Belki de Türkçeye “misafirperverlik” ya da “konukseverlik” olarak çevrilebilecek olan Almanca “Willkommenskultur”, göçmen ve mülteci sorunları karşısında ortaya çıkan karşıtlığı kısmen telafi etmeye yönelik bir söylem gibi görünmektedir. Ancak kendi içinde pekçok çelişkiyi barındıran bir söylemdir.
Herşeyden önce, bir ülke sınırları içindeki bir yerleşik toplumda yabancılara kötü davranma, yabancılardan hoşlanmama, yabancıyı “yaban” olarak görme karşısında, yabancıları bir çeşit misafir/konuk olarak görülmesi gerektiğini söylemek, yani “Hoşgeldin Kültürü”nden söz etmek bir eksikliğin, bir yokluğun karşılığıdır. Eğer Alman toplumunda bir “hoşgeldin kültürü”, Türkçe söylersek “konukseverlik” yerleştirilmek isteniyorsa, bunun anlamı, böyle bir “konukseverlik”in Alman toplumunda fazlaca bulunmadığı demektir.
Bir yandan Alman iş piyasasının her yıl 500 bin ya da 1 milyon yeni işgücüne gereksinmesi olduğundan söz edip, diğer yandan sayıları 1 milyonu bulacağı söylenen Suriyeli sığınmacılara karşı düşmanca sözler söylemek, Suriyeli sığınmacıların Almanya’dan “uzak” tutulması yönünde mitingler düzenlemek bir başka çelişkidir.
Bir yandan 1 milyon mülteciye kapıyı açmaktan söz edip, öte yandan Almanya sınırlarında “transit bölge” adı altında toplama kampları inşa etmekten söz etmek de bu çelişkiler yumağını daha da büyütmektedir.
Aynı biçimde, bir yandan AB ülkeleri arasında her türlü gümrük ve kimlik kontrolünü ortadan kaldıran Şengen Anlaşması’dan söz edip, diğer yandan Şengen Anlaşması’nı askıya almaktan, sınır kontrollerine yeniden başlamaktan söz etmekte yaşanılan ilticacı krizinin bir çelişkisidir.
“Hoşgeldin Kültürü”nü yaygınlaştırmaya katkı bağlamında, sığınmacılara sivil halkın ve sivil toplumun gönüllü yardımı talebiyle eldeki ve evdeki kullanılmış ya da kullanılmayan giyim eşyaları belli merkezlerde toplanırken ve tasnif edilirken, öte yandan toplanan eşyaların itiş-kakış karton kutulara tıkılması ve ellerinde son model cep telefonları, yepyeni sırt çantaları, montları ve kotlarıyla gelen sığınmacılara dağıtılmak üzere bir kenara konulması da yaşanılan sürecin ortaya çıkardığı bir diğer çelişkidir.
Almanya sınırlarına dayanan Suriyeli sığınmacılar karşısında düzenlenen aşırı-sağcı mitinglerde “istemezük” diye haykırılırken, diğer yandan Almanya’ya ulaşabilmek için denizlerde boğularak yaşamlarını yitiren insanlar için üzüntü beyan etmek yine yaşanılan “sığınmacı krizi”nin yarattığı bir çelişkidir.
Hiç şüphesiz “Willkommenskultur”den söz edenlerin çoğunluğu “Alman toplumunda bir “konukseverlik kültürü”nün, geleneğinin olmadığının bilincindedirler. Yine de “Willkommenskultur” söylemiyle, bir yandan yeni sığınmacılara yönelik olumsuz tutumlar engellenmeye çalışılırken, diğer yandan zaten varolan “yabancı düşmanlığı”nı bir nebze de olsa azaltmak hedeflemektedirler. Böylesi bir hedef, ne kadar mütevazi olursa olsun, her durumda takdiri ve saygıyı hak etmektedir. Ancak gerçekler kabul edilmedikçe, bu takdir ve saygı da, tıpkı “Hoşgeldin Kültürü” gibi lafta kalacaktır.
Onlarca yıl boyunca göçmenlere, özellikle Türkiyeli göçmenlere gösterilen hoşgörüsüzlük (toleranssızlık) ve kaba davranışlar karşısında sürekli olarak “konuk işçi” söylemlerine yaslanılarak zamanlar boşa harcandığı gibi, bu kez de “Hoşgeldin Kültürü” söylemleriyle aynı hoşgörüsüzlük ve kaba davranışlar görmezlikten gelinecektir.
Sorun, sadece Alman toplumunun “misafirperver/konuksever” insanlar haline gelmesi değildir. Yasalardan idari işlemlere kadar yaşamın her alanında sürüp giden ve zaman içinde kurumsal boyutlara ulaşan ayrımcılık (diskriminasyon) varoldukça, “Doğu” toplumlarının insanları “cahil ve medeniyet görmemiş” insanlar gözüyle bakan “üstünlük” varlığını sürdürdükçe, göçmen toplumunun çözülebilecek eğitim ve dil gibi sorunları karşısında “bir varmış, bir yokmuş” yaklaşımı devam ettikçe “Hoşgeldin Kültürü” söylemlerinin fazlaca bir etkisi olmayacaktır. (Kasım-Aralık 2015)