‘İnsanal duygular ekonomi politiğin dışında, insanlık yokluğu ekonomi politiğin içinde yer alır.’ Marx
Çevreyi koruma bahanesinin arkasına sığınan öko-faşistler şöyle sorarlar: İnsanlık, dünyadaki nüfus artışını nasıl kaldırır? ‘Akla yatkın’ gibi görünen bu soru, esasen kapitalist uygarlığın, yıkım, yabancılaştırma ve yozlaştırma niteliğini gizleyen bir sorudur.
Aslında soru şöyle sorulmalı: İnsanlık, daha ne kadar kapitalist uygarlığa katlanabilir?
Kapitalizmin tarihinde, kapitalizmi korumaya yönelik çeşitli görüşler, teoriler ve ideolojiler ileri sürüldü ve hala ileri sürülmektedir. Bu tip düşüncelerin amacı, kapitalizmi savunmaktır. Kapitalizmi savunma ideolojileri ikiye ayrılır: 1. Doğrudan savunma (liberalizm) 2. Dolaylı savunma (faşizm, ezoterizm, post-modernizm vb.)
Kapitalizmi doğrudan doğruya savunan ideolojiler, kapitalizmi göklere çıkarırlar. Kapitalizmin sonsuza kadar sürecek bir düzen olduğunu ileri sürerler. Kapitalizmin doğurduğu işsizlik, yoksulluk, adaletsizlik vb. gibi toplumsal sorunları görmezlikten gelir; öte yandan doğa (çevre kirliliği vb.) ve insan üzerinde yarattığı tahribatları (yabancılaşma, yozlaşma, bencillik vb.) ciddiye almazlar.
Dolaylı savunma ideolojileri ise, toplumdaki sorunlara parmak basar. Toplumda sorunların varlığını kabul eder. Ama bu sorunların kapitalizmden değil, insanın varoluş sorunlarından kaynaklandığını iddia eder. Bu görüşe göre, hangi toplumsal sistem olursa olsun, insan var oldukça, insanlığın sorunları da var olacaktır.
Kapitalizmin yarattığı sorunların, varoluş sorunlarından kaynaklandığı iddiası, kapitalizmi dolaylı savunmaktan başka nedir ki?
Elbette insanlığın bazı ‘varoluş’ sorunları, yaşadıkları kısmen toplumsal sistemlerden bağımsızdır. Örneğin, zihinsel engelli, tekerlekli sandalyeye mahkûm vb. gibi insanların yaşadığı içsel sorunları, her toplumsal sistemde hemen hemen aynıdır. Dolaylı savunma ideolojileri, işsizlik, yoksulluk, toplumsal çürüme, yabancılaşma, yozlaşma vb. gibi kapitalizmden kaynaklanan sorunları, insanlığın varoluş sorunları gibi göstermeye çalışmaktadır.
‘İnsanlık, yer dünyadaki nüfus artışını nasıl kaldırır’ şeklindeki soru ilk defa sorulmuyor. Kapitalizmin tarihinde benzer sorular çok sık gündeme geldi. Burjuva ideolojisi çeşitli biçimlere bürünmüştür. Burjuva ideolojisinin toplumda en çok etkili olan ideolojisi Ekonomi Politik bilimidir. Politik Ekonomi biliminin en önemli varsayımlarından ve de yalanlarından biri şudur: ‘Kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar ve istekler sınırsızdır.’
Politik Ekonomi bu varsayımdan kendine vazife çıkarmıştır. Buna göre, Ekonomi Politika, sınırlı kaynaklardan hareket ederek, sınırsız ihtiyaç ve istekleri yerine getirmeye çalışan bilim olarak gösterilmeye çalışılır.
*
Engels, gerçek olguları açıklamakta çaresiz kalan ekonomi politiğin nasıl Malthus (1766-1834) gibi gerici teorisyenleri ortaya çıkardığını söylemişti. Bilindiği gibi Malthus’un teorisi, Fransız Devriminin, demokratik eşitliğine karşı bir reaksiyon olarak doğdu ve onun nüfus teorisi şöyle formüle edilebilir: Nüfus artışı geometrik olarak artarken, geçim araçları aritmetik olarak artar. Yani geçim ve beslenme araçlarının üretimi, nüfus artışının gerisinde kalır ve bir nüfus fazlası oluşur. Bu fazlayı oluşturan yalnızca yoksullar olduğuna göre, bunların açlıktan ölmelerini kolaylaştırmak gerekir. Yardımseverlik suç ilan edilmelidir. Çünkü bu nüfusun çoğalmasına yardım etmektedir. Maltusçu teoriyi sarsan kendisi de bir iktisatçı olan Alison’dur. Alison, Malthus’un nüfus teorisinin karşısına şu düşünceyi koyar: Her insan gereksindiğinden fazla üretimi yapacak durumdadır. Engels ise bilim aracılığıyla gerçekleştirilen tarım devrimi sonucu, yeryüzünün insanı besleme gücünden yoksun olduğu yolundaki bu insan düşmanı iddiaların tarihe gömüleceğini ileri sürer. Bilim ve teknik gelişmeler Engels’i haklı çıkarmış, Malthus‘un teorisini çürütmüştür.
*
Ekonomi Politik şu iki olguyu varsayıyor: 1. Kaynaklar sınırlıdır, 2. İhtiyaç ve istekler sınırsızdır. Oysa bu varsayımlar gerçeği yansıtmıyor. İnsanlığın tarihi bu varsayımların geçersizliğini sergiliyor.
Şöyle itiraz edilecektir. Dünyadaki petrol kaynakları sınırlı değil mi? Petrol kaynakları sonsuza kadar var olacak mı? Bu sorular, ilk bakışta ‘akla yatkın’ görünüyor, ama sadece ilk bakışta. Ama daha geniş düşünüldüğünde şu gerçek açığa çıkıyor: İnsanlık, sürekli olarak yeni kaynaklar bulmuştur. Örneğin, ağaç ve demirle yetinmeyen insanlık, plastik vb. gibi kaynaklar yaratmıştır. Dolayısıyla, insanlığı petrole mahkûm etmek, geliştirilebilecek enerji kaynaklarını (güneş, rüzgâr vb. enerjisi) görmezden gelmek demektir. İnsanlık, tarihte yeni kaynakları hem bulmuş hem de keşfetmiştir. Dolayısıyla ‘kıt kaynaklar’ tanımı, bütün gerçeği yansıtmamaktadır.
İhtiyaçlar ve istekler konusuna gelince, önce ihtiyaç ve istekleri birbirinden ayırmak yararlı olur sanırım. İnsanın temel ihtiyaçları belirlidir: Yemek, içmek, giyinme, barınmak vb. İhtiyaçlarımızın sınırsız olduğu iddiası da gerçeği tam olarak yansıtmıyor. İstekler konusuna gelince burada durup biraz düşünmek gerekir. İsteklerimizi kışkırtan şey, kapitalizmin kar mantığı değil midir? Reklam, moda vb. gibi yöntemlerle insanlar avlanmaya veya tüketim yapmaya çalışılmıyor mu?
J.J. Rousseau’nun kapitalist uygarlığa karşı önemli itirazlarda bulundu. Bu itirazlardan sadece üçünü aktaracağım.
Birincisi, kapitalist uygarlıkta özgürlük değil, özgürlük yanılsaması gelişir. İnsanlar özgür olmadıkları halde, özgür olduklarını sanırlar. Özgür olduğunu sanan biri, özgürlük mücadelesine girişmez. Dolayısıyla insanların özgürlük yanılsamalarını açığa çıkarmak gerekir.
İkincisi, uygarlık, iktisadi büyüme, bilim ve teknoloji bizi gerçek ihtiyaç ve isteklerimize karşı körleştirmiştir.
Üçüncüsü, kapitalist uygarlık, insanı bozmakta ve yozlaştırmaktadır. Rousseau, kapitalist uygarlıktaki insanı şöyle tanımlamaktadır:
‘Herkesin rütbesi ve kaderi sadece malların niceliğine değil, işe yarar yada zarar verme gücüne değil; fakat zekaya, güzelliğe, güce yada hünere, değere, yeteneklere göre düzenlenmiş, yerleşmiştir. Bu nitelikler, saygı çekebilecek nitelikler olduğu için hemen onlara sahip olmak yada onlara sahipmiş gibi görünmek gerekirdi. Çıkarı için, insanın aslında olduğundan başka türlü görünmesi gerekiyordu. ‘Olmak’ ve ‘görünmek’ birbirinden tamamen farklı iki şey oldu. Bu ayrımdan, şatafatlı gösteriş, aldatıcı hile, bunlarla birlikte yürüyen bütün ahlaki bozukluklar ortaya çıktı. Öte yandan, evvelce özgür ve bağımsız olan insan, işte, önümüzde yeni birçok gereksinmeler zoruyla bütün doğaya, özellikle de hemcinslerine boyun eğip kul olmuştur.’(J.J. Rousseau, İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı, s 151)
Kapitalist uygarlık, insanlığa yük olmaya başlamıştır. Sorun bu uygarlığın yerine yeni bir uygarlık koyma sorunudur.