski’nin özgürlük çığlığı işitiliyor caddelerde. Tiyatrolar dolup taşıyor şenlikli. Çara vurulmuş sert tokadı halkın. Aklında yazgısı kara, acısı derin Anadolu var Nâzım’ın... Yeni bir şiirdir beliren dilinde. Yalın, sade, incelikli... Üniversitede okurken türlü insanlar tanır ve sevdayı elbet. Düşüncesi biçimlenir, yaşam boyu uğruna mücadele vereceği komünizmi öğrenir, içselleştirir; devrimin görkemini, güzelliği tanır. Başka biridir artık Hikmet yani Sevdalınız komünisttir![7]
Ardından memlekete dönüş; 1938’te girdiği cezaevinden 1950’de çıkış…
Nâzım Hikmet, 1951’de sürgün; “vatan haini”(!?) zırvasıyla (Bakanlar Kurulu kararı ile) vatandaşlıktan çıkarılış. (2009’daki bir Bakanlar Kurulu kararıyla, 58 yıl aradan sonra yine resmen Türkiye vatandaşı oldu.)
Sonrası mı?
“iyice yaklaştı bana büyük karanlık./ dünyayı telâşsız, rahat/ seyredebiliyorum artık.
bakınıyorum başımı kaldırıp işten,/ karşıma çıkıveriyor geçmişten/ bir söz/ bir koku/ bir el işareti,” özlemiyle “karşı yaka memleket” haykırışı…
“Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ gölgem gibi demiyorum/ çünkü hasret yanımdaydı zifiri karanlıkta da/
Ellerim ayaklarım gibi de değil/ uykudayken yitirirsin elini ayağını/ ben hasreti uykuda da yitirmiyordum
Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ açlıktı, susuzluktu demiyorum/ sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı aramak gibi de değil/ giderilmesi imkânsız bir şey/ ne sevinç ne keder/ şehirlerle bulutlarla türkülerle de ilgisiz/ içimdeydi dışımdaydı
Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ zaten elimde ne kaldı bu yolculuktan/ hasretten gayrı,” diyen Nâzım Hikmet’i yitirişimiz…
MAHPUSLUK, AÇLIK GREV(LER)İ
“Bir de ekmeği/ son lokmasına dek yemeği,/ bir de ağız dolusu gülmeyi/ unutma hiçbir zaman,” vurgusuyla, “Bugün pazar./ Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün/ bu kadar benden uzak/ bu kadar mavi/ bu kadar geniş olduğuna şaşarak/ kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,/ dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,/ bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne/ karım.
Toprak, güneş ve ben.../ Bahtiyarım,” diyen Nâzım Hikmet, ilki 1925’te olmak üzere 11 kez yargılanmış; neredeyse iki yılda bir mahkemeye çıkmak zorunda kalmıştı. 1938’deki son yargılama ile otuz dört yıla yakın ağır hapis cezasına mahkûm edilmiş;[8] 13 yıl aralıksız olarak İstanbul, Ankara, Bursa, Rize ve Çankırı illerinde askeri-sivil cezaevlerinde tutulmuştu. Davaları “komünistliğe tahrik” ya da “kanunun cürüm addettiği fiili övmek” ile ilgiliydi. Bunlar, rejimin mutlak otorite politikası nedeniyle açılan siyasi davalardı.[9]
“Mesele esir düşmekte değil/ Teslim olmamakta,” dizelerindeki vurgulu 13 yıllık mahkûmiyet döneminde pek çok eserini kaleme alan Nâzım Hikmet, aynı zamanda sanatçılar da yetiştirdi. Örneğin Çankırı’dan Orhan Kemal. Bursa’dan İbrahim Balaban Nâzım’ın olağanüstü iki öğrencisi olarak mezun oldular.
Mahpusluk günlerindeki açlık grevlerine gelince: 1938’de, toplam 28 yıl 4 ay ağır hapis cezasına çarptırılan şair; 12 yılını hapishanede geçirdikten sonra 8 Nisan 1950’de açlık grevine başladı. Avukatının isteğiyle grevi erteledi. 1 Mayıs 1950’de tekrar başladı, 13 Mayıs’ta Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırıldı. Sonunda 19 Mayıs 1950’de açlık grevine son verdi. Bu arada iktidar değişti, 14 Temmuz 1950’deki af yasasıyla da Nâzım Hikmet tahliye edildi. Birkaç ay sonra 49 yaşında olmasına ve hastalığına ilişkin Adli Tıp raporlarına karşın askere çağrıldı. Sonrasını malum…
Tekrar açlık grevlerine dönersek; o günlerde bir zarftan Piraye’ye yazdığı mektup çıkıyor... Öteki zarftan ailesine kararını açıkladığı mektup: “Bu kararım herhangi bir yeis, bir yılgınlık, bir korkaklık, bir sabırsızlık neticesi değildir. Sabırlı, şuurlu, ümitliyim. Fakat hakkın ve hakikâtin ortaya çıkması için meydana hayatımı atmaktan başka imkânım kalmadığına kanii. Bu son imkânımı şuurla, ümitle kullanıyorum...”
Zaten açlık grevine başlarken söylemişti: “Millete verdiğim açık istidaya canımı pul yerine kullanıyorum.”
Konuya ilişkin olarak ‘Açlık Grevinin Beşinci Gününde’ şiirinde şunlar ifade ediyordu:
“Kardeşlerim,/ Avrupa’dakiler, Asya’dakiler, Amerika’dakiler,/ ben, hapiste açlık grevinde değil de bir kırda yatıyor gibiyim bu mayıs ayında geceleyin./ Ve gözleriniz ışıl ışıl yıldızlar gibi başucumda;/ ve elleriniz tek bir el/ anamın eli gibi/ yârimin eli gibi/ Memed’in eli gibi avucumda.//
Kardeşlerim, biliyorum/ yine de yaşamakta devam edeceğim yanı başınızda:/ Aragon’un mısraında olacağım - gelecek güzel günleri anlatan her mısraında- ve beyaz güvercininde Picasso’nun/ ve Robeson’un türkülerinde/ ve asıl ve en güzeli/ Marsilya dok işçilerinden yoldaşımın muzaffer gülüşünde olacağım./ Kardeşlerim,/ dolu dizgin bahtiyarım doğrusu…”
Aslı sorulursa Nâzım Hikmet’in açlık grevi, komünist bir şairin bireysel direnişinin yol açtığı toplumsal dalgalanma öyküsüdür.[10] Bu karar kamuoyuna bomba gibi düştü. Yakınları, arkadaşları, ailesi şairi kararından vazgeçiremedi. Bir gün sonra doktor kontrolünden geçen Nâzım Hikmet’in sağlık durumu iyi bulunmadı.
Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım da 9 Mayıs 1950’de üzerinde, “Haksız yere mahkûm edilen oğlum Nâzım Hikmet açlık grevindedir. Ben de ölmek istiyorum gece gündüz oruçluyum. Bizi kurtarmak isteyenler bu deftere adreslerini yazarak imzalasınlar,” yazan pankartla Galata Köprüsü’nde açlık grevi eylemini başlattı.
Celile Hanım’ın Nâzım’ı kurtarma girişimi sadece yarım saat sürebildi. Polisler tarafından emniyete götürüldü, trafiği engellediği gerekçesiyle savcılığa sevk edildi...[11] Aynı gün şehrin duvarlarında “Nâzım Hikmet Kurtarılmalıdır” yazan afişler vardı. O afişlerin önünden binlerce insan geçemeden onları asanlar gözaltına alındı...
Nâzım Hikmet 2 Mayıs’ta Paşakapısı cezaevinde ikinci kez açlık grevine başladı. Bir hafta sonra annesi Celile Hanım, on gün sonra Orhan Veli,[12] Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat şaire destek için açlık grevine başladı. 17 Mayıs’a gelindiğinde, Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar, Sait Faik, Cahit Sıtkı Tarancı, Cevdet Kudret ve Adnan Saygun gibi isimlerin bulunduğu aydınlar grubu Nâzım’a bir mektup yollayarak yeni bir hükümet kurulana kadar açlık grevine ara vermesini rica ettiler.
Nâzım Hikmet’in açlık grevine başlaması hem Türkiye’de hem dünyada büyük bir yankı buldu. ‘Nâzım’a Özgürlük’ kampanyaları açılıp, imzalar toplandı. ‘Nâzım Hikmet’ adlı açlık grevi sürecine dikkati çekmeye çalışan bir dergi yayımlandı.
Tam da bu günlerde savcı İzzet Akçal, Nâzım Hikmet’e, “Senin için bütün dünya ayağa kalktı. Basın her gün senden söz ediyor. Serbest bırakılman için Türk hükümetine mektuplar yazılıyor,” derken; şair de, “Bense sabırla bekliyorum. Bakalım n’olacak?” yanıtını verdiği[13] kesitte Nâzım Hikmet’in affedilmesini talep eden uluslararası tepkiler Meclis’e ve cumhurbaşkanına gelmeye devam ediyor. 2 Haziran’da Genel Af tasarısı Meclis’te görüşülmeye başlanıyor. İlk oturumda siyasi suçluların (Nâzım Hikmet’in) af yasası kapsamı dışına çıkartılması, affedilmemesi teklifi kabul görüyor. Tartışmalardan sonra 14 Temmuz’daki ikinci oturumda siyasi mahkûmların cezalarında indirim yapılması kabul edilince 15 Temmuz’da yasanın Resmi Gazete’de yayımlanması ile Nâzım Hikmet özgürlüğüne kavuşuyor.
Nihayetinde Nâzım Hikmet’in eylemi “İlk pasif direniş”ti;[14] “Entelektüel tarihimizde kırılma noktası”ydı…[15]
Evet, şairin açlık grevinin Türkiye’de geniş bir kesime seslenen ilk pasif direniş eylemi olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Zafer Toprak, Türkiye aydını açısından dönüm noktası olduğu ve entelektüel yaşamın bir başlangıcına denk düştüğünü işaret ederek, açlık grevinin Türkiye’de o güne kadar yaşanmamış biçimde farklı düşüncelerden aydınları birleştirdiğine dikkat çekiyordu.
YURTDIŞINA ÇIKIŞ
Nâzım Hikmet 17 Haziran 1951’de, öldürüleceğinden şüphelendiği için yurtdışına çıktı. Ardında eşi Münevver (Andaç) ile 2.5 aylık oğlu Mehmet Hikmet’i bıraktı.
O buğulu pazar sabahı Tarabya’dan önce güneye, sonra dönüp Karadeniz’e doğru ağır ağır yol alan motorun iki yolcusundan biri Romanya’ya çıkan Nâzım Hikmet, diğeri onu 17 Haziran 1951 tarihinde, motorla Türkiye’den kaçıran gazeteci Refik Erduran’dı:
“Türkiye’de kalmış, geçimini sağlamış bir Nâzım Hikmet sonradan vatandaşlıktan atılma gibi haksızlıklara maruz kalan bir kahramanın bugün yaptığı etkiden daha az bir etki yapardı. Türk statüko yöneticilerinin büyük aptallığı burada ortaya çıkıyor. Yanlış satranç oynadılar. Nâzım’ı öldürmeye, ortadan kaldırmaya karar vermişlerdi. Sabahattin Ali’nin başına gelenleri biliyorsunuz”![16]
Yurtdışına çıkışını şöyle anlatır Nâzım Hikmet:
“Evim sabah saat 8’den gece saat 12’ye kadar polis tarafından çevriliydi. Bu sebepten dolayı ben tedbir aldım ve sakin bir hayat sürdüğüme ve kimseyle temasım olmadığına polisi inandırmak için hep aynı saatte çıkıyor, aynı yoldan gidiyordum…
Bana pasaport verilmeyeceğinden emin olduğum için ve ev hapsinde bulunduğumdan, parti benim Türkiye’den kaçak çıkmamı kararlaştırdı. Kaçışımı örgütlemek için para gerekliydi. Londra’daki gizli adres sayesinde kendisine bildirilen Sabiha Zekeriya yoldaş vasıtasıyla bunu hâllettim…
Kaçışımı örgütlemek için artık param vardı. Partideki yoldaşlar daha büyük gizlilik için kaçışımı kendim örgütlememi kararlaştırdı. Bunun üzerine kız kardeşimin bana çok bağlı olan, partiye sempati duyan ve polisin ve emniyetin hakkında bir şey bilmediği kocasıyla kaçışımı örgütledik…
17 Haziran günü kaçmayı kararlaştırdım. Sık sık taksi değiştirerek Boğaz’a vardım. Eniştem kimselerin olmadığı o yere ve ben tekneye saklandıktan sonra motoru sürdü. Deniz sakindi. Boğaz’dan çıktığımızda Plehanov gemisiyle karşılaştık…
Yaklaşık 1.5 saat sonra beni gemiye aldılar, eniştem ise geri döndü. Gemide yolcu yoktu. Çünkü yük gemisiydi. 18 Haziran günü Köstence’ye vardım. Emniyetten olduklarını sandığım birileri gelip beni limandaki binalardan birine götürdü ve nasıl geldiğimi sordu. Sonra Köstence parti teşkilâtıyla bağlantı kurdular ve ardından partiden bir yoldaş gelip beni il komitesine götürdü.”[17]
Nâzım Hikmet yurtdışına çıkışından bir ay sonra, 25 Temmuz 1951’de Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye vatandaşlığından da çıkarıldı.
Münevver Hanım gidişinin ardından Nâzım’a bine yakın mektup yazdı. Mektuplarında Türkiye’de olup bitenleri anlatıyor, aynı zamanda yaşadığı zorlukları aktarıyordu.
Nâzım, Türkiye’de bıraktığı eşine ve oğluna yürekten bağlıydı. Mektuplarını tekrar tekrar okuyor, oğlunun fotoğrafları evinin duvarlarını süslüyordu. Eşi Münevver Hanımın yazdığı mektuplar kimi zaman şiirlere dönüşüyordu; Balçi’den 1 Temmuz 1957 tarihli ‘David Oystrah’a Mektubumdur’daki üzere:
“İstanbul’a gitmişiniz./ Konserinizdeymiş./ Çok bahtsız bir kadını bahtiyar etmişiniz./ Yağmura uzanan iki yeşil yaprak gibi gözleri bakmış parmaklarınıza.
Mektubunda: ‘Unuttum her şeyi,’ diyor./ Kahırlarından başka unutacak şeyi yok./ ‘Ağladım,’ diyor, ‘ferahladım.’/ ‘Dünya,’ diyor, ‘güzel, içim rahat.’/ Siz kıskandığım biricik insansınız, üstat.”
Ve önemli bir şey de Orhan Karaveli’den: “Nâzım Hikmet kaçmadı, gitti, gitmek mecburiyetinde bırakıldı. Çünkü Nâzım Hikmet kaçacak biri hiç olmadı. ‘Ben artık komünist değilim, vazgeçtim,’ der, kurtulurdu.”[18] Bunu asla yapmadı!
AŞK(LAR)I
“Vê gav pirr dixwestim ku li ba min bî./ Lê ninî./ Tu li wê derê ye; û ew der nedizane ku çiqas bi sihûd e.// Şu an yanımda olmanı çok isterdim./ Ama değilsin./ Sen oradasın; ve orası ne kadar şanslı olduğunu bilmiyor,” yoğunluklu sevdalı Nâzım Hikmet, imkânsız aşka tutulur. Hep olacağı gibi inatçıdır.
Nâzım Hikmet’in yaşamında sevdiği kadınlar çok önemli bir yer tutar. İlk eşi Nüzhet’le başlayan, Lena, Piraye, Semiha, Münevver ile süren ve son yıllarının Galina’sına Vera’sına kadar tüm kadınlar…
Bunlardan Füsun Erbulak’un, “Kanımca Piraye Hanım, Nâzım’ı Nâzım Hikmet yapan kişidir,”[19] notunu düştüğü Piraye önemlidir. Çocukları vardır, mutsuz evliliği, kırgın bir de kalbi kadının! “Olmaz, imkânsız” der Piraye; çocuk gibi sevinçli, deli gibi güçlü, inatçıdır şair.
Çelmeyi başarır gönlünü, yoldaşı, sırdaşı, dert ortağı olur Piraye. Mahpushaneden yazdığı dizelerin, en güzel mektupların, düşlerin, acının ve elbette hüznün adıdır aynı zamanda. Yuva kurar Nâzım ve Piraye; kadının çocuklarını kendinin sayar.
Mektuplarca dertleşecektir ileride Memet Fuat’la. Yaşamı, devrimi, cinselliği, yalnızlığı, kederi, düşleri ve ayrılığı akıtacaktır satırlarına. İyi baba olur Piraye’nin çocuklarına.[20]
Nâzım Hikmet ile Piraye 1934’de hapisten çıkınca evlendi, 1938’de de Nâzım tekrar hapse girdi. Dolayısıyla hapisteyken büyütülen bir ilişki var. Elbette ki bir aşk; Nâzım’da görüyoruz bunu fazlasıyla. Müthiş şiirler yazmıştı.
17 Ocak 1938’de tutuklanıp, toplam 28 yıl 4 ay hapis cezasına mahkûm edilen Nâzım Hikmet, Ankara Cezaevi’nde kaldıktan sonra 1940’ın Şubat ayı ortasında Hikmet Kıvılcımlı ve Kemal Tahir’le birlikte kalacağı Çankırı Cezaevi’ne yollanır.
Bunun üzerine Piraye Hanım, iki çocuğunu İstanbul’da bırakıp 1940’ın Nisan sonunda Çankırı’ya gelir. Nâzım Hikmet, karısının kalması için bir ev tutulmasını sağlamıştır. Niyetleri bu ne zaman sonuçlanacağı belirsiz tutukluluk süresince olabildiğince yakın olmak, sık sık görüşmektir. Her gün görüşürler. Ama Piraye Hanım bu küçük Anadolu şehrinde tek başına yapamaz, zaten aklı da çocuklarında kalmıştır.
Nâzım Hikmet Piraye ile İstanbul’a dönmesi, Bursa Cezaevi’ne aldırılması için uğraşması konularında anlaşırlar. Piraye Hanım, Haziran ayının sonunda Çankırı’dan ayrılır. Temmuz’un ilk günlerinde de Nâzım Hikmet, Piraye’ye özlem ve şiir yüklü mektuplarını yeniden yazmaya başlar. ‘2 Temmuz 1940 Çankırı’ diye tarih attığı ilk mektubunda: “Saat dört/ yoksun./ Saat beş/ yok./ Altı, yedi./ Ertesi gün,/ daha ertesi/ ve belki/ kim bilir” diye başlayan şiiri vardır. Bu şiirin altında da, “İşte karıcığım, senin hasretinle yazdığım ilk şarkı bu. Sanat kıymeti var mı, yok mu düşünmedim. Duyduklarımı en işlenmemiş, en ham şekilleriyle fakat bence en saf ve berrak olarak yazdım,” demektedir.
Mektuplara şiirler karışmaktadır artık. Nâzım Hikmet’in niyeti bu şiirleri ‘Çankırı’dan Piraye’ye Mektuplar’ başlığı altında toplamaktır. Piraye Hanım’dan şiirler hakkında görüşlerini, eleştirilerini yazmasını ister. Nâzım Hikmet’in şiirinde yeniliklerin peşine düştüğü bir dönemdir bu. Sürekli denemeler yapar, yeni sesler arar, mektup tarzını, şiirle öykü anlatmayı, sinemanın, senaryonun olanaklarından yararlanmayı dener. Nâzım Hikmet bir yandan şiirinde büyük bir yenilik arayışı içindeyken diğer yandan sevdasını davasıyla iç içe işlediği şiirler yazar, Piraye’ye mektup olarak yollar. Nâzım Hikmet’in 1940 Aralık ayında Piraye’ye hediye olarak yolladığı defter Çankırı Hapishanesi’nde yazılmış şiirleri içeriyordu.[21]
Sonra Orhan Kemal’e yazdığı bir mektubunda, “Piraye yengen gelmiyor, hasret kaldım,” diyor…
Ardından adı bile Nâzım Hikmet’i heyecanlandıran Münevver…[22]
Çalkantılı günlere dair Hıfzı Topuz aktarıyor: “Nâzım Paris’e geldiği zaman bir tarafta Münevver hikâyesi var bir tarafta da Vera var. O zaman aynen şöyle diyordu: ‘Bir gönülde iki sevda olamaz diyorlar. Oluyormuş efendim, pekâlâ oluyormuş’…”[23]
Ve Vera… Kızı Anna Stepanova, “Annem hayatı boyunca Nâzım’la yaşadı” derken;[24] Galina Gregoryevna Kolesnikova... Kısaca “Galya”... Nâzım’ın “Kanaryacık”ı... “Güllü hanım”ı... “Galuşka”sı... 1953’ten 60’a kadar Nâzım Hikmet’e “ilham” veren, 7 yılını ona adayan bu zaman diliminde büyük ustayı 4 kez ölümden kurtaran ve Onu, “Haydi bana eyvallah... Nâzım çağırdı. Ben gidiyorum...” diyecek kadar seven Doktor Galina Grigoryevna Kolesnikov...
Galina Onun sadece sevgilisi değil doktoruydu da. Ancak Nâzım Hikmet tüm yaşamına sığdırdığı kadınlar arasında bir tek ona şiir yazmamıştı.[25]
7 yılın sonunda Nâzım, bir gün her şeyini bırakarak Vera’ya kaçıvermişti. Mart 1960’ta şu “son mektup”u yollamıştı: “Galya merhaba... Bugün gidiyorum. Sağlığım fena sayılmaz. Tek sorunum iyi uyuyamamak.
Çalışıyorum. Şiir yazdım. Münevver’e para gönderdiğin için teşekkür ederim. Ben, senin sadık bir dostunum. Sen de benim kızımsın. Öpüyorum. Annene, Anka’ya selam söyle. Güzel süveter için teşekkür ederim. Nâzım Hikmet”.
“Benimle kalsa daha uzun yaşardı” demişti Galina, acısını zamana sarmalamış kadınlara özgü bir olgunlukla; sonra da büyük samimiyetle eklemişti: “Ama o güzelim şiirleri yazamazdı. Çünkü o şiirleri ona aşk yazdırıyordu.”[26]
ŞAİR KİMLİĞİ
“Ben bir insan,/ ben bir Türk şairi Nâzım Hikmet!/ ben tepeden tırnağa insan,/ tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...
Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum,/ hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler.
Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan,/ hem zindandan dönen insan ruhundan,/ hem kitlelerin daha güzel günler için savaşından,/ hem bir tek insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak istiyorum,
Hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan/ bahseden şiirler yazmak istiyorum,” dizeleri Onun şairliğinin özetidir.
Ataol Behramoğlu’nun, “Nâzım Hikmet Mayakovski’den çok Puşkin’e yakındı”;[27] Sennur Sezer’in, “Nâzım Hikmet, her şeyden önce yaşamın her dönemi ve dönemeci için benzersiz güzellikte dizeler yazmış bir şairdir,”[28] diye tanımladığı Onun şiire başlama hikâyesi, kendi ağzından şöyledir:
“Ben 1902 yılında, 20 Ocak’ta Selanik’te doğdum. Dedem valiydi, şiirle ilgilenirdi. Annem ressamdı, birkaç yabancı dil bilirdi. Babam önce elçilik, daha sonra üst düzey memurluk yaptı.
İlk şiirimi 13 yaşındayken yazdım. Bir yangını anlatıyordu. Ailem benim harika bir çocuk olduğuma karar vermiş ve şiir yazmamı telkin etmeye başlamıştı. 15 yaşında bahriye okuluna verdiler. Deniz subayı yapmak istiyorlardı beni. Okuduğum sınıf ikiye ayrılmıştı. Bir kısmı sporla, diğeri şiirle uğraşıyordu. Ben şairler tarafına düştüm. Okulda bize tarih ve edebiyat derslerini ünlü Türk şairi Yahya Kemal veriyordu. Kedimi anlatan bir şiir yazmıştım. Yahya Kemal, şiirimi okuduktan sonra kedimi getirmemi söyledi. Tüyleri dökülmüş, çelimsiz bir kediydi. Yahya Kemal o zaman bana ‘Bu kadar allayıp pullayabildiğine göre, senden kesin şair olur,’ demişti.
16 yaşındayken Yeni Mecmua’da ‘Servilikler’ adlı şiirim yayınlandı. Bu şiir herkes tarafından beğenilmişti. 17 yaşında artık yazdıklarım ciddi ciddi basılıyordu.”[29]
Onun şiirini, Ekim Devrimi coşkusu biçimlendirdi. SSCB’ye gidip gördükleri daha da heyecanlandırıp, şiirine başka bir boyut kattı. Dönüşte yazdığı şiirler artık hem edebi, hem içerik olarak da daha başkaydı.
Ancak şiirleri ve düşünceleri ona sadece beğeni ve ün olarak değil, soruşturmalar, mahkemeler olarak geri dönmeye başladı! Acılar, hapishaneler, tutsaklıklar birbirini takip etti.
Birçok hapishanede yattı. Ama o hapishane koşullarında bile şiirini yazdı, âşık oldu, parmaklıkların arasından güneşe bakıp resim yaptı; bir ressam, bir hikâyeci çıkarmış koğuş arkadaşlarından! Hep ve her yerde var oldu! Yollarda, koğuşlarda, sokaklarda, mücadelede…
İnsanı yazmış ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nda; yazdıkça çoğaldı şiirleri; demir parmaklıkların ardından sınırların ötesine ulaştı...
Kolay mı?
“Halk edebiyatı vezniyle de yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En basit konuşma diliyle, kafiyesiz, vezinsiz de şiir yazıyorum. Sevdadan da, barıştan da, inkılâptan da, hayattan da, ölümden de, sevinçten de, kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz açıyorum, insana has olan her şey şiirime de has olsun istiyorum. İstiyorum ki, okuyucum bende, yahut bizde, bütün duygularının ifadesini bulabilsin,”[30] diyen Nâzım Hikmet “Bütün bir yaşamın kucaklayan şiirlerin şairi”ydi…[31]
Hem de “Ben yirminci asırlıyım/ ve bununla övünüyorum./ Bana yeter/ yirminci asırda olduğum safta olmak/ bizim tarafta olmak/ ve dövüşmek yeni bir âlem için,” dizelerinde açığa çıkan düşünce ve davranışla; ne bir eksik, ne bir fazla!
Kolay mı? Ona göre bir sanatçının en ayırt edici özelliği dünya görüşüdür. Nâzım Hikmet, dünya görüşünü çok açık ve net olarak ortaya koymuştur: “Ben her şeyden önce bir yazarım, fakat aynı zamanda bilimsel sosyalistim. Bence yirminci yüzyılda yüceliğinin doruğuna ulaşan sosyalist öğretiyi bilmeden hiçbir şey olamayız; yalnız şair değil, genellikle düşünen insan da olamayız.
O sınırsız ve sınıfsız bir topluma inanan, bunun mücadelesini hayatın her alanında veren bir komünisttir. Otobiyografisinde ve şiirlerinde bunu açıkça yazmıştır.
Nâzım Hikmet, kendisini realist-diyalektik-materyalist iyimser bir insan olarak niteler. “Gerçek olarak kabul etmediğim şeye, gerçekliğini ispat etmemiş şeye inanmam ve inanmadığım şeye sanatımı alet etmem…”
O, hayatını ve sanatını yaratıcı, geniş halk yığınlarının hayatına ve yaratıcılığına samimi bir biçimde bağlamıştır. “İnsanlarımı seviyorum, bütün zaafları ve kepazeliklerine rağmen onlara güveniyorum, tarihi onlar yapmışlardır ve onlar yapacaklardır.”
Nâzım Hikmet’e göre sanatçının taraf olması zorunludur. “Devletler arasındaki ilişkilerde yansızlık politikası yararlı ve etkili olabilir, ama yazarlarda olamaz. Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız kalmış bir tek büyük yazar göstermek kuşkusuz güç olacaktır. Yansız olunduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olunamaz. Ben kesinlikle yan tutmayı yeğlerim. Ama güdümlü sanata da karşıyım. Çünkü sanatçıyı koyun saymıyorum. Sanatçının güdümü kendi sosyal, felsefi inançlarından gelmeli. Sanatçı güdüldüğü zaman sanat denilen nesne ortadan kalkar...”
O partili bir sanatçı olarak, kendini ve edebiyatını, dünyayı değiştirip-dönüştürme mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak görmüştür.
Şiirinde ideoloji olduğu eleştirisini “İyi bir sanatçı isem bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum,” diyerek yanıtlayan Nâzım Hikmet, “İlerici şair olmak iyi şey, güzel şey. Ama daha güzeli sosyalist şair olmak” diyerek eklerdi: “Ben sosyalist şairim.”
Devamla da: “Sosyalist şair olmak, yani memleketini ve halkını en çok seven, memleketinin ve halkının en mamur olmasını isteyen şair olmak neden kusur olsun, tersine bir sosyalist şairde memleket ve halk sevgisi, elle tutulur, gözle görülür, sesle konuşulur insanlara ait bir sevgidir...”
Edebiyatı ve edebiyatçıyı sahtelerinden ayıran en temel özelliğin “Olanı durgun taş kesilmiş olarak değil; olanı olduğu gibi, yani doğuş, oluş ve ölüş akışında aksettirmek” olduğunu söyleyen Nâzım Hikmet, “Edebiyatçıyı, eserlerini büyük yapan şeyin, dünü öğrenip, bugünü anlayıp, yarını sezebilmesidir,” diyordu.[32]
ŞİİRİ HAKKINDA
“Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır,” diye haykıran Nâzım Hikmet’in şiiri, yerliliktir, Anadolu’dur, hasrettir, Hiroşima’da ölen bir çocuktur, güçlü bir sestir. Şiiri anlamdan öte bir büyük sestir ve o sesle yürür… O; dünyayı emeğe/alın terine çağıran, inandığı davadan vazgeçmeyen ve politik mücadelesi uğruna şiirini de yenilemeyi başarmış cesur bir büyük hayat demektir.[33]
Prof. Dr. Murat Gülsoy’a, “Nâzım Hikmet’i okumanın kendisi siyasi bir eylem anlamına geliyordu… Ama asıl önemlisi Onun eserlerinin insanda açtığı ufuklardı. Bir şiirde Berkeley’le, Heraklit’le karşılaşıyor, felsefenin yaşamsal bir öneminin farkına varıyorsunuz; başka bir şiirde, örneğin Jokond ile Si-Ya-U’da gerçeküstü ile tarihsel gerçekliğin kesişimlerinde nasıl bir resim çıktığına hayret ederken, modern edebiyatın zinde, devrimci, dönüştürücü gücünü hissediyorsunuz,”[34] dedirten Nâzım Hikmet’in şiiri denilince beş noktanın altı çizilmelidir:
1) Bütünlük: O, bir bütün... İnançları, düşüncesi, yaşamı, eylemleri, aşkları ve eseri bir bütündür… Nâzım Hikmet komünistti. Marksist Leninistti. Sömürüsüz, baskısız, adil, eşitlikçi, özgürlükçü, daha güzel, daha iyi, daha doğru bir dünya; sınıfsız bir toplum özlemiyle yanıp tutuşuyordu.
2) Yaratıcılık: Kendinden önceki Türk şiirini, Doğu ve Batı dünya şiirini çok iyi biliyordu. Yeni şeyler söylemek için, yeni formlar gerektiğine inanıyordu. Sözlü edebiyatın, deyişlerin zenginliğinden, ses, ritim ve uyumlarından yola çıkıp, kendi şiirinin gürül gürül akan müziğini yaratıyordu. Şiirleri, büyük bir orkestra senfonisinin çok zengin bir imge gücüyle taçlanmasıydı. Canlı, yaşayan, dinamik, çok renkli, derin, imge yüklü, müzik yüklü sözcüklerle, kısacası dili kullanarak eşsiz bir müzik yaratacaktı. Yarattığı bu “müziğe”, materyalizmi, diyalektiği ve sınıf kavgasını kattı…
3) Direniş: O bir direnişçiydi. Yaşamında ya da sanatında asla boyun eğmedi. Baskı, hapis, sürgün, ölüm tehditleri, direncini yenemedi, aksine cesaretini körükledi. “Mesele esir düşmekte değil/ teslim olmamakta bütün mesele!” Komünizmin yasak olduğu bir ülkede, düşüncelerini en açık seçik biçimde dile getirdi. İdealize ettiği sistemin yanlışlarını eleştirmekten geri kalmadı. Onun cesareti, insan onurunun hizmetindeydi. Direnci, umutla beslendi. Direnci özgürlük anlayışını perçinledi. “Düşmana inat bir gün daha yaşamak...”
4) Aşk: Yaptığı her işe aşkla sarıldı. Aşkla yaşadı, aşkla yazdı... Bir kadına âşık olmakla, insanlığa âşık olmak, ideallerine âşık olmak arasında ayrım yapmadı. “Bir kadını sever gibi kâinatı sevmeye koyuldum...” Onda, sevgiliye fısıldanmış çok özel bir duygu, tüm insanlığa adanmış bir çığlığa dönüşebilir. Tüm tutkuları, tıpkı şiiri gibi, onun için bir “ölüm kalım meselesi”ydi.
5) Empati: Onun şiiri, tarih ve coğrafya içinde sınır tanımayan, süregelen, çoğalan, eşsiz bir serüvendir. Yaşamın her anını ve yaşamın her alanını kapsar. Ama en çok “öteki” dediklerimizi kapsar. Ezileni, sömürüleni, haksızlığa uğrayanı, susturulanı, sesini duyuramayanları, suskunluğa, yokluğa, yoksulluğa mahkûm edileni, yok sayılanı…
Özetle O, hapishanede dört duvar arasından, yeryüzüne uzanır evrene açılır. Kalbi en uzak yıldızla çarpar, kalbinin yarısı buradaysa, öteki yarısı Çin’de Sarı Nehre akar. Şiirinin bütünü, XX. yüzyıl dünya siyaset tarihinin bir mikrokosmosunu oluşturur. ‘La Jakond ile Si-Ya-U’, ‘Taranta Babu’, ‘Benerci’, ‘Hiroşimalı Çocuklar’, ‘Arhavili İsmail’ tanıktır buna.[35]
O hâlde şunu diyebiliriz: “Nâzım Hikmet,… vicdanın sesidir. Bir çocuğun, bir kadının, insanlığın sesi”dir;[36] haykırışıdır!
ANISINA SAYGISIZLIK: SANSÜR
“Dünya görüşünü, siyasi düşüncelerini bir yana bırakıyorum. Elbette Nâzım’ı Nâzım yapan onlardır, ama insan olarak beni en çok etkileyen yanı içtenliğidir,”[37] türünden ele alışların naifliğini ciddiye alamayız…
Ya da Gündüz Vassaf’ın, “Sol Nâzım Hikmet konusunda o kadar putperest ki!”[38] deyişindeki ölçüsüzlüğü de…
Veya Larisa Nikolayevna Vasileva’nın, “Nâzım’ın şairliğinin kalitesinin ideolojiyle ya da başka bir şeyle bir ilgisi yok. Tanrının verdiği bir yetenek var onda. Bu yetenekle o, istediği konuyu dünyanın herhangi bir köşesinde istediği gibi anlatabilirdi. O dönem komünist fikirlerin yaygın olduğu bir dönemdi. Nâzım’ında Mayakovski’nin de genç ve ateşli olduğu dönemdi. Genç ve ateşliyseniz, işin içine aşk da giriyor bir yerde ve aşk her zaman insanı başka bir tarafa yönlendirir. Liliya Brik Mayakovski’yi bir yere yönlendirdi. Nâzım’ı ancak bir kadın, şiirin bu tarafına çekti. Ama hangi kadın buna vesile oldu bilmiyorum. Nâzım kadınlardan etkilenir ve bunu şiirlerine katar. Mayakovski’nin sanatının Liliya Brik’ten oluşması gibi,”[39] türünden zırvalarını da!
Malûm; meyve veren ağaca ilişkin farklı biçimli, benzer özlü davranışlara yabancı değiliz; tıpkı Onun “sansür”ü gibi!
“Nâzım Hikmet külliyatı neden tam değil?”[40] sorusunu dillendiren Metin Celal’in aktardığına göre, “Nâzım Hikmet’in ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ adlı romanının 25 ayrı yerde sansürlü olduğu, komünizmle ilgili bölümlerin sansürlendiğini açıkladı Nâzım Hikmet Kültür Merkezi. Nâzım Hikmet’in yayıncısı Yapı Kredi Yayınları da (YKY) ağır bir dille ‘sansürcülük’le suçlanıyordu. YKY kitapların Memet Fuat tarafından hazırlanan Adam Yayıncılık’ın 90’lı yıllardaki baskılarının aynısı olduğunu açıkladı.”[41]
Sadece bir örnek bile, her şeyi anlatıyor: Nâzım Hikmet’in ‘Tanya’ destanı/ şiirindeki gibi!
Öncelikle yayımlanan sansürlü şiirinden aktaralım;
“-I- …/ Moskova’dandı./ Gençti, partizandı./ Sevdi, anladı, inandı/ ve geçti harekete.
-II-.…/ Tanya,/ senin memleketini sevdiğin kadar/ ben de seviyorum memleketimi,/ Seni astılar memleketini sevdiğin için,/ ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim./ Ama ben yaşıyorum,/ ama sen öldün….”
Sonra da Bulgarca baskıdan orijinalinden bakalım;
“-I-…/ Moskova’dandı./ Genç komünistti, partizandı./ Sevdi, anladı, inandı/ ve geçti harekete./ İpin ucunda ince uzun boynundan sallanan çocuk/ bütün azametiyle insandı.
-II- …/ Tanya,/ senin memleketini sevdiğin kadar/ ben de seviyorum memleketimi./ Sen komsomolkaydın, genç komünisttin,/ ben 42 yaşında ihtiyar komünist,/ sen Rus, ben Türk,/ ama ikimiz de komünistiz./ Seni astılar memleketini sevdiğin için,/ ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim./ Ama ben yaşıyorum,/ ama sen öldün…”[42]
TARİH BERAAT ETTİRDİĞİ NÂZIM
Nâzım Hikmet’i tarih beraat ettirdi; kimin bundan şüphesi yok ve olamaz da!
Bilmeyen var mı? XX. yüzyıl dünyada dolaşan “komünizm hayaletinin” ve “komünizm aleyhtarlığının” hemen her şeye damgasını vurduğu kesitti veya “Zamanın Ruhu” böyleydi!
XX. yüzyılda coğrafyamızdaki egemen korku ve saldırganlık hemen her yerdeydi!
Örneğin TBMM tutanaklarına Nâzım Hikmet, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Hasan İzzettin Dinamo, Aziz Nesin başta olmak üzere komünist şairlere, yazarlara karşı saldırıların, küfürlerin, nefretin tarihi olarak yansımıştı...
Örneğin 1968’de Başbakan sıfatıyla Nâzım Hikmet’e “Milli şair demenin en büyük tahrikçilik” olduğundan söz eden Süleyman Demirel’i anımsayın…
Yani “60 Kuşağı, bir başka deyişle bu günlerde 70 yaşını idrak edenler, sıkı bir yasak listesinin yürürlükte olduğu yıllarda büyüdü, yetişti. Sabahattin Ali gayrı resmi biçimde yasak, Nâzım Hikmet elbette yasak”tı;[43] ama “Nâzım Hikmet’i hainlikle suçlayan politikacılar(ın) gün geldi onun dizelerini okudu”ğunu[44] da göz ardı edilmemeliydi…
Evet tarihin beraat ettirdikleri karşısında zulmün çaresizliği ayan beyan ortadaydı ya da “Değil mi ki uygarlık tarihinin acı çeken insanların destanını yazıp, o insanları yücelttiği yadsınamaz gerçekse, bunları çektirenlerin tarihin altın sayfalarında yerlerinin olmayacağı da bir gerçektir. Dünün Nâzım Hikmet’i, Orhan Kemal’i, Rıfat Ilgaz’ı, Sabahattin Ali’si şimdi nasıl var oluyorlarsa, hapishanede çile çeken bugünün yazarları, sanatçıları, gazetecileri ve diğer cesur yürekleri de yarın hep var olacaklardır. Nâzım Hikmet’in dediği gibi ‘Tarih seyrini değiştirmeyecektir’...”[45]
Çünkü halktır Nâzım Hikmet, mazlum olanladır, mazlumun yanında durandır. Emek tezgâhının başında ya da memleketinden insan manzaralarındaki tarih, barış, savaş, açlık, yokluk, yoksulluk, merhamet, şefkat, emek, emekçiler, hapishane, aşk, ayrılık, kalp kırıklığı, doğa, çocuk, yaşlılık, hastalık, ölüm, ay, uzay, evren, iyilik, iyimserlik, ısrar, düş, umuttur...
Kimilerinin, “O halkımın en namuslu şiirlerini yazmış insan olarak yaşamaya devam ediyor hâlâ!”;[46] “Nâzım, güncelliğini hiçbir zaman yitirmedi,”[47] demesi boşuna değildir “Mavi Gözlü Dev” için…
“Nâzım Hikmet, sanatında bir usta olarak değerlendirilir haklı olarak. Psikolojik temeli sağlam bir bireydir. Bu yüzden olağanüstü bir insan değil, kendisiyle sürekli hesaplaşan bir duruşa sahiptir. Aşkları vardır, yalnızlıkları vardır, kırılganlıkları, tedirginlikleri vardır. Direnen insan kimliğinin yanında kendisiyle hesaplaşan, kendisini ve yaşamı sürekli sorgulayan bu yapı ‘kurşun gibi ağır’ havalarda bağır bağır bağırdığı gibi… ‘Eserlerinde ideolojik propaganda olan parçalar çıkarılırsa ona dahi sıfatı verilebilirdi’ diyen Halide Edib’i: ‘Ben dahi değilim fakat iyi bir sanatkârım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum’ diye yanıtlayandır.”[48]
Özetin özeti: “Sevgi ve aklı; saflık ve öfkeyi aynı anda mükemmel bir yalınlık ve derinlikte yansıtıyor Nâzım Hikmet. Mücadelesinin içinde saflığını koruyor. Kişiliğinin sağlamlığı, güzelliğini ortaya koyan çok önemli bir meziyetti bu.”[49]
Tam da bu özellikleriyle “Nâzım Hikmet kültürel harcımızın tuğlası. İçinden geçtiği tarihsel süreçte yazdıkları her zaman umudu yeşertmiş bir şair. Bütün o karanlık zamanların içinden geçerken de temel insanlık değerlerinin yaşatılabileceğini ve bu uğurda umutlu olunabileceğini de gösteren bir şair. Yani moralini insanın, yükselten bir şairdir,”[50] der ‘Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’ müdürü Murat Gülsoy…
VE NİHAYET
Yaşayıp; hakkını verdiği büyük macerada Nâzım Hikmet için kullanılan “Saçı bile tarağa isyan eden adam” ifadesinin[51] doğru olduğunu düşünenlerdenim…
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine,” ülküsüyle var oldu…
“Dünyada kiracı gibi değil,/ yazlığına gelmiş gibi de değil,/ yaşa dünyada babanın evi gibi.../ Tohuma, toprağa, denize inan,/ insana hepsinden önce./ Bulutu, makineyi kitabı sev,/ insanı hepsinden önce,” dedi hep…
“Ne devlet ne para insanın emrinde/ dünya belki yüz yıl sonra olsun/ mutlaka bu böyle olacak ama,” ısrarından vazgeçmedi…
Bu yolda “Dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,/ dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle; işçi tulumuyla/ bu güzelim memlekette hürriyet,” kararlığından bir an dahi geri adım atmadı; “Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır./ Safları sıklaştırın çocuklar,/ bu kavga faşizme karşı,/ bu kavga hürriyet kavgasıdır”; “Ben yanmasam,/ Sen yanmasan,/ Biz yanmasak,/ Nasıl çıkar/ karanlıklar aydınlığa,” haykırışıyla soluk soluğa…
En önemlisi de “en güzel deniz:/ henüz gidilmemiş olanıdır…
en güzel çocuk: henüz büyümedi.
en güzel günlerimiz:/ henüz yaşamadıklarımız.
ve sana söylemek istediğim en güzel söz:/ henüz söylememiş olduğum sözdür…” dizeleriyle “Devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır!” gerçeğini anlatmıştı bize çok önceleri…
Ve de “Ülkemden ayrılmakla hata ettim. Dağlara çıkmak ve çetecilik yapmak gerekirdi. Halkının geleceği için mücadele eden insanın halkıyla canlı bir bağ içinde olması gerekir. Bugün gerçekçi olan tek yol budur. Öldürülürdük. Fakat ne çıkar bundan? Birkaç yüz şiir az yazmış, ne önemi var bunun?”[52] demişti; kendinden sonrakilere büyük bir ders vererek…
23 Şubat 2021 09:40:54, İstanbul.
N O T L A R
[1] Kaldıraç, No: 236, Mart 2021…
[2] Nâzım Hikmet.
[3] Nâzım Hikmet “Ran” soyadını 31 Ocak 1935’te Piraye Hanım’la evlenirken Soyadı Kanunu’na uymak için zorunluluktan almış ve hiç kullanmamış. Nüfus ve Vatandaşlık Genel Müdürlüğü’ne göre adı “Mehmet Nâzım Ran”. Yurtdışına kaçtıktan sonra 1954’te bir kimlik edinmesi gerektiğinde Polonya’da “Borzecki” soyadını alıyor. Ama o hep “Nâzım Hikmet” adını kullanmış. Eserlerinde soyadını kullanmadığı gibi resmi belgelerde, imzaladığı sözleşmelerde bile adı “Nâzım Hikmet” olarak geçiyor. Evlilik ve ölüm belgelerinde de soyadı yer almıyormuş. Hiçbir yerde “Nâzım Hikmet Ran” adını kullanmamış. Soyadını “Ran” diye “Nâzım Hikmet”e ekleyen vatandaşlıktan atılma kararını imzalayan Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve Başbakan Adnan Menderes yönetimindeki dönemin bakanlar kurulu (bkz. Resmi Gazete, 15.08.1951). Bu yakıştırma genel kabul görmüş olmalı. Şair kendisinin “Nâzım Hikmet” olarak anılmasını istiyor ki eserlerinde bu adı kullanıyor. (Metin Celal, “Nâzım Hikmet’in Ran’ı”, Cumhuriyet, 21 Ocak 2015, s.15.)
[4] Nâzım Hikmet, aktaran: Zeynep Oral, “Bir Nâzım Öyküsü...”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2020, s.13.
[5] Nâzım Hikmet, aktaran: Zeynep Oral, “Sevdalınız Komünisttir”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2019, s.17.
[6] Olcay Bağır, “Üç Başlıkta Nâzım Hikmet”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2019, s.2.
[7] Enver Aysever, “Sevdalınız Komünisttir”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2019, s.9.
[8] “Cumhurreisi Atatürk’ün yüce katına, Türk ordusunu isyana teşvik ettiğim iddiası ile 15 yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk donanmasını isyana teşvik etmekle töhmet altındayım. Türk inkılâbına ve senin adına ant içerim ki suçsuzum. Askeri isyana teşvik etmedim. Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilecek bir kafam ve yurdunu seven bir yüreğim var. Senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılâbına ve senin başına ant içerim ki suçsuzum,” (Nâzım Hikmet, Atatürk’e yazdığı ve Atatürk’e ulaştırılmayan mektubu, Hıfzı Topuz, “Çok Çekti Ama Yine de En Çok Yurdunu Sevdi!”, Cumhuriyet Kitap, No:1114, 23 Haziran 2011, s.16-17.) diyen Nâzım Hikmet’in, “Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum,” ibaresi kabul edilebilir değildir.
[9] Atilla Coşkun, Nâzım’ın Siyasal Yaşamı ve Davaları, Cem Yay., 2002.
[10] Nâzım Hikmet’in Açlık Grevi (“Millete Verdiğim Açık İstidaya Canımı Pul Yerine Kullanıyorum!”), Kolektif, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2011.
[11] Ali Yalçıner’in, “Celile Hanım yaşadığı dönemin şartlarına bakıldığında aykırı bir kadın. Oyunun hazırlık döneminde beni en çok bu tarafı etkiledi. Sadece eşinden boşanıp Yahya Kemal’le aşk yaşaması bile, o dönem için başlı başına büyük bir olaydı,” diye tanımladığı Nâzım Hikmet’in annesine ilişkin olarak ekliyor Ayşegül Yalçıner:
“Saray soylusu olarak başlayan bir hayat, Galata köprüsünden açlık grevine kadar uzanıyor. Müthiş bir değişim... Bu değişim ülkenin her yerinde var aslında o dönemde. Düşünsenize; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle beraber her birey bu dönüşümden etkileniyor aslında. Nâzım Hikmet’i yetiştiren, evladı ile aşkı arasında kalan, davetlerde adından söz ettiren, güçlü bir kadın Celile. Ve o dönemde nü resimler yapacak ve hatta “bu resimleri yatak odanıza değil, salonunuza asın” diyebilecek kadar da cüretkârdı.” (Öykü Özfırat, “Saray Soyluluğundan Galata’da Açlık Grevine”, Birgün, 26 Kasım 2020, s.15.)
[12] Anımsatmadan geçmek olmaz: “Nâzım Hikmet’in yaşamında Orhan Veli’nin özel bir yeri vardır. Nâzım Hikmet açlık grevi yaptığı zaman Yaprak dergisinde bunu destekleyen yazılar çıktı. Oktay Rifat, Melih Cevdet ve Orhan Veli iki gün açlık grevi yaptı Ankara’da ve bunu da duyurdular basına. Hatta “komünistlik”le suçlandılar. Onlar da “Biz bunu komünist olduğumuz için yapmadık, bir meslektaşımız, bir şair açlık grevi yapıyor diye yaptık,” derler. Nâzım’ın birkaç şiirini yayımladılar Yaprak dergisinde. Sergide de bu bölümler var. Bir de Cahit Sıtkı Tarancı’nın Nâzım’la ilgili yazdığı çok güzel bir şiiri Yaprak’ta yayımladılar. Cevaben de Nâzım Hikmet, Orhan Veli öldükten yıllar sonra yaptığı pek çok radyo konuşmasıyla ondan sevgiyle bahseder. Yazdığı bir şiir de vardır onun adının geçtiği...” (“Haluk Oral: Nâzım’a Yolculuk...”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2019, s.13.)
[13] Samet Altıntaş, “Bursa Hapishanesinin Mescidini Nâzım Yapmış”, 3 Haziran 2020… https://indyturk.com/node/189366/
[14] Mehmet Keskin, “İlk Pasif Direniş”, Cumhuriyet, 13 Aralık 2014, s.14.
[15] Zeynep Oral, “Nâzım’dan Günümüze Işık”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2014, s.17.
[16] İskender Özsoy, “Refik Erduran Anlattı: Nâzım’ı Öldüreceklerdi”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2011, s.9.
[17] Nâzım Hikmet, aktaran: Prof. Dr. Mete Tunçay, Toplumsal Tarih Dergisi, No: 157, Ocak 2007.
[18] Gamze Akdemir, “Orhan Karaveli: Kılıçdaroğlu’ndan Nâzım Hikmet Sözü”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2020, s.9.
[19] Füsun Erbulak, “Hatice Piraye Pirayende”, Birgün Pazar, Yıl:13, No:504, 6 Kasım 2016, s.20-21.
[20] Enver Aysever, “Şair Baba’nın Yürek Sancısı”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2019, s.9.
[21] Metin Celâl, “Çankırıdan Pirayeye Mektuplar”, Cumhuriyet Kitap, No:1083, 18 Kasım 2010, s.12.
[22] Kasım 1954, Moskova’da ‘Peredelkino’daki iki katlı evin önünde bir araba durur. Ekber Babayev, birkaç Azerbaycanlı gençle araçtan iner. Ziyarete geldikleri yer Nâzım Hikmet’in evidir. Galina kapıda karşılar gençleri. Nâzım Hikmet çalışma odasından çıkarak “Ekber, bana kimleri getirdin” diye seslenir. Ekber yanındakileri saydıktan sonra “Bir de Münevver’i getirdim!” deyince Nâzım’ın kalp atışları bir anda hızlanır. İstanbul’dan Münevver gelmiş diye düşünür. Tırabzandan kafasını uzatınca farklı bir Münevver ile göz göze gelir, canı sıkılarak odasına döner. Gençler, Nâzım’ın yanına gidince, şair büyük bir hüzünle, “Buraya geldiğimden beri ilk defa Münevver’in adını işitiyorum, bir an kötü oldum!” der. (Tolga Aydoğan, “Nâzım Hikmet, İstanbul’dan Haber Sanır Ama...”, Cumhuriyet, 11 Eylül 2020, s.16.)
[23] Hıfzı Topuz, “Çok Çekti Ama Yine de En Çok Yurdunu Sevdi!”, Cumhuriyet Kitap, No:1114, 23 Haziran 2011, s.16-17.
[24] Anna Stepanova, “Annem Hayatı Boyunca Nâzım’la Yaşadı”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2015, s.6.
[25] Oğuz Yıldız, “Nâzım Çağırdı, Gidiyorum”, Cumhuriyet, 20 Şubat 2014, s.15.
[26] Can Dündar, “Galina’ya Veda”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2014, s.8.
[27] Gamze Akdemir, “Ataol Behramoğlu: Nâzım Hikmet Tutucu Bir Şair Değildi!”, Cumhuriyet Kitap, No:1193, 27 Aralık 2012, s.10.
[28] Sennur Sezer, “Bir Ağaç Gibi Tek ve Hür...”, Radikal, 3 Haziran 2013, s.25-27.
[29] Nâzım Hikmet, aktaran: “56 Yıldır Nâzım’sız Memleket”, Yeni Yaşam, 4 Haziran 2019, s.11.
[30] Nâzım Hikmet, aktaran: Nurduran Duman, “Mutluluğun Resmini Yapabilir miyiz?”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2020, s.13.
[31] Ataol Behramoğlu, “Nâzım Hikmet ve Çağdaş Şiirimiz”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2018, s.14.
[32] Tahir Şilkan, “Nâzım Hikmet ve Sanatçının Taraf Olması”, Evrensel, 3 Haziran 2015, s.12.
[33] Cenk Gündoğdu, “101 Kere Nâzım”, Evrensel, 3 Haziran 2014, s.12.
[34] Sevda Aydın, “Murat Gülsoy: Nâzım Hikmet Edebiyatta Yeni Ufuklar Açıyor”, Evrensel, 3 Haziran 2015, s.12.
[35] Zeynep Oral, “Bir Kadını Sever Gibi... Kâinatı Sevmek...”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2015, s.15.
[36] Öznur Oğraş Çolak, “Dünya Var Oldukça Nâzım Hikmet’te Var Olacak”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2021, s.15.
[37] Işıl Çalışkan, “Genco Erkal: Ömürlük Sevda Nazım”, Birgün, 17 Ocak 2021, s.15.
[38] Kürşad Oğuz, Gündüz Feneri-Gündüz Vassaf’la Nehir Söyleşi, Alfa Yay., 2011.
[39] Rana Çoban, “Larisa Nikolayevna Vasileva: Onu Sevmemek Mümkün Değildi”, Milliyet, 19 Eylül 2015, s.6.
[40] Metin Celal, “Nâzım Hikmet Külliyatı Neden Tam Değil?”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2018, s.12.
[41] Metin Celal, “Nâzım Hikmet’i Sansürlemek”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2017, s.15.
[42] Özcan Yaman, “Nâzım Hikmet, ‘Tanya’ ve Sansür”, Evrensel, 1 Mayıs 2015, s.5.
[43] Sennur Sezer, “Nâzım’ın Yasaklı Yılları”, Evrensel Pazar, 2 Haziran 2013, s.7.
[44] Türey Köse, “Vatan Şairi Demek Büyük Tahrik”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2012, s.14.
[45] Işık Öğütçü, “Sen Kendi Cennetini Kur”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2012, s.14.
[46] Zeynep Oral, “Güzelim Dünya Elveda ve Merhaba Kâinat”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2019, s.13.
[47] Kadir İncesu, “Hıfzı Topuz: Nâzım, Güncelliğini Hiçbir Zaman Yitirmedi”, Birgün, 19 Ocak 2017, s.2.
[48] A. Hicri İzgören, “İki Şair İki Sevda”, Gündem, 2 Haziran 2016, s.15.
[49] Nilgün Cerrahoğlu, “Nâzım Hikmet ile ‘Umudu’ Hatırlamak”, Cumhuriyet, 8 Temmuz 2014, s.7.
[50] Ezgi Atabilen, “Umudu Yeşerten Şair Nâzım Hikmet”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2015, s.17.
[51] “Nâzım’a Yolculuk...”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2019, s.13.
[52] Vera Tulyakova Hikmet, Nâzım’la Söyleşi, çev: Ataol Behramoğlu, Cem Yay., 1989, s.133.