(Aşağıdaki yazı, Trump’ın bir darbe yapabileceği öngörüsüyle yazılmaya başlanmış bir yazıydı. Ne var ki, bir yandan yazının ele aldığı konuların çok dağılması, diğer yandan araya giren başka işler nedeniyle, diğer nice yazı gibi tamamlanamadan kalmıştı. Dün geceki darbe girişiminden sonra yeni bir yazı yazacak zaman yok. Ama dün geceki gelişmeleri, artık gına getiren, “Amerika’daki güçler ayrılığı” veya “demokratik kurumların güçlülüğü” gibi açıklamalarla yorumlayacaklar karşısında, gelişmelere farklı bir bakış için ipuçları sunduğu gibi, bazı temel sorunları tartışma gündemine taşıyor. İlerde bu sorunları ele alıp tartışmak da gerekiyor. D.K. 7 Ocak 2021 Perşembe)
Marksizmin ve Marksistlerin neden bir ulus ve ulusçuluk teorisi oluşturamadığı, Ulus ve Ulusçuluk üzerine çalışan birçok yazarın da neden ulus ve ulusçuluğun bir tanımının yapılamayacağı sonucuna ulaştığı olgularının sosyolojik nedenleri ve anlamları kadar, bu olguların hangi metodolojik yanılgılara dayandığı sorunu üzerine kafa yorarken, önceleri imgelerle (örneğin “kedilerin kendi kuyruğunu yakalayamaması”, Escher’in bazı resimleri veya bazı çocuk tekerlemeleri “Damdan düştü kurbağa…”) açıklamaya çalıştığım (bu denemeler için tipik bir örnek olarak şu yazıya bakılabilir: “Ulusçuluk, Murray Bookchin ve Abdullah Öcalan Üzerine Veya Kediler Kendi Kuyruğunu Neden Yakalayamaz? Ulusçular Ulusun Ne Olduğunu Neden Anlayamaz?”) bu sorunun kavramsal ifadesini ve açıklamasını ararken, kendine göndermeler ve birer kendine göndermeden oluşan antinomiler, çelişkili olmayan kendine göndermelerin de sonsuz döngüler oluşturduğu, gerek Marksizmin ulusun ve ulusçuluğun ne olduğu sorusuna cevap arayıştaki başarısızlığının, gerek birçok ulus ve ulusçuluk üzerine yazmış araştırmacının ulusun ne olduğunun tanımlanamayacağı sonucuna ulaşmalarının nedeni olan temel metodolojik yanlışın tam da bu noktada bulunduğu sonucuna ulaşan araştırmalarda ister istemez Kurt Gödel isimli Aristo’dan sonra en büyük mantıkçı, yirminci yüzyılın en büyük matematikçilerinden biri olarak nitelenen “meta-matematikçi” ile karşılaşmıştım.
Gödel’in mantık ve matematikte yaptığı devrimler fizikte Einstein’in “genel ve özel görecelik” teorileriyle veya Heisenberg’in “belirsizlik ilkesi” ile yaptığı altüstlükle eş düzeyde tutuluyordu.
Böylesine önemli ve çığır açıcı bir bilim insanıydı Gödel.
Yirminci yüzyıla damgasını vuran Einstein bir defasında, Gödel ile birlikte yürüyüş yapıp sohbet etme imtiyazına sahip olmak için Princeton Üniversitesi’nde bulunduğunu bile söylemişti.
Ama Gödel onlar kadar tanınmış değildi.
*
Almanya’da faşizmin iktidara gelişinden sonra, “Hitler ağacı sallar biz de düşen meyveleri toplarız” diye düşünülerek kurulan ve böyle bir vizyonla özellikle Hitler’den kaçan bilim insanlarına geniş olanaklar sunulan ve başta Albert Einstein olmak üzere birçok çığır açıcı bilim insanının toplamayı başaran Princeton Üniversitesi’ne “düşenler” arasında Gödel de vardı.
Ne var ki, Gödel hem psikolojik olarak epey sorunlu hem de günlük hayatın pratik sorunlarına çok uzak ve çocuksu bir saflık içinde bir insandı.
Bu nedenle Einstein bu gezinti ve sohbet arkadaşına karşı kendini sorumlu olarak görüyor ve onun bazı pratik işlerinin çözümüne yardımcı oluyordu.
İşte bu Gödel, Amerikan vatandaşı olmaya karar veriyor ve vatandaş olmaya karar verince de bunu ciddiye alıyor ve Amerikan anayasasını ciddiyetle etüd ediyor.
Vatandaş olmak için de iki tavsiyeci ya da şahit gerekiyor. Biri Albert Einstein, diğeri de yine çok önemli bir bilim insanı, bir bakıma stratejinin dolayısıyla savaş sanatının matematiksel denklemler halinde ifadesi sayılabilecek oyun teorisinin kurucularından Oskar Morgenstern.
Tam da vatandaşlık için hâkimin huzuruna çıkılacağı günün arifesinde, Gödel sabahleyin heyecanla Morgenstern’e telefon ederek, Amerikan Anayasası’nda tutarsızlık ve bir açık bulduğunu söylüyor. Tutarsızlık veya açık bulduğunu söyleyen Aristo’da sonra en büyük mantıkçı-matematikçi kabul edilen bir bilim insanı.
Morgenstern de Gödel’in ciddi olduğunu görünce, bu konuyu mahkemede söylememesini, bunun vatandaşlğını tehlikeye atabileceğini söylüyor tabii Einstein’i de “tehlike” hakkında uyarıyor.
Ertesi Gün Einstein, Morgenstern ve Gödel, vatandaşlık için arabayla mahkemeye giderlerken, mahkemede bir densizlik yapmaması için Gödel’in dikkatini başka konulara çekmeye, Amerikan anayasasındaki tutarsızlık konusunu unutturmaya çalışıyorlar, sözü başka yerlere çekiyorlar, tabiri caiz ise, hep “kuşa bak” diyorlar.
Neyse Mahkeme’ye çıkıyorlar, Mahkeme başkanı, Einsein ve Morgenstern gibi yüzyılın en büyük bilim insanlarının şahitliğinden büyülenmiş olarak Gödel’in vatandaşlığını hemen tamamlanması gereken bir usul sorunu olarak görüyor ve işi bir an önce bitirmek için usulen bir iki soru soruyor.
Yargıç önce Gödel’i Almanya’dan gelmiş Alman vatandaşı sanıyor, Gödel, hemen itiraz edip Avusturya’lı olduğunu söylüyor. Yargıç biraz bozum oluyor tabii ama bir an önce işin usul faslını bitirmek için, “her neyse, siz kötü bir diktatörlükten geliyorsunuz, neyse ki bu Amerika’da mümkün değil” deyince, Gödel, “aksine bunun nasıl olacağını biliyorum” diyor. Ve Amerikan Anayasası’nın bunu nasıl mümkün kılabileceğini, Anayasa’daki boşluğu ya da çelişkiyi açıklamaya girişiyor.
Ancak yargıç işi bir an önce bitirip bu misafirleriyle tatlı bir sohbet etmek için açıklamaya pek ilgi göstermediği sinyalini verince, zaten diken üstünde duran ve Gödel’in bir çuval inciri berbat etmesinden korkan Einstein ve Morgenstern Gödel’e, sonra tartışırız, şimdi sırası değil deyip konuyu değiştiriyorlar ve Gödel’in dikkatini başka yere çekip, vatandaşlık işleminin kazasız belasız yürümesini sağlıyorlar.
O gün orada bulunan Einstein ve Morgenstern için esas sorun Gödel’in kazasız belasız vatandaşlığı alması olduğundan, kimse kafa yormadığı veya dikkat etmediği için bugün Gödel’in, yani yirminci yüzyılın en büyük mantık ve mtematikçilerden birinin, ABD Anayasası’nda bulduğu, darbelere imkan veren çelişki ya da açığın ya da tutarsızlığın ne olduğu ne yazık ki bilinmiyor.
Bu hikâyeyi okuduğum “Einstein ve Gödel Gezintiye Çıktığında” isimli kitabın yazarı Jim Holt, sonradan bunun ne olabileceğini Amerikalı hukukçulara sormuş. Hukukçular Anayasa’nın beşinci maddesinin böyle bir açığı olabileceği, daha doğrusu böyle yorumlanabileceğini söylenmişler. Ama kesin bir şey yok, bu bir tahmin.
*
Tabii Trump’ın seçim sonuçlarını tanımama ve kendi güvenilir adamlarını kritik yerlere getirerek adeta bir darbe hazırlığı olarak yorumlanabilecek gelişmeler ışığında, Gödel’in bulduğu bu boşluğun, seçimleri kaybeden bir başkanın, seçimlerin yapılması ile görevin gerçek devir teslim işlemi arasındaki zamanda hala başkanlık makamını ve yetkilerini elinde bulundurduğu için, bir darbe yapabilmesi olasılığı mı idi sorusu akla geliyor.
Şu an olan bu. Ve Trump ta başından beri böyle davranacağını açıkça ifade ediyordu. Bu ciddiye alınmamıştı ve hala alınmıyor. Ama şimdi giderek ciddi bir olasılık olarak ortaya çıkıyor. Trump, ordu ve politikanın kritik mevkilerine kendi adamlarını getirerek, taraftarlarını da bu arada mobilize ederek, fiilen güç dengesini değiştirebilir ve karşı tarafı tam anlamıyla felç ederek başkanlığı alıp fiili bir darbe yapabilir.
Bu yönde epey belirti var. Örneğin birkaç gün önce İran’a saldırma imkanlarını araştırmış. Kendi planına destek vermeyenleri uzaklaştırıyor. Ordu’nun üst kademelerine kendine yakın insanları atıyor. Taraftarlarını mobilize ediyor ve seçimlerin hileli olduğunu iddia etmeye devam ediyor.
Trump tıpkı Erdoğan gibi iktidarı yitirdiği an bulaştığı bir yığın yasa dışı iş nedeniyle mahkemelere düşeceğini bildiğinden iktidarı bırakmamak için her şeyi yapmayı deneyecektir.
Tarih boyunca bütün egemen sınıflar ve diktatörler kendi sonlarını dünyanın sonu olarak gördüklerinden ve göreceklerinden her şeyi yapmaya eğilimlidirler.
Bunu ancak özellikle kendi çevrelerinden gelecek direnç ve güçler dengesi engelleyebilir. Ne var ki cumhuriyatçilerin önde gelenlerinin çoğu kendilerine bunca oy kazandırmış ve aslında bütün Pandemi vs. gibi “şanssızlıklara” rağmen başarılı sayılabilecek Trump’ın girişimlerini açık veya sessiz kalarak destekliyorlar.
Demokratlar ve liberaller ise, şimdilik kendilerini ABD’deki kurumların gücü ile avutuyorlar.
Trump’ın bir darbe yapma olasılığı şu an hala var.
Muhtemelen Trump bu planını uygulayamayabilir. Çünkü ABD genelkurmay başkanı, biz Anayasa’ya yemin ediyoruz dediği, seçmenlerin de yüzde atmışı Joe Biden’ın seçimi kazandığı düşüncesinde olduğu, az da olsa kimi Cumhuriyetçiler de Trump’a muhalefet ettiği, en son Biden Arizona’da da kazandığından, güç dengeleri el vermediğinden şu an itibariyle Trump planını uygulayamayacakmış gibi görünüyor.
Bu plan tutmazsa bunun en büyük nedeni muhtemelen farkın artık itiraz edilemeyecek kadar büyük olması olacaktır.
Ancak bu arada Trump itiraz ettiği bir iki yerde başarıya ulaşırsa, bu seçimlerin üzerine yatması için ona büyük bir güç verecektir ve buradan bir yol açmaya çalışacaktır.
Trump’un şu an yapmaya çalıştıkları Erdoğan’ın 7 Haziran’dan sonra yaptıklarında ve Erdoğan’ın yarın yapacakları Trump’ın şimdi yaptıklarında görülebilir.
İkisi de iktidarda kalmak zorundadırlar. Gücü yitirdikleri an onların tam anlamıyla çöküşü ve düşüşü kaçınılmazdır. Bu nedenle orada kalmak için her şeyi yapmaya, kendileriyle birlikte ülkelerini ve dünyayı yakmaya hazırdırlar.
Demeyin Olmaz. Olmaz olmaz.
Erdoğan örneğine bakın. 7 Haziran’da seçimleri ve iktidarı yitirmişti.
Ve Erdoğan aslında o andan itibaren bir darbe yaptı. Hem tam da şimdi Trump’ın benzerini yapmaya çalıştığına benzer koşullarda.
Erdoğan seçimi kaybetmişti. Ama kararlı biçimde fiili uygulamalarla seçim sonuçlarını tanımayarak tüm dengeleri değiştirdi.
Şimdi Trump da kararlı bir biçimde, önüne çıkan her şeyi çiğneyerek benzerini yapmaya çalışıyor.
Demokratlar ise, 7 Haziran sonrası Türkiye’deki muhalefetin rehaveti içinde Amerikan kurumlarından, Trump’ın yalanlarının bir dayanağı olmadığından söz ederek içlerini soğutmaya çalışıyorlar.
Ancak her geçen anın kendilerinin aleyhine çalıştığının farkında değiller.
ABD’de devlet Türkiye’deki kadar merkezi olmadığı için ve de ABD’deki halk iyi kötü örgütlü ve silahlı olduğu için belki Trump bu planını başarıya ulaştıramayabilir ama hala sonuç ortadadır.
*
Ve Erdoğan’ın darbe rejimi, o birinci darbeye dayanarak ikinci bir darbe yaparak bugüne kadar geldi ve eğer bu muhalefet devam ederse daha yıllarca da orada kalabilir.
Bu nedenle bugün Erdoğan’a karşı tutarlı bir alternatifin inşası bu muhalefete muhalefet etmekten geçiyor.
Dolayısıyla ABD’deki şu anki yapısı ve güç ilişkileri böyle bir darbeyi engelleyici bir işlev görebilir ama eğer sonuçlar çok bıçak sırtında olsaydı, Trump pek ala fiilen darbe yapabilirdi ve şu an hala bu olasılık bulunmakta.
Trump’un darbesini, engelleyebilecek tek güç, ABD’deki kurumlar değil, hem de ironik biçimde Trump’ın taraftarlarının çoğunun silah taşıma hakkının savunucuları olmasına rağmen, ABD’de halkın silahlı olmasıdır.
İktidarın hala önemli bir bölümünün yerel seçilmiş yöneticilerde olmasıdır.
ABD egemen sınıfları için esas riski bu oluşturduğundan, yani halk silahlı olduğundan muhtemelen ABD’de bir darbe olmayacaktır.
Çünkü silahlı halkın sokağa çıkması ve bir iç savaş koşullarında şehirlerde yaşayan büyük çoğunluk son duruşmada savaşı kazanır. Ve cin bir kere şişeden çıkınca onu şişeye sokmak çok zor olur.
Sanılaın aksine ABD dünyada sosyalizme en yakın ülkedir de.
*
Bu vesileyle populizm araştırmacısı akademisyenlerin atladığı en esaslı gerçeğe değinelim.
Dünyada populizm denen, ezilen sınıfların aslında bir devrimin en tutarlı ve radikal savunucuları olabilecek en alt kesimlerinin ezenlerin en gerici politikalarının en anti demokratik programlarının destekçisi olmalarının en büyük suçlusu biz sosyalistler ve marksistlerizdir.
Bu gerçeği atlayan ve analizine katmayan tüm populizm araştırmaları ve teorileri ve de politikaları var olan gerçekliğin fiili sürdürücüleri olurlar. Biz marksistler adam gibi devrimci politikalar yürütemediğimiz, böyle bir politikaya temellik edecek kavramsal araçlar geliştiremediğimiz için bu sonuç ortaya çıkmıştır.
Bizler har şeyden önce, ulusları içinde sosyalizm için mücadele edilecek tarafsız ortamlar değil, kendisine karşı mücadele edilip yok edilmesi gereken karşı devrimci düzenler ve yapılar olarak görmediğimiz, insanların gerçek eşitliği yerine ulusların eşitliğinin geçirilmesinde bir sorun görmediğimiz için, bugün bütün dünyayı kapsayan çıkışsızlığın gerçek sorumlularıyız.
Tabii buna bağlı olarak aynı zamanda bundan ayrılamayacak olan merkezi ve bürokratik yapıların parçalanması gibi bir görevi de boşladık.
Hele gerçek bir öz yönetim için çoğunluğa ulaşmanın doğru ve demokratik bir yol olup olmadığı gibi sorunlara ise hiç kafa bile yormadık.
Daha burada saymakla bitmeyecek günahlarımızla ezilenleri kaç ben kurtarayım diyen demagog ve gericilerin ellerine teslim ettik.
Bizler insan gibi devrimci bir politika yürütemediğimiz için, burjuva sosyalizminin veya liberalizmin kıçına takıldığımız için (Örneğin ABD’deki ve hatta Türkiye de dünyanın diğer ülkelerindeki sosyalistler ve kendine sosyalist diyenler de halkın silah taşıma hakkının elinden alınması gibi bir talebin peşine takıldığı için) ezilenler radikal değişim özlemlerine bir program sunacak devrimciler bulunmadığı için, Erdoğanların, Trump’ların, Bolsonaro ve benzerlerinin demagojisine teslim oluyorlar.
(Bu vesileyle şunu da belirteyim. Ben liberalizm kavramını Türkiye’nin ulusalcılarının kullandığı anlamda kullanmıyorum. Onlar bugünkü milliyetçiliği ve merkezi devleti biraz esnetmek isteyenlere liberal diyorlar. Liberaller de kendilerini böyle konumlandırıyorlar ulusalcılar karşısında. Ben ise var olan devleti parçalama ve uluslara karşı savaş hedefi ve görevi olmayan politikalarına liberal diyorum. Doğrusu da benim kullandığımdır ve klasik Marksist geleneğe uygundur. Zaten bu kullanımın unutulması ve sosyalistlerin liberal kavramını liberallerin ve ulusalcıların kullandığı anlamda kiullanması liberalizmin egemenliğinin ifadesidir.
Demokrasi tam bir biçimsel ve hukuki bir eşitlik ve bunun için de uluslara ve merkezi ve anti demokratik tüm yapılara karşı kararlı bir duruş gerektirir. Uluslara bölünmüş bir dünyada biçimsel bir eşitlik mümkün değildir. Sosyalizm ancak gerçek bir eşitliğin olduğu yerde yani ulusların ve merkezi devletlerin yıkıldığı yerde gündeme gelebilir. Zaten uluslar ve merkezi devleler birbirlerinin varlık koşuludurlar.
Liberalizm benim ve klasik marksist geleneğin kullanımında demokrasi idealinin ve demokrasi uğruna savaşın önüne var olan gerçeğe kölece bir boyun eğiş ve dolayısıyla onu düzeltme (reforme etme) politikasını ifade eder.
*
Bu kısa aradan sonra tekrar Gödel’in bulduğu açığa ve Trump’ın darbe girişimine dönelim.
Ben şahsen Gödel’in bulduğu açığın, hukuki bir tutarsızlık olmaktan ziyade mantıksal bir tutarsızlık olduğunu düşünme eğilimindeyim.
Ancak bundan öteye gidip daha temel bir soruna bu vesileyle kafa yoralım.
Bu vesileyle demokratik bir rejimde açıksız, çelişkisiz, demokratik olmayan bir rejime geçişe hiçbir şekilde yol vermeyecek bir yapı mümkün müdür diye soruyu sormak ve bunun üzerine biraz kafa yormak yerinde olacaktır.
Kanımca bu olanaksızdır. En tutarlı ve her türlü anti demokratik bir rejime dönüşme yolunu tıkamış bir rejim bile zorunlu olarak, “eşyanın tabiatı gereği” ya da demokrasinin “fıtratı gereği” anti demokratik bir rejime geçişi olanaklı kılan bir açığa, bir kör noktaya sahip olmak zorundadır.
Bunu şöyle bir örnekle açıklamak mümkün olabilir. Örneğin gözde sinirlerin göze dağıldıkları nokta, görmeyi sağlayan geçiş noktası aynı zamanda kör noktadır. Görmeyi sağlayan sinirlerin geçtiği nokta kördür. Böyle bir nokta olmadan görme mümkün olmaz.
Demokraside de benzeri bir nokta vardır. (Çoğunluğun oyunun genel iradeyi yansıttığını var sayıyoruz) Demokrasi insanların eşitliğini varsayar. Çoğunluğun bu varsayımdan hareket ettiğini varsayar.
Ama çoğunluğun kendisi insanların eşit olduğunu kabul etmiyorsa veya belli bir noktadan sonra kabul etmeyi bırakırsa ne olur? İşte o nokta kör noktadır. Demokrasi demokratik bir şekilde anti demokratik bir sistemin aracı olabilir.
Yani çoğunluk eğer insanların eşitliğine inanmıyorsa, insanların eşit oacağı bir düzen için mücadeleye veya bunu savunmaya hazır değilse, demokrasi aynı zamanda en antidemokratik bir yapının ve düzenin aracı olabilir.
Bu nedenle Lenin, Demokrasinin en gerici milliyetçilikle bile bağdaşabileceinden söz eder ve ancak özel türden bir demokrasi gerektiğinden yani çoğunluğun karar alamayacağı bazı hakların olması gerektiğinden yani demokrasinin demokatik olmayan bir momentinin bulunması gerektiğinden söz eder. Yani aslında her demokrasinin bir diktatörlük olduğu ve olması gerektiğinin değişik bir ifadesidir bu. Demokrasi insanların eşitliğini kabul edenlerin, eşitliği kabul etmeyenler üzerindeki diktatörlüğüdür. Öyle olmak zorundadır.
Ancak bu bile hiçbir zaman demokrasinin sürekliliğini garantilemez. Toplum var olan sınıfların güçlerine, çıkarlarına, konumlarını ve bunlar arasındaki mücadeleye göre değişir, hukuksal kurallara göre değil.
Bu nedenle demokratların ve devrimcilerin politik uyanıklığı son derece önemlidir.
Bütün dünyada, karşı devrimler, darbeler bıçak sırtı dengelerde, güçlü görünenlerin yeterince uyanık olmamaları veya direnişin senkronize olmaması nedeniyle başarıya ulaşmışlardır. Fransız Devrimi’nde Jakobenlerin yıkılışından İslam’da Muaviye’nin veya Rusya’da Stalin’in karşı devrimine kadar hep bu uykuda gezerlik ve devrimci uyanıklıktın yoksunluk çok kritik anların yitirilmesine hizmet etmiştir.
Bu arada bir anektod. 7 Haziran seçimlerinden kısa bir süre sonra, Kadıköy Moda’da yolda HDP’den yeni seçilen bir vekille karşılaşmıştım. Kendisini tebrik ettikten sonra durumun çok kötü olduğunu, herşeyin çok kötüye gidebileceğini söylediğimde, son derece iyimser olduğunu söylemişti ve şaşırmıştım. Beni kötümser olmakla eleştirmiş ben de “kötümserlik devrimci bir erdemdir” demiştim. O ise her zaman iyimser olduğundan ve iyimserlikten bir zarar görmediğinden söz etmişti.
O iyimserliğin kötü sonuçlarını maalesef bugün herkes yaşıyor.
Elbette kötümserseniz ve bu kötümserliğe uygun olarak tedbiri elden bırakmazsanız, birçok kötü sonucun ortaya çıkmasını engelleyebilirsiniz. Ama bunlar gerçekleşmediği için, sizin tedbirliliğiniz ve kötümserliğiniz bir abartı gibi görülebilir.
Yani kötümserlik nankördür. Tam da kötümser olup kötülüklere karşı uyanık davranıp, ön alıp kötülüklerin gerçekleşmesini engellediğiniz için o kötülüklerin yaşanmasını engellemiş olursunuz ve tam da ön alınıp yaşanmadığı için yaptıklarınız hanenize bir olumsuzluk, ön görüşüslük olarak yazılabilir.
Buna ön almanın trajedisi deniyor.
Benzerini biz aslında bu Korona pandemisinde yaşadık.
Başından itibaren önerilerimiz tehlikenin abartılması olarak görüldü.
Ancak hem arada geçen zamanda ölen milyonlarca insan hem de havaların soğumasıyla birlikte bahar aylarını bile geçen hastalık ve ölüm rakamları maalesef tavrımızın doğruluğunu kanıtlamış bulunmaktadır.
Benzeri bir durum hem ABD seçimlerinin sonuçları hem de Türkiye’de Erdoğan’dan kurtulabilme olasılıkları söz konusu olduğunda geçerli. Çünkü Muhalefet hiçbir şey yapmamayı, iktidarın kendisini tüketmesini bir strateji olarak belirmlemiş bulunuyor.
Halbuki tam da bu stratejinin kendisi muhalefeten yenilgisini hazırlıyor.
*
İnsanların bilinçlerini varlıkları belirler. Toplumun gidişini akıl değil, ekonomik ilikiler üzerinde yükselen sınıfsal, ideolojik, bürokratik vs. konumlar, çıkarlar, eğilimler belirler.
İnsanların zeki ve akıllı varlıklar olması toplumun akılcı olacağı, akla uygun olarka, akli argümanların gücüne bağlı olarak değişeceği anlamına gelmez.
Çünkü tek tek bireyler bakımından veya toplumsal güçler ve örgütler bakımından akılcı olan, bir bütün olarak topluun akıl dışı bir hareketine yol açar. Akıl toplumsal güçlerin, bireylerin çıkarlarını ve konumlarını korumasının bir aracıdır.
Bu nedenle öznel akıl ve nesnel akıl ayrımı önemlidir. Toplumun bir bütün olarak akli hareketini ifade eder, toplumun yasalarına göre değişimini ifade eder Nesnel Akıl.
Allah işte bu nesnel aklın kendisi ve ifadesinden başka bir şey değildir.
Allah’ın fiziksel bir varlığı olmadığını kanıtlamaya kalkanların unuttuğu bir şey vardır. Allah fiziksel veya biyolojik değil, sosyolojik bir varlıktır.
Sosyolojik olarak fiziksel veya biyolojik varlığı olmayan hayaller bile insanların toplumsal davranışlarını belirleyebildiğinden, Allah’ın varlığına iinanmanın kendisi sosyolojik bir olgudur.
İnanç, tıpkı demokrasinin veya gözdeki sinirlerin kör noktası gibi, aklın kör noktasından kurtuluşun ve aynı zamanda tam da o kör noktanın kendisidir.
*
Neyse konuyu dağıtmayalım. Konu aslında hukuki veya mantıksal değil, gerçek güçlerin mücadelesine ilişkindir.
Bugün ABD’nin en gerici kesimlerinin sermayesi, devletin en gerici ve saldırgan kesimleri, ABD’nin en ezilen kesimlerinin tüm öfkesini yanlarına alabilmişken hiç de öyle kolaylıkla iktidarı bırakmayabilirler.
Onların ve Trump’un kararlılığı, bir süre sonra karşı tarafın (Demokratların) çatışmadan kaçmasını bir zaaf olarak değerlendirip inisiyatifi ele alabilir ve dengeleri değiştirebilir. Dengeler bir kere değişince de çok geç kalınmış olur.
Bu nedenle ABD’de Trump silahlı destekçileri kadar, bir an önce ordunun tepesindeki en etkili yerlere kendine yakın olanları getirip tıpkı Erdoğan gibi bir darbeye hazırlanıyor ve bunu örgütlüyor.
Karşı taraf ise bizim CHP gibi kendini kandırıyor.
Trump hiç de beklenmeyecek bir şekilde dengeleri değiştirip darbe yapabilir.
(11.11.2020 tarihinde yazılmaya başlanmış bu yazı burada yarım kalmış. 07.01.2021)