Birey olmayı başaramayan, toplumsal özgürlüğü düşünmeyi de başaramaz. Çünkü o, korkuya teslim olmuştur.
Gelinen noktada memleketin içinde bulunduğu durum üzerine herkes şunu soruyor; "Bunca rezaletten, bunca kepazelikten sonra halk neden ayaklanmıyor? Hırsızlık, sahtekârlık, yalan, dolan, baskı ve sefalet diz boyu değil, gırtlağa kadar yükselmiş. Bir avuç çete, ülkeyi resmen haraca bağlamış. Tek adam, 82 milyon insanı istediği gibi yönetiyor, alıp satıyor, içeri tıkıyor. Ama buna karşın 82 milyon, bu çete başına karşı bir şey yapamıyor. Neden?” Herkes sık sık bunu soruyor.
Bu sorunun cevabında ilk akla gelen şey, korku oluyor. Evet, bu doğru. Çoğunluk korkuyor. İçeri tıkılmaktan, işten atılmaktan, sürgün yemekten, sefaletin cehennemine düşmekten çok korkuyor. Bu, doğal ve haklı bir korku. Çünkü bu korkunun da haklı nedenleri var. Bunların başında gelen şey, devletin ordusuyla, polisiyle, yargısıyla, MİT'iyle, itiyle tek adamın elinde ve emrinde oluşu. Ve de en ufak bir muhalif hareketi acımasızca ezip geçmesi. "Acırsan, acınacak hale düşersin" diyen bir Tayyib'in olması. Buna karşın korkan çoğunluğun kendisini savunabileceği ne bir ordusu, ne bir polisi, ne MİT'i, ne de iti var. Her şeyden önce, kendisini silindir gibi ezen zor cephesine karşı bir örgütü yok. Sadece üç beş sendika ve demokratik kitle örgütleri denen bir dizi yapılanma ve mecliste aylık almasını tehlikeye düşürmeden muhalefet yapan milletvekilleri ve onların sözde muhalif partileri var. Onun dışında halk, savunmasız ve çaresiz. Var olan tek gerçeği, burnundan soluyan öfkesi.
Sorun, patlamaya hazır bu öfkenin dışa vurmasında başlıyor. Yırtıcı 5-10 hayvanın, kendisinden on kat daha güçlü bir buffalo sürüsünü avlaması gibi bir durumu belgesellerde izlemeyenimiz yok gibidir. Bir ton ağırlığındaki buffalo sürüsüne dalan aslanın veya sırtlanın ağırlığı ve gücü on kez daha az olmasına rağmen, sürüden ayırabildiklerini parçalayabiliyor. Gücünün farkında olmayan diğer buffalo sürüsü ya kaçıyor, ya da uzaktan hemcinslerinin parçalanmasını seyrediyor. Ama kimi durumlarda da öfkelerini kendiliğinden bir araya getirebildiklerinde, aslanları veya sırtlanları çil yavrusu gibi dağıtıp, önüne katarak kovalayabiliyor.
Vahşi doğanın bu olayları ile toplumsal boğazlaşmalar arasında da bir benzerlik var. Öfke aynı, kaçarken diğerlerine bulaşan korku aynı, cesaretini toplayıp geri dönerek yırtıcıları kovalayan cesurluğun bulaşması da aynı. Tek fark, insanın mantıklı, buffaloların mantıksız oluşu. Pençesi ve keskin dişleri olmayan küçük bir yırtıcı hayvanın kendinden on kat daha iri bir hayvanı avlaması mümkün olabilir mi? Olamaz. Bunu olanaklı kılan tek şey, kimin pençeye ve keskin dişlere sahip olup olmadığına bağlı. Hayvanlar, bu avantajı ve dezavantajı içgüdüsel olarak kullanıyor. İnsanlarda ise, akıl-mantık devreye giriyor. Bir avuç çeteye güç veren ve onun pençesi ve keskin dişleri olan tek şey, çok değişik silahlara sahip olması ve bunu akıllıca kullanmasıdır.
Diğer taraftan çoğunlukta da akıl var, devasa bir gövde var. Ama pençesi ve keskin dişleri yok. Burada kendisini savunmak veya korumak için yapabileceği iki şey var. Biri; on kat, hatta yüz kat fazla olan ağır olan gövdesi ile kaçmak yerine durup geriye dönmesi. Ve kendi pençelerini kuşanması. Akıl, bu gövdenin ilk silahı. Bu da hem ezenlerde var, hem de ezilenlerde. Bir avuç ezen, az sayıda olmasına rağmen silahlı zorla ve para gücüyle çoğunluk üzerinde kendi egemenliğini kurabilirken, çoğunluk öfkesini bile bir araya getiremiyor. Bu durumda, pençeleri ve dişleri sökülmüş bir ayıyı oynatan akla kimin sahip olduğu belirleyici oluyor.
Peki bu neden böyle? Bence bu, daha doğuştan başlayan veya başlatılan bir itaat kültürü ve ona dayanan inanç sarmalının derin köklerine dayanmakta. Örneğin Latin Amerika; oralarda köylü ayaklanmaları, halk isyanları daha uzun bir geleneğe sahip. Yoksulluk ve dindarlık üç aşağı beş yukarı aynı. Oligarşik diktatörlükler de benzerlik taşıyor. Ama oralardaki kiliseler cephesi, yükselen devrimci dalga karşısında saf değiştirmek zorunda kalarak, ezilenlerin haklı olduğunu itiraf edebiliyor ve destekleyebiliyor. Oysa bu Türkiye’de tam tersi. Diyanet olsun, camiler, tarikatlar olsun, tüm dinci gerici kurumlar, halka sürekli itaatkâr olmayı, yoksulluğuna ve sefaletine rağmen şükür etmeyi ve de isyancılığı günah saymayı öğretiyor. Bu öğreti ve yetiştirme tarzlarının ilk adımları daha çocuklukta atılıyor. Doğan bir çocuk, ilk önce aile içerisinde babanın ve yaşça büyük diğer aile bireylerinin emir kulu haline sokuluyor. Bütün ayıplar, günahlar, yasaklar yukarıdan aşağıya bir hiyarerşi içinde en taze çocuk insana aktarılıyor. Bu hiyararşi büyük aileler içinde evli kardeşlerin eşleri, yengeleri, eltileri arasında da var. Mesela, en yaşlı yenge, en genç yengeye emir yağdıran genelkurmay başkanı gibi olabiliyor. Böylece, kıskançlıklar, entrikalar, güç kavgaları daha aile içinde başlamış oluyor. Aile içerisindeki böyle bir kendisiyle ilk tanışma, bireyin kendisi ile olmaktan çok, aile reisleri ve onların koydukları kurallarla oluyor. İnsanların kendi özgürlüklerini keşfetmeleri genelde aile içinde değil, aile dışında sokaklarda gördükleri ve yaşadıkları sayesinde oluyor.
Ama bu arada bir şey daha oluşmaya başlıyor. O da, aile içerisinde bastırılmış, sindirilmiş ezik bir kişilik. Yani itaatkâr bir kişilik. Kendi adına düşünmeyen, kendi adına karar veremeyen, kendi duygu ve aşklarını yaşayamayan, bastırılmış, uydu bir kişilik ordusu, işte burdan ve böyle çoğalmaya başlıyor. Birde buna eklenen, ikiyüzlülük, dalkavukluk, yağcılık gibi özellikler var. Bütün ezik kişiliklerde, dalkavukluk, yağcılık, yalakalık, çıkarcılık vardır. Bunları her örgütte, her kurumda, her sarayda görmek mümkündür. Başka türlüsü de olamaz zaten. Çünkü toplumun en geniş kesimi bu tornadan geçmiştir. Hastalıklı ve güvenilmez bir karakter olarak toplumun en büyük, en tehlikeli kesimi işte bu insan türlerinden oluşmaktadır.
Toplumsal muhalefeti içten kemiren, her an ihanet edebilecek satılmışlığa açık olan bu tür karakterlerden arınmadan, sağlam ve güvenilir bir örgüt veya devlet yapısı oluşturulamaz. Olsa olsa çürümüşlük ya da hareket edemeyen bir felç hali seyreder durur. Türkiye’nin şimdiki durumu da maalesef buna benziyor.