Oliver Fourier; Siyah Almanlar İnisiyatifi’nin Almanya’da büyüyen bir aktivisti.
Yarın Almanya’nın bir çok şehrinde; “Almanya’da, Amerika’da ve tüm dünyada egemen olan ırkçılığa karşı” yapılacak olan mitingler öncesinde, üşenmeden tek tek hepimize okuyup okumadığımızı sorduğu bir makale yolladı Oliver. Yani bir Alman’a da, bir Suriyeli’ye de, bir Türkiyeli’ye de, bir Kürt’e de, bir Ermeni’ye de, bir Arap’a da titizlikle gönderdi bu makaleyi. Ve bir “siyah” olarak, “ırkçılık” kavramını medyanın yansıttıklarının aksine, evrensel bir gözlükle hissettiklerini anlatma çabasına girdi, yine-yeniden.
Ben de yürekten sarfedilen bu çaba karşısında ona, George Floyd’a yapılan saldırıya nasıl baktıklarını kendi seslerinden aktaracağımın sözünü verdim. İlettiği makale, 9 Haziran’da Zeit-Online’de “Irkçılık: 20 Desibel” başlığıyla yayınlanan, Vietnamlı göçmen bir ailenin yıllarca korkuyla taşıdığı “terk” kavramıyla büyüyen 29 yaşındaki gazeteci kızları Vanessa Vu’ya ait. Vanessa Vu; ırkçılık, göçmenlik ve feminizm üzerine araştırmalar yapmakta ve yazılar yazmakta.
***
Irkçılık: 20 Desibel (20 desibel, fısıldarken çıkardığımız sesin ölçüsü. 60 desibel, konuşurken çıkardığımız sesin ölçüsü. Yazarın bu derin betimlemeyle anlatmak istediklerini, yazıyı her okuyanın kendi yorumuna bırakıyorum).
“I can’t breathe”. Nefes alamıyorum. Bu cümle ilk kez 2014’te dünyaya geldi. Bir video kaydından açıkça duyuluyordu. Bu cümleyi, beyaz bir polisin kollarının altında söylüyordu siyah bir adam. Adamın adı Eric Garner’di. Birkaç hafta önce, 25 Mayıs 2020’de, dünya bu kelimeleri tekrar bir video kaydından duydu. Bu siyah adamın adı, bu kez George Floyd’du. Ve o, beyaz bir polisin elleri değil dizleri tarafından sıkıştırılandı. “Lütfen” diye ekledi, “nefes alamıyorum”.
Bu basit cümlenin etkisi, trajedisi; sadece içeriğinden değil, ABD’deki siyah insanların sürekli tekrar eden kaderinden kaynaklanıyor olsa gerek. Video kayıtlarıyla birlikte yansıyan siyah olmanın hikâyesi; üstte beyaz-altta siyah, rahatsız edici bir oranda sarsan, sezgisel olarak anlaşılabilir bir güç farkının içerisinde yoğunlaşıyor....
Nefes alınırken, vücut çevresi ile gaz alışverişi yapar. Ağız ve burun yoluyla akciğerlere oksijen çeker. Oksijen akciğerden kandaki vücut hücrelerine ulaşır. Ve bu oksijen, başka bir dizi şeyin yanısıra vücudun kas hareketleri için duyduğu enerjiye de dönüştürülür. Bu işlem, vücudun tekrar nefes almasını gerektiren karbondioksiti oluşturur.
Nefes almak sürekli bir takastır. Nefes alıyor ve dünyadan bir şeyleri içimize çekiyoruz. Nefes veriyor ve dünyaya bir şeyler veriyoruz. Çünkü biz nefes alıyoruz. Nefes aldığımız sürece varız. Çevre ile insanlar bu şekilde birbirlerine katılıyorlar. Bu katılım; sessiz, güçlü ve masum bir katılımdır. Bazı durumlarda ise hayatı tehdit edendir. Eğer bir kişinin çevresine ulaşmasını engellemek istiyorsanız, onun nefesini kesmelisiniz. Bu kadar basit ve bu kadar acımasız. Kimdir nefes almasına izin verilen, kimdir nefes almayı gaspeden? Bu karara, tarihsel olarak büyütülen fay hatları boyunca varılır. Her nefes aynı görünmez.
Onların isimlerini kimse söylemez.
Bir kişinin nefesi, yani beyaz bir insanın nefesi batı dünyasında özel bir sembolik güce naildir. Yaratıcı bir fikrin, bir bilginin ya da ilham kaynaklarının en kutsal hâli olarak kabul görür. Nefes kelimesi “inspiratio”, Latince’den türetilmiştir. Ancak bu soyut açıklama onun büyüsünü anlamak açısından yeterli değildir. Bu fiil; Ferdinand Magellan’ın dünyayı dolaştığı yüzyılda, yani 16. yüzyılda ilham kaynağı olmak üzere yaratılır. Böylelikledir ki bu beyaz nefes; sadece büyülü şeyleri elde etmekle kalmaz, onların dünyaya çıkmasına ve kendileri için olana dönüşmesine izin verir.
Ötekinin nefesi, yani beyaz olmayanın nefesi, ırkçılığın ortaya çıkışından itibaren; beyazın hayatta kalmasının hem gerekliliği, hem de provokasyonu olan bir tehdit ilân edilir. Bu dünya; modern çağdan ve 20. yüzyıldan itibaren genlerin ve şimdi de kan saflığına bağlı kültürün yanılsamasına kapılır. Beyaz olmayan bedenin bu dünyada ve sınırlarda yeri yoktur. O, nefes almak zorunda olan değildir. İşte bütün bunlara rağmen o, nefes aldı ve nefes almakta. Beyaz olmayan beden yüzyıllardır ve her saniye, hor görülmesine ve yok edilmesine sebep olan nefes alma eylemini gerçekleştirerek, bir dünyada varolma becerisini kanıtladı. Sadece bunu kanıtlamakla kalmayıp, aldığı nefesi kendi dünyasına da kattı-katmakta. Sesli, görünür ve fark edilebilir bir şekilde.
Irkçı bir sistemin devletçi savunma mekanizmalarıyla nefesini kestiği kişiler, sadece Garner ve Floyd değildi. Bu metafor daha iyi düşünüldüğünde; aslında insanların batı dünyasına katılmaya çalıştıkları her gün boğulduklarını, ölümlerinin ise sadece nadiren kitlesel protestoları tetiklediğini görürüz. Onların ölümleri kaydedilmez ve sosyal medyaya yayılmaz.
Hiç kimse isimlerini anmaz.
Neredeyse hiç kimse isimlerini bilmez.
Örneğin; tekneleri Akdeniz’de alabora olan binlerce göçmen var. Genellikle söz konusu edilen suda boğulmalarıdır. Ancak doğru olan, nefes alamayarak boğulduklarından bahsetmektir. Su, insanın soluk borusuna girer girmez gırtlakta glottis krampları yaratır. Bunu yaşayan insan, o anda sudan çıkarılsa bile boğulur... BMMYK’nın açıklamalarına göre 2019’da Akdeniz’de, ortalama olarak günde 4 kişi olmak üzere toplam 1319 kişi ölmüş. Bu yıl ise 186 kişi, yani neredeyse her gün en az bir kişi!
Ve neden bu nefes alamayanlar grubuna, kapalı konteynerlerde kara yoluyla Avrupa’ya ulaşmaya çalışan ve konteynerler içerisinde hava alamayan insanları da dahil etmiyorsunuz? Nihayetinde onlar da öldürücü bir sınır rejimi tarafından boğulmuyorlar mı? 2015 yılında, erkek, kadın ve çocuk olmak üzere 71 insan bir kamyonda ölü olarak ele geçirildi. Onlar; Balkan Yolu denilen Irak, Suriye ve Afganistan’dan gelip Almanya’ya gitmek isteyenlerdi. Hayatları Macaristan’da, yolculukları Avusturya’da sona erdi. Otopsi raporuna göre, bir buçuk saat içerisinde ve kamyonda boğulmuşlardı. Ardından 23 Ekim 2019’da yine bir kamyonda boğuldu insanlar. Kadın ve erkekten oluşan 39 kişilik bu topluluk, bu kez Vietnamdandı. Ve bu kez ele geçirildikleri ülke İngiltere’ydi.