‘Örgütlenmiş savaşın ortaya çıkmasından itibaren, taarruzun ya da savunmanın üstünlüğü arasında gidiş-geliş olagelmiştir. Genel olarak söylersek, savunma güçlü olduğu zaman uygarlık gelişir ve taarruz güçlü olduğu zaman barbarlığa dönüş yapar.’ (B. Russel)
***
IŞİD OLGUSU KONUSUNDA BAZI GÖRÜŞLER
IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) olgusu belli bir süre Ortadoğu’da gündemi işgal edecek. Bu nedenle IŞİD olgusunun sosyolojik analizi gereklidir.
IŞİD olgusu nedir? Kimilerine göre IŞİD (Irak Şam İslam Devleti), İsrail’in güvenliğini sağlamak için kurulmuş bir örgüttür. Kimileri, IŞİD’in, Batı emperyalizminin bir Truva atı, bir tetikcisi ve oyuncağı olduğunu ileri sürüyor. Kimilerine göre IŞİD, Irak hükümetinin Sünniler üzerinde baskı uygulamasının sonucunda ortaya çıkan Sünnilerin haklarını savunan bir örgüttür. Bazılarına göre, Orta-Doğu’da Arap Ulus-Devletleri’nin yıkılmasından sonra oluşan siyasal ve ideolojik boşluktan yararlanarak kurulmuş bir örgüttür. Kürt düşmanı ulusalcılara göre IŞİD, ‘Büyük Kürdistan’ için ABD tarafından kullanılan bir örgüttür. Kimilerine göre ise IŞİD, Rojava Devrimi’nin inşa ettiği alternatif toplum biçimini yok etmek üzere kurulmuştur. Batı medyasına göre IŞİD, cani bir terör örgütüdür.
Bence tüm bu yaklaşımlar, bir parça doğruluk içermektedir; ama tek başlarına ele alındığında tek-boyutlu yaklaşımlardır. Hegel’in dediği gibi, her görüş kendini haklı gösterecek bir argüman bulabilir. Oysa ‘gerçek bütündür’. Dolayısıyla bütünsel bir yaklaşım gereklidir. Gerçekten, IŞİD olgusu karmaşık bir olgudur. Bu nedenle, basit yaklaşımlardan uzak durmak gerekir.
İlkin IŞİD konusunda en yaygın olan bir iddiayı ele alalım. Milliyet Gazetesi’nde çıkan bir habere göre, ABD Ulusal Güvenlik Dairesi eski çalışanı Edward Snowden şunu ileri sürmüş: IŞİD, İsrail’in güvenliğini sağlamak için kurulmuş bir örgüttür. IŞİD'in arkasında ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratı var. Irak ve Suriye'de terör estiren IŞİD, ABD, İsrail ve İngiltere istihbaratı tarafından eğitilmiştir. Snowden, bu örgütün MOSSAD tarafından “Eşek arısı kovanı” stratejisi çerçevesinde kurulduğunu öne sürüyor. Bu stratejinin amacı şu: İslami köktendinci bir terör örgütü aracılığıyla, İslam Devleti kurmak, Ortadoğu’daki devletleri destabilize ederek, İsrail devletinin güvenliğini sağlamak. Suriye’yi, Irak’ı ve Lübnan’ı ‘etnik ve dinsel’ bölgelere ayırmak ve bu bölgelerde birbirine düşman ‘devletçikler’ oluşturmak.
Yine Milliyet Gazetesi’ne göre, İran basını, IŞİD lideri Ebubekir El Bağdadi’nin 2006 yılında öldürüldüğünü, yerine bir ajanın geçirildiğini iddia etmiş. Bu çok konuşulan iddiaya göre Ebubekir El Bağdadi Müslüman değil bir Yahudi.
Snowden’nin iddiasında doğruluk payı olduğu açıktır; ayrıca bu iddiayı destekleyecek somut olgular göstermek de zor değil. Örneğin, IŞİD’ın Filistin davasına destek olmaması, Yahudilere karşı eyleme girişmemesi bu iddiayı doğrulayan tezlerdir. Ama bu iddia yine de IŞİD olgusunu bütünüyle açıklamak için yetersizdir. Çünkü IŞİD olgusunu, sosyolojik açıdan değil, yüzeysel bir yol izleyerek gizli servis mantığıyla açıklıyor.
Batı basınında en yaygın bir görüş ise IŞİD’nin bir terör örgütü olduğu görüşüdür. Bu görüş de doğru yanlar içermektedir. IŞİD’in uyguladığı terör bunun bir göstergesidir. Ama bu görüş de tek-yanlıdır. Çünkü dünyanın çeşitli yörelerinden insanların katılımını, bu hareketin ‘küresel niteliğini’ açıklayacak durumda değildir. Bu hareketin ideolojik ve politik etkisini küçümsemektedir.
Diğer önemli bir görüş şudur: Kürtler, Suriye’nin bir bölgesinde çok çeşitli dinsel ve ulusal kimlikleri barındıran demokratik-ulus anlayışını yaşama geçirdiklerinden dolayı hedef haline gelmişlerdir. Bütün gerici güçlerin amacı, Rojava Devrimi’ni yıkmaktır. Çünkü Rojava Devrimi, 21. yüzyılda ulus-devletlerin çöktüğü veya çökertildiği Ortadoğu bölgesinde, alternatif bir toplum biçiminin temellerini atmaktadır. Ve tüm ulusları ve dinleri bir arada tutmayı başaran alternatif bir toplum biçimini yaratmaya çalışıyor. Dolayısıyla Rojava Devrimi hedef haline gelmiştir. ABD, Batı emperyalizmi, Türkiye ve Ortadoğu’daki gericiler, Kürt halkının kurmaya çalıştığı bu yaşam biçiminin başka ülkelere örnek olmasından korkmaktadırlar.
Bu görüş gerçeğe en yakın olanıdır ve pek çok doğru analizle uyum içindedir. Ama bu görüş, iki olguyu sosyolojik ve politik olarak açıklamak gücünde değildir. Birincisi, IŞİD olgusunun sosyolojik nedenlerini açıklama çabasına girmeden, olgunun sonuçları üzerinde durmaktadır. İkincisi, ABD yönettiği “Koalisyon” uçaklarının neden IŞİD’e karşı hava saldırısını düzenlediğini açıklamakta zorlanır. Ayrıca bu bakış açısı, Ortadoğu’daki toplumsal çalkantıları ve İslam dininin yaşadığı bunalımı dikkate almamaktadır.
IŞİD OLGUSU NEDİR?
Karmaşık bir olgu olan IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) sorununun geniş bir şekilde analiz edilmesi gerekiyor. IŞİD’e karşı mücadele, onu ortaya çıkaran tüm nesnel ve öznel koşulların analiz edilmesini gerektirir. Burada –ne yazık ki- IŞİD konusunda ayrıntılı ve somut bir analiz yapabilecek bir bilgiye sahip değilim. Dolayısıyla IŞİD olgusunun analizinde dikkate alınması gereken 4 temel olguya değinmekle yetineceğim.
-
Ortadoğu toplumlarında yüzlerce yıldan beri, ekonomik-politik-ahlaki-ideolojik toplumsal sorunlar birikmiştir. Ortadoğu toplumsal bunalımlarla sarsılan bir bölgedir. Bu durum dikkate alınmadan IŞİD olgusu bütün boyutlarıyla anlaşılamaz.
-
IŞİD olgusu ABD’nin izlediği dış politika (emperyalizm) anlaşılmadan da açıklanamaz. ABD’nin dış politikasını iki döneme ayırmak gerekir.
-
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra kurulan Ortadoğu’da, ‘Arap Sosyalizm’i bayrağı altında ‘milli devrim’ler yaşanmıştı. ABD dış politikasını, bu süreçte ikili (sınıfsal ve milli) devrimci süreci engelleyecek bir stratejiye dayandırdı. Ortadoğu, hem sınıfsal devrimi ve hem de milli demokratik devrimleri boğmak için, ABD açısından stratejik bir öneme sahiptir. Çünkü Ortadoğu petrolü, Avrupa’nın yeniden restore edilmesinde gerekliydi. Ortadoğu emniyet ve denetim altına alınamazsa, Avrupa’daki kapitalizmin restorasyonu mümkün olamaz, dolayısıyla Avrupa da kendini emniyette hissedemeyecektir. ABD, bu nedenle Ortadoğu’da ‘milli devrimleri’ denetim altına alma stratejisi izledi. Giderek bu devletler, Batıcı olan küçük bir azınlığın ve bürokrasinin denetimine girdiler. Bu ulusal-devletler, halkın beklentilerini karşılayamadılar. ‘Arap sosyalizmi’, ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunlara cevap olamadı. Bir yanda sorunlar giderek katmerleşirken, diğer yandan ulusalcılığı aşamayan ‘Arap sosyalizmi’ ideolojik ve politik çekim gücünü yitirdi.
-
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra izlenen dış politika. ABD, Neoliberal politik stratejilerin ışığında, kapitalizmin bütünüyle giremediği Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek ve küresel sermayeye açmayı amaçlarken, bir taşla 5 kuş vurmak istiyor:
-
Enerji kaynaklarını denetim altında tutmak
-
Kapitalizme alternatif olacak eğilimleri ve gelişmeleri yok etmek.
-
İsrail’in güvenliğini sağlamak.
-
Ortadoğu’da yoğun kan ve zaman kaybettiği için bu bölgede merkez-yerel stratejisinde yeni bir değişikliğe gitmek. Yani karar ve planlamalar merkezde (ABD) yapılırken, uygulamayı Türkiye’ye ve IŞİD gibi ‘Truva atı’ rolünü oynayan yerel örgütlere bırakmak. Dikkati ve enerjiyi Asya-Pasifik bölgesinden yükselmeye başlayan Çin vb. tehdidine yoğunlaştırmak.
-
‘İslam Devleti’ kuran ve baş kesen bir örgüt olan IŞİD üzerinden İslam’ı dünya kamuoyuna yeni bir tehlike olarak göstermek.
-
IŞİD sorununun anlaşılması için üçüncü önemli bir nokta şudur: ABD’nin Ortadoğu’ya saldırmasından sonra, halklar ilkin İslam bayrağına sarıldılar. Oysa Ortadoğu’da İslam dini, reformasyondan geçmemiş, kendini modern çağın koşullarına uyarlayamamıştır. Bu nedenle İslam’ın rönesansı gibi görünen süreç, aslında Ortadoğu’da kendini yenileyemeyen, reform ve aydınlanma sürecinden geçmeyen İSLAM DİNİ’nin bunalımıdır. Şii ve Sünni arasındaki kavga esasında maddi çıkarlar çelişkisini yansıtmasına rağmen, İslam dininin yaşadığı bir bunalım olarak algılanabilir. Bu olgu, İslam dininin reformdan geçmesi gerektiğini göstermektedir. (Yazımı daha önceden okuyan dostum, Kadir Konuk bu konuda şu notu düşmüş: “İslam’da bir ‘Reform’ beklemek sadece bir hayaldir, çünkü Tanrı Ayetlerinin değiştirilmesine kalkışmak dinsizlik demektir ve bu da ayrı bir cihad çağrısına yol açar.” ) Dostumun bu notuna rağmen hayalci olmaya devam edeceğim.
-
IŞİD olgusunun anlaşılması açısından diğer önemli bir sorun ise Ortadoğu’nun önemli sorunlarından biri olan Kürt meselesidir, bir başka deyişle Kürt düşmanlığıdır. Kürt düşmanlığında en belirgin ülke Türkiye’dir. Dolayısıyla El-Kaide örgütü içinden devşirilen IŞİD’in arkasındaki en büyük güç Türkiye’dir. Yeni-Osmanlı projesinin peşinde olan AKP hükümeti, hem Esad yönetimini yıkmak, hem de Suriye’deki bağımsız Kürt oluşumundan korktuğu için IŞİD’i kullanmak istemektedir.
***
IŞİD sorununu, tüm yanlarıyla ele aldığımı iddia etmeden, saydığım bu noktaların her birinin geniş analizler gerektirdiğinin farkındayım. Uzun süreli bir bakış açısından bu analizlerin yapılması ve gereken sonuçların çıkarılması gerekir. Ama bu yazıda bunu yapmak mümkün değil. Esas olarak bu dört olgu dikkate alınmadan, IŞİD olgusu bütünüyle anlaşılamaz. Bütünsel olmayan analiz yüzeysel bir analizin ötesine geçemez. Yüzeysel olgulara bakarak, yeni paradigmalar ve etkin stratejiler geliştirmek mümkün değildir. Yukarıda sayılan olgular dikkate alındığında IŞİD konusunda şunlar ileri sürülebilir.
-
IŞİD, Ortadoğu’nun uzun zamandan beri yaşadığı, toplumsal, politik sıkışıklığının gerici bir biçimde kendini açığa çıkarmasıdır.
-
IŞİD, gerilemekte olan ABD’nin yaşadığı egemenlik krizinin bir ürünüdür.
-
IŞİD, Orta Doğu’da başta ABD ve Türkiye olmak üzere bütün gerici güçlerin çığırından çıkmış en radikal en barbar taşeron örgütüdür.
-
IŞİD, kendini reformdan geçiremeyen İslam’ın yaşadığı radikal bir krizin ürünüdür.
-
IŞİD, Ortadoğu’daki Kürt düşmanlığının yoğunlaşmış biçimidir
IŞİD konusunda şimdiye kadar okuduğum analizlerde gözlerden kaçan iki bunalıma dikkat çekmek isterim: Birincisi, Ortadoğu ülkelerinde yaşanan ekonomik-politik-toplumsal bunalım; ikincisi ahlaki ve ideolojik bunalım, İslam’ın bunalımı. IŞİD, dış faktörlerin yanında, bu iki iç faktörün, yani bu iki büyük bunalım biçiminin sonucu olarak ortaya çıkan tipik örgütlenmedir. Tipik örgütlenme diyoruz, çünkü kendini Devlet olarak ilan ediyor. Bu iki bunalıma işaret etmemin nedeni, Ortadoğu’ya geniş bir perspektiften yaklaşmak, yeni paradigmalar geliştirmek gerektiğini göstermektir. Ortadoğu devrimi perspektifi ve Ortadoğu’yu demokratikleştirecek Politik Devrim kendini dayatmaktadır.
ABD’NİN HAVA SALDIRILARININ NEDENİ
Burada şöyle bir soru ortaya çıkıyor: IŞİD, ABD’nin ‘Truva atı’ ise ABD ve koalisyon devletleri, neden IŞİD’a karşı hava saldırıları düzenliyor? Kanımca bunun üç nedeni var. Birincisi, Kobane’nin direnmesi ve direnişin uzun sürmesi. IŞİD’in Musul’u işgal etmesine bu devletlerin sesi çıkmamıştı. İkincisi, direnişin sürmesi nedeniyle ABD ve diğer koalisyon devletleri, burjuva uygarlığının gerçek yüzünü dünya kamuoyu önünde gizlemek için göstermelik bir davranış sergilemesi; üçüncüsü, ABD ve koalisyon devletlerinin, “Kürtlerin hamisi” ‘Kürtlerin dostu’ imajı yaratmaya çalışarak, Kürtlerin radikal demokratik yanlarını törpülemek, Kürtleri de ‘Batı dostu’ olarak kazanmaya çalışmak istemesidir.
Bilindiği gibi ABD hükümetlerinin özellikle Ortadoğu’da sürekli izlediği bir politika vardır: Halkların birbiriyle savaşması ve ABD’nin bu savaşın sonucunda hep kazançlı çıkmaya çalışması. Nihayet, ABD'nin Şam eski Büyükelçisi Robert Stephen Ford, basına yansıyan bir konuşmasında şöyle diyor: ''Bu bölgede insanlar birbirini kırsın, savaş ne kadar uzun sürerse sürsün, yeter ki bu savaşla oyalanalım. Bizim çıkarımız savaşın devam etmesindedir. Bir tarafın diğer bir tarafı yenmesinden bir çıkarımız yok.''
Alman basınında Batı dünyasının, Kobane’de yaşanılan direnişe yeterli destek olmama, Kobane düşerse bir katliama seyirci kalınacağı dile getirilmektedir. Kobane direnişi sürdükçe bu eleştiriler artacaktır. Bu ise ABD ve diğer koalisyon devletlerini bir çıkmaza sokmaktadır. Eğer Kobane düşerse bu aynı zamanda Batı’nın ahlaki ve siyasal yenilgisi gibi algılanacaktır. Dolayısıyla Kobane direnişinin zafer kazanması daha muhtemel gözükmektedir. Kobane direnişinin zaferi, AKP hükümetini zayıflatacaktır.
Amerikalı bir politik yorumcu kendisiyle yapılan bir röportajda, IŞİD saflarında 300’den fazla Amerikan vatandaşının savaştığını bildiriyor. Bazı iddialar göre ise etkisiz hale getirilen bir IŞID tankının içinden bir Türk subayı çıkıyor.
AKP- IŞİD İLİŞKİSİ
Bundan 5 yıl önce “Özgür Politika” gazetesinde yayınlanan ‘Kürt Açılımının Fiyaskosu’ başlıklı makalemde Kürt açılımının fiyaskoyla sonuçlanmasının daha büyük bir olanak olduğunu vurgulayarak şunları yazmıştım: “T.C Devleti’nin Kürt konusunda inatçılığı ve irrasyonel politikası, Türkiye’yi bugünkü duruma getirmiştir. T.C’nin inatçılığını kıracak ve irrasyonel politikasına son verecek gelişmeler olmadan, Kürt sorunu çözülemez. AKP, Kürt sorunu konusunda devlet politikasının dışına çıkacak cesareti gösterecek durumda değildir.”
Ve şuna dikkat çekmiştim: AKP, Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiye edilmesi planından vazgeçmiş değil. AKP, sadece tasfiyeyi kolaylaştıracağını düşündüğü araçları kullanmaya çalışıyor.
Ve yazımı şöyle sonlandırmıştım:
“Çocuk öldüren bir zihniyetten demokratik açılım beklemek ne derece mantıklıdır?
Türkiye’de Kürt sorunu nasıl çözülebilir?
Türkiye, ulus-devletin en çok sorun yaşadığı bir ülkedir. Burjuvazinin ulus anlayışından farklı bir demokratik ulus anlayışının gelişmesi için Türkiye’de bir zemin vardır. Devlet ve ulusu birbirinden ayrı düşünen yeni bir demokratik ulus anlayışı çözüm olanağı sunabilir. Sorun böyle bir demokratik ulus anlayışını yaşama geçirecek siyasal mücadelenin güçlenmesi sorunudur.”
DEMOKRATİK ULUS PROJESİ ORTADOĞU’YA POLİTİK DEVRİMİN ÖN KOŞULUDUR
Dinsel ve milli kimlikler karşısında tarafsız olan Demokratik-Ulus projesi, Ortadoğu’da ulusçuluğun ve dinin siyasal alanda gücünü kıracak önemli bir bakış açısıdır. Bu bakış açısının güçlendirilmesi gerekir. Russel’in sözlerine kulak verelim: Savunma güçlü olduğu zaman uygarlık gelişir ve taarruz güçlü olduğu zaman barbarlığa dönüş yapar.’
Kobane direnişi, barbarlığa karşı direniştir. Kobane direnişi, bir yanda ABD ve diğer Koalisyon devletlerini, IŞID’a hava saldırılarını devam etmeye zorluyor. Bu durumda AKP hükümeti de Koalisyon devletleri karşısında taviz vermeye zorlanacaktır. Öte yanda Kobane direnişi, Türk sosyalistleri ve demokratları ile Kürt Özgürlük güçleri arasındaki ilişkileri güçlendirmektedir. Bu ise daha umut verici bir gelişmedir. ABD ve Batı emperyalizmine, Türk devletine ve onların bugünkü uzantısı AKP’ye karşı Türkiye’de izlenecek akıllı bir strateji iki açıdan önemlidir: Kobane direnişinin başarısı ve AKP’nin siyasal yenilgisi. Doğru strateji ve teori, en önemli sübjektif devrimci unsurdur.
Ortadoğu’da politik devrim konusu giderek önem kazanıyor. Bu nedenle politik devrim sorunlarını tartışmak gerekiyor. Ortadoğu’da politik devrim, üç koşulu gerektiriyor: Birincisi, yeni bir ulus tanımı; dine, dile, soya, ırka vb. dayanmayan bir demokratik ulus görüşünü yaymak;İkincisi, politik devrimin öznelerini saptamak; üçüncüsü, politik devrime öncülük edebilecek Ortadoğu çapında örgütlenmiş bir güç. Politik devrim konusunu canlı tutmak gerekir.
ORTADOĞU’DA POLİTİK DEVRİMİN TEMELi DEMOKRATİK ULUSÇULUKTUR
Burada ‘demokratik ulusçuluk’ kavramının kendisinden ziyade, bu kavramın içerdiği düşünceye ağırlık vereceğiz. İçerik, ileride daha isabetli bir kavramın çıkmasına yardım edebilir. Demokratik ulusalcılıkla ne kastedildiğini daha iyi anlatabilmek için, ‘laiklik’ konusunu açıklamak zorundayım.
Bilindiği gibi, Batı’da Ortaçağ’da devlet, yetkisini dinden ve tanrıdan alıyordu. Din ve devlet arasında özdeşlik vardı. Yani devlet, özellikle katolik dinini temel alıyor ve katolikliğin yanında taraf oluyordu. Bu ise, diğer dinler üzerinde devlet baskısının olması demekti.
Burjuvazi, kendi gelişmesine engel olan din-devlet özdeşliğine karşı durdu. ‘Laiklik’ düşüncesine sarıldı. ‘Laiklik’, aklın özgürleşmesine engel olan kiliseye ve Hıristiyanlık dinine karşı özgürlükçü bir düşünce akımı olarak doğdu.
Laiklik düşüncesinin üç büyük sonucu oldu: Birincisi, akıl, dinsel doğmatizmden kurtuldu, özgürleşti; ikincisi, din ve devlet birbirinden ayrıldı. Öyle ki, devlet herhangi bir dinin tarafını tutmadı. Devlet, tüm dinlere eşit mesafede durmak zorunda kaldı; böylece devlet kaynaklı dinsel baskılar genel olarak sona erdi; üçüncüsü, dinsel inanç özel alan olarak görülmeye başlandı.
İktidara gelen burjuvazi, dinin yerine, milliyetçiliği geçirdi. Böylece, din-devlet özdeşliği yerini ulus-devlet özdeşliğine bıraktı. Bu durum, yeni baskı biçiminin (ulusal baskı) ortaya çıkmasına neden oldu. Şimdi yapılması gereken şudur. Nasıl ki, burjuvazi, geçmişte gelişmesine engel olan din-devlet özdeşliğine karşı durdu ve devlet din ayrımını savunduysa; biz de bugün, sisteme karşı durarak, devlet ve ulusal kimliğin birbirinden ayrılmasını savunmalıyız.
Eğer, devlet kaynaklı ulusal baskıların ortadan kalkmasını istiyorsak, devlet-ulus özdeşliğine karşı durmak durumundayız.
Bu ne demektir?
Klasik ulusçuluk, ulusal olan ile politik olanın çakışması üzerine kurulur. Yani devlet, tek bir ulusal kimliği, tek kültürü veya dili temel alır. Klasik ulusçuluk devlet-ulusal kimlik arasındaki özdeşlik ilişkisine dayanıyor. Nasıl ki, feodal devlette devlet-din arasında bir özdeşlik ilişkisi varsa, klasik ulusçulukta da, devlet-ulus, devlet-kültür, devlet-dil arasında özdeşlik ilişkisi vardır.
İşte bu özdeşlik, devlet kaynaklı, ulusal-kültürel-dilsel baskıları gündeme getirmektedir. Çünkü, bir ulusu, kültürü, dili temel alan devlet, o devlet çatısı altında yaşayan diğer uluslar, kültürler ve diller üzerinde baskı yapmak zorunda kalır. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendini tek bir ulusa (Türk ulusuna) dayandırmaktadır. Bundan çıkan sonuç, Kürtler ve diğer azınlıklar üzerindeki baskıdır. Bu baskıcı klasik ulusçuluktan kurtulmanın yolu yok mudur? Vardır: Demokratik ulusçuluk.
Demokratik ulusçuluk, devlet-ulus, devlet-kültür, devlet-dil bağıntısını koparan özgürlükçü bir anlayıştan kaynaklanır. Klasik ulusçulukta, devlet, bir ulusun, bir kültürün ve bir dilin tarafını tutar. Demokratik ulusçuluk, devletin ulustan ayrılmasını savunur. Dil ve eğitim üzerindeki devlet tekeline son verir. Devletin, dil, kültür ve din konusunda tarafsız olması gerektiğini savunur.
Demokratik ulusçuluk düşüncesi üç büyük sonuca yol açar: Birincisi, akıl, ulusçluktan ve ulus doğmatizmden kurtulur, özgürleşir; ikincisi, ulusal kimlik ve devlet birbirinden ayrılır. Öyle ki, devlet herhangi bir ulusal kimliğin tarafını tutmak zorunda kalmaz. Devlet kendi sınırları içindeki, tüm uluslara ve ulusal kimliklere eşit mesafede durmak zorunda kalır; böylece devlet kaynaklı ulusal baskılar genel olarak sona erer; üçüncüsü, ulusal kimlik özel alan olarak görülmeye başlar.
Kısaca, devlet, tek bir ulusun, tek bir kültürün, tek bir dilin ve dinin yanında yer almamalı, yansız olmalıdır. Devlet, kültür ve dil sorunlarına karışmamalı. Demokratik ulusçuluk, devletin etnik kimliğe, kültüre ve dile bağımlılığını sorgular.
Demokratik ulusçuluk, devletin, ulus, kültür ve dil üzerindeki tekeline son vermeyi amaçlayan bir özgürlükçü anlayışı içerir.
Dolayısıyla 21. yüzyılda özellikle Ortadoğu’da iki büyük aydınlanmanın yaşanması gerekir: Avrupa’da birinci aydınlanma, aklı dinsel doğmalardan kurtarmış ve dini kamusal alanın dışına atmıştı. Ortadoğu’da İslam’da böylesi bir aydınlanma gerçek anlamıyla yaşanamadı. İslamda böylesi reformasyona ve bir aydınlanmaya ihtiyaç var.
Bugün yaşanması gereken ikinci aydınlanma ise, devleti ve aklımızı ulus-devletçi ve milliyetçi dogmalardan kurtarmalıdır. Devleti, ulusçuluktan uzaklaştırmalı; Ulusal kimliği ve devleti birbirinden ayırarak, etnisiteden, soydan ve dilden bağımsız olan toplumsal bir örgütlenme yaratmalıdır. Ortadoğu’nun koşulları iki tür aydınlanmayı gerekli kılmaktadır. Kürt Özgürlük hareketi, bazı teorik eksiklikerine karşın, Ortadoğu’da demokratik ulus projesini savunan harekettir. Milliyetçi ve dinsel doğmatizme saplanmış olan AKP devletinin saldırılarının hedefi olması bundandır.