SURİYELİ MÜLTECİLERE SALDIRI HAKKINDA
‘VALİZİMDE 20 YIL VE İKİ ALBÜM VARDI’


Unutmayınız; dünyanın tüm sınırları yapaydır.

Devletler kötüdür, insanların tümü değil.

Mültecilere kızmak yerine, mülteci üreten-savaş ve yoksulluk üreten sistemi sorgulayalım.




Suriyeliler ya da iç göçle kentinize gelmek zorunda kalanlara kızmayın-saldırmayın. Birkaç kişinin adli suç işlemesi o halkı topyekün kötü yapmaz. Unutmayın, siz de bir gün mülteci-sürgün ya da Avrupa’da “işçi” olabilirsiniz. Avrupa ülkelerinde kaçak veya yasal çalışan, ya da mülteci statüsünde yaşamaya çalışan milyonlarca yurttaşınız gibi. Kardeşiniz-akrabanız ya da arkadaşınız gibi.

Önce Filistin Kampları’nda sonra Avrupa’da sürgün-mülteci olarak uzun yıllar yaşayan benim gibi.

Fransa’dan sürgünden dönerken yanımda getirdiğim valize son 20 yılımı doldurmaya çalışmıştım. İşte Lübnan, Filistin Kampları’ndan Paris’e kadar birlikte olduğumuz sürgündaşlarımdan ressam İsmail Yıldırım’ın orjinal tablosu, Paris bit pazarından yıllar boyunca topladığım ve sevdiğim bir kaç obje, mektup arşivim, Filistin Kampları’ndan tutulmuş günlükler, fotoğraflar (ki bu mektup ve günlüklerden daha sonra iki kitap oluştu) ve tabi birkaç giysi, bunların yanısıra valizimde iki müzik albümü vardı.

İlk kez Fransa’da dinlediğim ve vazgeçemediğim iki Fransız şarkıcı, biri Belçika asıllı, şair-besteci-şarkıcı Jacques Brel, diğeri Türkiye’de ‘Kaldırım Serçesi’ olarak bilinen Edith Piaf. Edith Piaf sokak insanını anlatır şarkılarında. Jacques Brel de öyle, ama Brel şarkı sözlerini kendi yazmıştır. En sevdiğim şarkıları; “beni terk etme” ile “Amsterdamlı fahişeler”dir. “Beni terk etme- Ne me quitte pas” adlı şarkısı Edith Piaf tarafından da seslendirilmiştir. Türkiye’de Candan Erçetin gibi birçok sanatçı tarafından da söylenmiştir. Birkaç mısra paylaşayım; “Sana yağmur incileri sunacağım, yağmurun yağmadığı ülkelerden getirilen... sana bir ülke yapacağım sevginin kral...sevginin kural olduğu ... ve senin prenses olacağın”.

Bunları neden yazıyorum şimdi, “Dünya Mülteciler Günü” değil... Ama kanamaya devam eden coğrafyalardan yankılanan çığlıklar; sıkı sıkı kapattığımız kapılardan, pencerelerden içeri sızıyor. Düşlerimizi karabasanlara dönüştürüyor. Tarihten bir kesit veya romantik bir sürgün öyküsü değil anlatmaya çalıştığım. Ezelden veya ebedden değil; Şengal gibi, Gazze gibi bugünden söz ediyorum. Ve sayıları milyonları bulan mültecilerden.

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) Cenevre’de açıkladığı mülteciler raporunda, 2012 yılı sonunda dünya genelindeki toplam mülteci sayısı 45,2 milyon olarak kaydedildi. Yalnızca 2012 yılında 7,6 milyon insan ülkesini terk etti. Mültecilerin yüzde 55’ini; Afganistan, Somali, Irak, Suriye ve Sudan gibi iç savaş ve çatışma yaşanan beş ülkeden kaçanlar oluşturuyor. Suriye’den komşu ülkelere sığınanların sayısı 4 milyon. Bunların 1 milyon 905 bini (kayıtlı olan) Türkiye’de. En çok mülteci barındıran ülke Pakistan ve İran. Türkiye ilk 10 sırada yer alıyor. Ve bu ülkelere sığınan mülteciler Einstein veya Frankfurt Okulu filozofları gibi şanslı değiller.

Bugün itibariyle Türkiye’de büyük çoğunluğu Suriyeli bir milyona yakın mülteci var. Suriyeliler kamplarda yaşamaya çalışır, asgaride olsa barınma, yiyecek, giyecek sorunları çözülürken; Afganlar’ın, İranlılar’ın, Filistinliler’in yarısı hala Suriye’de, Ürdün’de ve Lübnan’da sürgün yaşıyorlar. Ve savaşlarda katledilen sivil, silahsız, savunmasız insanlar.

Ve en yaralayıcı olanı da çocuklar... “Büyüklerin” mağduru çocuklar. Ve kadınlar. Ve en son İŞİD çetesinin kaçırdığı ve intihara sürüklediği kadınlar.

Şair Nevin Koçoğlu’nun betimlemesiyle bitiriyorum diyeceklerimi: “kirpiğimi gözümden taşıyan gece kızıl kıyamet tortusunu sererken üstüme kimliksiz ilticacı aşk dilimde bir yirmi-beş nöbetinde”.


Unutmayınız; dünyanın tüm sınırları yapaydır.

Devletler kötüdür, insanların tümü değil.

Mültecilere kızmak yerine, mülteci üreten-savaş ve yoksulluk üreten sistemi sorgulayalım.



[email protected]

Grafik: İsmail Cem Özkan