Eduardo Galeano’nun, “Bu günlerin şansızlığı delilerin körleri yönetmesidir”; Albert Camus’nün, “İnsanlara boyun eğdirmek isteyenin kulağı sağırdır”; Jean Baudrillard’ın, “Bu muhteşem gereksizlikte bulantı verici özel bir şey var: Hızla çoğalan, aşırı şişen; ama doğuramayan bir dünyanın bulantısı,”[3] notunu düştükleri berbat bir tablo ile burun buruna yaşadığımız bir “sır” değil.

Tam da bu koordinatlarda “Tarih bilinci olmadan, dünyayı değiştiren sınıf bilinci olmaz,” diyerek, Nâzım Hikmet Ran’ın, “Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,/ Dalga dalga aydınlık oldular,/ Yürüdüler karanlığın üstüne./ Meydanları zapt ettiler yine,” dizelerindeki geleneğ(imiz)i anımsamak “olmazsa olmaz”dır.

Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere coğrafyamızın anti-emperyalist geleneği, 68 kuşağının ABD emperyalizmine karşı başkaldırısı ile yükseltilen mücadele sancağıdır.

Ernesto Che Guevara’nın, “Bizim her eylemimiz emperyalizme karşı bir savaş çağrısı ve insanlığın düşmanı ABD’ye karşı halkların birliği için savaş marşıdır...” “Mazlum halkların her zaferi emperyalizmin bağrına saplanmış bir hançerdir,” ifadesiyle müsemma 68 gençliğinin kırmızıçizgisi ABD emperyalizmi idi.

Yerküreye damgasını vurup, toplumu değiştiren en uzun yıl 68, etkisini dünya ölçeğinde hissettiren, yakın zamanların en kapsamlı devrimci dönemidir.[4]

Fransa’da, o dönemki üniversite koşullarını değiştirmek için başlayan, öğrenci ya da daha doğru bir tarifle gençlik hareketleri, kısa sürede tüm dünyaya yayılmıştı. 68 hareketi, öğrencilerin eğitim talepleri olarak başlayıp daha sonra içerisine ABD emperyalizmi, cinsiyet eşitliği, kimlik talepleri, cinsel özgürlük de dahil edilerek küresel bir isyana dönüşecekti.[5]

Coğrafyamızın 68’i genel ve kronik hâle gelmiş siyasal ve iktisadi bunalımın içinde yükselen kitle hareketinin bağrında doğdu. İktisadi-politik ve sosyal sorunlarla çalkalanan ülkede işçi ve emekçilerin mücadelesinin bir parçası olarak, onun gelişmesinin sürecinde ve onunla bağlı şekilde ortaya çıktı ve sonraki yılların mücadelelerine önemli dersler bıraktı.

Coğrafyamızın yaşadığı tarihsel olayların kronolojik bir dökümü yapılacak olursa, bu listede üniversite menşeli hareket ve vakaların hiç de küçümsenemeyecek ölçüde yer işgal ettiği görülür. Aslını söylemek gerekirse bu sadece coğrafyamıza özgü bir durum da değildir.

“Devrimciler Ölür, Devrimler Sürer” gerçeğinin kanıtı olarak 1968, coğrafyamız solunun her kesimi bakımından büyük bir sıçrayış, aynı zamanda da altüstlük dönemiydi.

Yusuf Aslan’ın, “Savaşımız, çağımızın yüzkarası emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşıdır; ezilen dünya halklarının direnişinin bir parçasıdır ve emperyalizm Ortadoğu’dan kovulana, dünyadan yok olana kadar sürecektir,” sözlerinde ifadesini bulan anti-emperyalizm emekçi halkın belleğinde yer etmiş ve özellikle gençlik mücadelesini kucaklamıştır.

“Ya emperyalist boyunduruk ya anti-emperyalist mücadele” ikilemiyle karakterize olan 68’in mirasına devrimci mücadeleyi yükselterek sahip çıkmak hâlen asli bir görevken; söz konusu hakikât dolaylı ya da dolaysız olarak çarpılmıyor da değil!

İşte ne idiğü “sır” olmayan (ve farklı oldukları “iddia”sındaki benzer!) üç örnek:

İlki Kerem Ünüvar’dan: “Herhangi bir sol/sosyalist öğrenci derneği tüzüğünde dahi mevcuttur anti-emperyalizm vurgusu. Kullanıla kullanıla artık üzerinde düşünülmekten vazgeçilmiştir. Devralınan mirasta meskundur; dünya halklarının sömürülmesine karşı çıkmayı, emperyalistlerin gerektiğinde kan ve gözyaşı dökerek elde etmeye çalıştıkları yeni güç alanlarına, ülkelerin işgaline karşı durmayı barındırdığı varsayılır. Sosyalistlerin dünya tahlillerine bir araç olarak gireli 150 yılı geçmiştir. Lenin’in Emperyalizm’inde analiz edilmiş bir tahakküm sistemine karşı çıkmayı da zaten ‘anti’liği ile üzerinde taşımaktadır. I. Dünya Savaşı sırasında sosyalistlerin işçileri savaşa karşı çıkmaya davet ettiği koşullarda, savaş ülke egemenlerinin çıkarınayken, egemenlerin duraksamadan yazıldıkları bu savaşa işçiler de kendi ulusal ‘çıkarları’ gereğince destek verip milyonlarcası ölürken de tedavüldedir. Dünya üzerinde 1930’lu yıllardaki kimi muhalefet ittifaklarının taktik olarak kullandığı, 1960’larda Güney Amerika’da Küba Devrimi, Amerikan’ın Vietnam’ı işgali, öğrenci hareketlerinin yükselişi ile anti-emperyalizm tarihindeki en sık kullanıma ulaşmıştır”![6]

İkincisi Mahfi Eğilmez’den: “Sonu çok kötü bitmiş bir başkaldırı olarak tarihe geçti bizde 68 kuşağının öyküsü. İşkenceler, cezalar, yargılanmalarla geçti koskoca dönem. Ve idamlarla noktalandı. Türkiye, ne yazık ki bu kuşağın başkaldırısının eşitlik, özgürlük, barış amaçlı olduğunu anlamamakta ısrarla direndi. Bugün, aynı gereksinimler hâlâ artarak devam ediyorsa o günlerin anlayışsızlığının bunda katkısı çok fazladır…

Bugünün küreselleşmiş dünyası 68’lerin dünyasından bile daha az eşitlikçi, daha az özgür, daha az barışçı bir dünya. Üstelik tek tük çabaları bir kenara bırakırsak, dünyanın hiçbir yerinde daha eşitlikçi, daha barışçı, daha özgürlükçü bir dünya için 68 kuşağının ateşlediği kıvılcımı ateşlemeye mecali olan bir kuşak görünmüyor”![7]

Üçüncü de Doğu Perinçek’ten: “1968 gerçeğine ters olan maceracılık ve bireysel terör, 1971 sonrası süreçte 1968 imgesine damgasını vurdu. Şöyle de söylenebilir: 1968 gerçeği, daha sonra efsaneye dönüştürülürken, 1971 kılığına büründürüldü.

Her efsane, aynı zamanda bir ideolojik kırılmadır. Gerçekler, efsaneye dönüşürken, yüzen gezen ideolojinin müdahalesine uğrarlar. 68’in başına gelen de budur.

Demek ki, bir 68 gerçeği vardır, bir de 68 efsanesi.

68 efsanesi, 68 gerçeğinin, ‘1971 Direniş Ruhu’ denen ideolojik değerlerle yeniden imal edilmesiyle oluşmuştur.

Oysa 68 gerçeği ile ‘71 Direniş Ruhu’, birbirine karşıttır. 68 efsanesi, 68 gerçeğini 71’e göre yeniden üretirken, bir bakıma karşıtına çevirmiştir”![8]

Özetle Edip Cansever’in, “Biz aykırıya/ ayrıntıya/ ayrıksıya/ azınlığa/ tutkunuz,” dizeleriyle de betimlenmesi mümkün olan 68 bunların hiçbiri olmaması yanında; ifade edilenlerin tam tersiydi!

68’Lİ ÖĞRENCİ HAREKETİ(MİZ)

Fransa’da 68’i deyim yerindeyse 68’e dönüştüren asıl gelişme, işçilerin öğrencilere ve halka destek verme kararı ile genel greve çıkmasıydı. Yaklaşık 9.5 milyon işçinin greve gitmesi üzerine Fransa Hükümeti, i) Kapatılan okulların yeniden açılması, tutuklanan öğrencilerin serbest bırakılması; ii) Erkek ve kadın öğrencilerin yaşam tarzları üzerindeki baskıların sonlandırılması; iii) İşçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve ücretlerine zam yapılması gibi konularda öğrencilerin ve işçilerin taleplerini karşılayacağını garanti etmişti.

Bu çerçevede başka bir dünyanın mümkün olduğuna ilişkin bilincin tohumları ‘68 gençliği ve işçi hareketinin birlikteliği ile atılmıştı. Aynı birliktelik farklı ölçülerde de olsa coğrafyamızdaki 68 gençliği ve işçi hareketi için de geçerli olmuştur.

Coğrafyamızın bağımsız bir dış politikaya sahip olmasını, gelir adaletinin sağlanmasını, eğitimin herkes için eşit bir hak olarak parasız olmasını, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla yerleşmesini ve aynı çerçevede işçilerin sendikal hak ve özgürlüklerini sonuna kadar kullanmalarını cesaretle savunan 68 gençliği; Temmuz 1968’de, çalışan işçilerin sendikalarını özgürce seçmelerinin engellenmesi üzerine Derby Lastik Fabrikası’ndaki eyleme destek olmuştu…

Benzer biçimde, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kapatılmasını öngören kanun tasarısına karşı 15-16 Haziran 1970’de eyleme geçen DİSK ve Türk-İş üyesi işçilere destek veren de, işçilerin emek ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’larda alanları işçilerle dayanışma içinde dolduran da aynı kuşağın özverili binlerce üyesiydi.

Ancak şunu altını çizmeden geçmeyelim: 68 tartışılırken çok şey söyleniyor, ne ki, 68’in ana aktörü devrimci gençlik hareketinin anti-emperyalizminin pek az sözü ediliyor. Oysa coğrafyamızın 1968’ine anti-emperyalist kitle eylemleri damgasını vurmuştur. Bu konuda en önemli sembolik olay, 17 Temmuz 1968 günü, öğrencilerin İstanbul Dolmabahçe önünde demirlemiş 6. Filo’nun sahile çıkan erlerini denize dökmesidir.

Dolmabahçe’de ABD donanmasının erlerinin denize dökülmesi elbette bir boşluk içinde aniden ortaya çıkan bir eylem değildi. Devrimci gençlikte uzun süredir birikmekte olan bir öfkenin en etkili biçimde patlak vermesiydi. 1960’lı yılların başından itibaren coğrafyamızın ilerici gençliği politize oldukça emperyalizme karşı ciddi bir tepki geliştirmeye başlamıştı. Başlangıçta üniversite kantinlerinde Coca Cola’ya karşı eylemler, zamanla petrolün millileştirilmesi gibi daha etkili birtakım taleplerin desteklenmesine dönüşecekti.

İlk önemli kitle eylemlerinde öğrenciler işçilerle birlikte yer alıyordu. Kasım 1966’da Türk-İş Ankara’daki Amerikan üslerinde çalışan işçilere yapılan baskıları protesto etmek üzere bir miting düzenledi. Bu mitinge 1965’te eski düzenin örgütlerinden ayrılarak sosyalist bir doğrultuda örgütlenen Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) işçilerin yanında katıldı. Bu gösteride “Kahrolsun Amerika!”, “Türkiye sömürge değildir!”, “Yankee go home!”, “İşçi gençlik el ele!” gibi sloganlar atılıyordu. Yürüyüş kolu Kızılay’a vardığında FKF gençliği Ankara’nın en merkezi yerinde olan USIS (ABD Enformasyon Merkezi) binasını kuşatarak protesto etti. Daha sonra gelecek olayların bir habercisi olarak Başbakan Demirel’in Adalet Partisi’nin adamları ile devrimci gençler arasında kavga çıktı. Sağ, emperyalizmin fedaisi rolünü üstlenmeye başlamıştı!

Bu eylemi, 1967’deki ilk 6. Filo protestosu izledi. 6. Filo, ABD ile Türkiye hükümetleri arasındaki yakın askeri ilişkilerin bir ifadesi olarak 60’lı yılların başlarından itibaren Türkiye limanlarına ikmal ve askerlerine moral gerekçeleriyle gelmeye başlamıştı. Elbette bu gerekçelerin ardındaki daha da önemli saik, Türkiye ve genel olarak Ortadoğu halklarına silah göstermekti.

Erler karaya çıktıklarında şehirde gürültülü biçimde dolaşıyor, o zamanlar “pavyon” adı verilen ve “konsomatris”lerin çalıştığı yarı batakhanelerde “eğleniyor”du. 6. Filo’nun geliş tarihi ilan edilir edilmez bu batakhaneler kapılarına “Nays görlz, friş bir/ Güzel kızlar, soğuk bira” türü duyurular asıyordu. O zamanlar Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde, Abanoz Sokağı’nda bulunan genelevler sağlık kontrolünden geçiyor, duvarlarına badana yapıyor, Amerikan ordusuna hazırlanıyordu. Kısacası, 6. Filo’nun ziyaretleri, biraz onuru olan insanlar için bir ulusal utanç vesilesi olmuştu. 1967 Haziran’ında düzenlenen ilk 6. Filo eylemine 10 binin üzerinde insanın katılması sorunun toplumda ciddi bir tepki aldığının kanıtıydı. 1968 Temmuz’undaki denize dökme olayının koşulları adım adım hazırlanmaktaydı.

6. Filo’nun ulusal gururu yaralayan yanı apaçık olmakla birlikte, gençliğin anti-emperyalizminin daha etraflı, daha derin bir açıklaması da olmalıdır. Bu kadar ahlâksız bir durum olduğu hâlde sağcılar, muhafazakârlar, İslâmcı çevreler olan bitene tepki göstermek bir yana, ABD’yi ve 6. Filo’yu sonuna kadar savunacaklardı!

Evet, coğrafyamızda sosyalist nitelikli anti-emperyalizm tarih sahnesine adımını atıyordu; bu bir dönemeçti!

BİZİM 68(’İMİZ)

Denize dökme eyleminden sadece bir ay önce, 12 Haziran 1968’de gençlik Deniz Gezmiş’in en önde yer aldığı bir eylemle İstanbul Üniversitesi’ni ve ardından İstanbul Teknik Üniversitesi’ni işgal etmişti. Bu eylem gençliğin devletle doğrudan doğruya karşı karşıya gelmesinin ve ülkenin siyasi hayatında bir aktör niteliği kazanmasının miladıdır. Gençlik, 27 Mayıs ile göbek bağını burada kesmişti.

İşçi sınıfının ve gençliğin ‘68 Başkaldırısı’nın, tüm dünyada kapitalizmin insanlık dışı sistemini yıkıp, yeni bir toplum yaratma özlemini yeniden canlandırdığı, hataları ve doğruları ile sonrasındaki tüm siyasal, toplumsal gelişmeler üzerinde derin izler bıraktığı açıktır.

68 denince akla hep yükselen gençlik hareketi gelir. Ancak gençlik hareketindeki bu yükselişin asıl zeminini oluşturan işçi hareketindeki yükseliş de unutulmamalı. 68 Mayıs’ı ile simgelenen dönem, bir gençlik isyanından, sokak çatışmalarından, üniversitelerin işgalinden ibaret değildi. Söz konusun dönemde, işçi sınıfı başta olmak üzere toplumun geniş kesimleri ayağa kalkmış ve pek çok ülkede devrim/karşı-devrim kamplarında kutuplaşma belirginleşmişti.

Kitleselleşen mücadeleler, fabrika, toprak ve üniversite işgalleri ile giderek radikalleşecekti. Bu rüzgârdan elbette coğrafyamız da etkilenecekti. Coğrafyamızda devrimci mücadele, 60’lar boyunca ilerleyen işçi sınıfı mücadelesi zemininde yükselirken; işçi sınıfı tarihin sahnesine çıkıyordu. Adım adım sıralayacak olursak: i) TİP’in Kuruluşu; ii) Saraçhane Mitingi; iii) Kavel Grevi; iv) Kavel’den DİSK’in Kuruluşuna yönelen süreç; iv) Söz konusu güzergâhta bir dönüm noktası olarak Paşabahçe Grevi; v) DİSK’in kuruluşu; vi) Üniversite ve fabrika işgalleri; vii) 15-16 Haziran 1970…

O hâlde gençlik hareketleri işçi sınıfının mücadelesi üzerinden yükseldiğini belirterek ekleyelim: Devrimci, anti-emperyalist gençliğin mirasçısı olduğu mücadele tarihinin kökleri derinlerdedir.

Özellikle 1960 sonrası gençlik hareketinin sadece gençliğin mücadelesi açısından değil, aynı zamanda devrim tarihi açısından da önemi büyüktü.

60’lı yılların ikinci yarısında yükseköğrenim gençliği, özgürlük ve demokrasi istemlerini güçlü ve tutarlı biçimde öne sürdü. Boykot, işgal, gösteri ve kitlesel yasa-dışı hareketler biçimini alan öğrenci eylemleri hızla “özerk üniversite” talebini aşarak tutarlı anti-faşizm ve anti-emperyalizm düzeyine yükseldi. Gençlik bu dönemde faşist hükümete, dinci gericiliğe ve ABD emperyalizmine karşı yiğitçe dövüştü.

Aslı sorulursa gençliğin örgütlenmesi ve bağımsız ve kitlesel örgütlerin kurulmasında da 60’lı yıllar ilk ve köklü adımların atıldığı yıllar olmuştu.

Denilebilir ki gerçek devrimci “kitle önderleri” tipi ülkemizde ilk kez 68’in gençlik önderleriyle doğdu. Bu önderlerin devrimci kişilik, cesaret, uzlaşmazlık, halka ve devrime adanmışlık ile yüksek özverililikleri, geleneksel uzlaşmacı, “salon sosyalisti” tipolojisine güçlü bir darbe vuracaktı.

Onların olağanüstü devrimci kişilikleri sonraki kuşaklar için de halka, devrime, sosyalizme ve yoldaşlara bağlı sayısız devrimci militanın yetişmesinde ilham kaynağı olmuştur.

Tüm bunlarla 68, coğrafyamızda da zorbalığa karşı bozkırı tutuşturan bir kıvılcım olarak müthiş bir yangını başlattı. Burada sözü Dev-Genç Başkanı Ertuğrul Kürkçü’ye bırakmakta yarar var:

“Hikâyemiz çok başkaydı. Birincisi, kendimizin bir kuşak olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Bir davranışta bulunuyorduk, hayata dair eyleme girişiyorduk, dünyayı değiştirme konusunda bir irademiz, arzumuz vardı, fakat bunu bir kuşağız diye yapmıyorduk. O zaman yaptığımız şey, bugün hâlâ dünyada tarihsel bir öneme sahip olarak, Türkiye’nin yakın tarihinde oldukça önemli bir hat çizdi ve o hat üzerinden esaslı ayrışmalar oldu. Bu başlangıç noktası bizim için çok önemli. Şahsen benim için çok önemli olmaya devam ediyor. Ama, ‘68’lilerin çoğu kez sonradan gelen kuşaklara söyledikleri gibi, bizim sahip olduğumuz erdemlerle, bambaşka insanlar olmamızla ilgisi yoktu bunun. Daha çok, olmak istediğimiz gibi olabilmemizi sağlayan tarihsel koşulların birikmesiyle ilgisi vardı.

Dünyanın tamamında, çok esaslı bir şeyin, atmosferde yaygınlaşmış, görünmeyen bir buhar gibi her tarafı kuşattığını görebilirdiniz. Bunun kısaca ‘değişim’ olduğunu söyleyebilirim. Bu sadece öğrencileri ve gençliği, sadece muhalefeti saran bir şey değildi. Aynı zamanda, dünyanın hâkim tepelerini tutanlar, Türkiye’de iktidarı elinde tutanlar için de, değiştirmek, ileriye gitmek, yeni bir şey elde etmek konusunda yaygın bir inancın mevcut olduğunu söyleyebilirim. Bugün içinde yaşadığımız postmodern çöküntü koşullarındakinden farklı bir ruhun, farklı bir umudun dünyada kol gezdiğini söyleyebiliriz. Tabii ki bu, bütün sosyal güçleri, kutuplaşmanın iki tarafında yer alanları eşit ölçüde etkilemedi ya da ikisinin değişimden beklediği aynı şey değildi. Liberallerin istediği, kapitalizm çerçevesinde bir dönüşümle ileriye gitmekti. Sosyal muhalefetin, sosyalistlerin istediği ise başka bir dünya kurmaktı.

Bu iki iradenin çarpışmasından dünyanın her tarafında anlamlı bir sonuç doğdu. ABD’de, Batı Avrupa’da, Sovyetler Birliği’nde, Çin’de, Latin Amerika’da, Filistin’de, Uzakdoğu’da, Vietnam’da, her yerde, içinde oldukları hayatı değiştirmek, onu başkalaştırmak, kendi istediği gibi yaşamak, özgürleşmek, yoksulluktan kurtulmak, sözünü söylemek, sesini duyurmak gibi binbir sebeple milyonlarca bireyin, bunların oluşturdukları sınıfların, büyük kitlelerin ileriye doğru atıldıklarını görebilirdiniz. Türkiye bu büyük akıntıdan etkilenmeksizin edemezdi…

Türkiye’nin 1968’i, Batı Avrupa’dan ve ABD’den farklı olarak, bir-iki yıl sürmedi. Fransa’da aşağı yukarı 1970’e gelindiğinde hemen hemen her şey alabileceği şekli almış, istikrar yeniden kurulmuştu. Fakat Türkiye’nin ‘68’i, 1980’e kadar sürdü. ‘68’deki öğrenci hareketinden doğan ve başka sosyal ve uluslararası koşullarla birleşen momentum, sınıf çatışmasına yakın bir ritmde 1980’e kadar geldi.

Son derece ağır bir bilanço var geride. Başarılamamış bir devrim, gerçekleştirilememiş bir devrimci zafer var…”[9]

Bir diğer deyişle, emperyalist metropollerde, yani Batı’da öğrenci hareketlerinin yükseldiği ve özellikle de Paris ayaklanmaların yaşandığı 1968, coğrafyamızda da  eylemliliğin yükseldiği  yıl oldu. 

Öğrenci gençlik hareketinin anti-emperyalist nitelikli kitleselleşmesi ve ayrı bir koldan gelişen işçi, emekçi köylü hareketiyle zamandaş ve çoğu kez de birleşme yollarının arayışı içerisinde omuz omuza ilerlemesi başlamıştı. Toprak işgalleri ve ve yaygın grev dalgaları öğrenci gençliğin anti-emperyalist eylemleriyle bir araya geldiğinde, 68’in coğrafyamız tarihinin en önemli devrimci dönemlerinden olduğu görülürken; 68 genel ve kronik hâle gelmiş siyasal ve iktisadi bunalımın içinde yükselen kitle hareketinin bir parçası olarak doğar. 

Ayrıca 68’i coğrafyamız açısından dönüm noktası kılan gelişmelerden birisi de öğrenci hareketinin kendi içerisinde siyasal olarak aşılması ve radikal hareketlerin oluşmasıydı.

Dar anlamıyla 68 coğrafyamıza Fransa’dan bir ay sonra geldi. Mayıs 68’de Paris öğrenci eylemleri ve tarihin gördüğü en büyük genel grevle sarsılmıştı. Haziran 68’de sıra Türkiye üniversitelerinindi.

Başta İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) olmak üzere, Türkiye’nin üniversiteleri Haziran ayında büyük bir boykot ve işgal dalgası yaşıyordu. Bunu Temmuz’da ABD Donanması’nın 6. Filosu’na bağlı askerlerin Dolmabahçe’den denize dökülmesi izledi.

Eylül ayında ‘Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) ‘Devrimci Eğitim Şurası’ düzenlendi.

Ekim ise Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) boykot ayıydı.

Anti-emperyalist eylemler FKF’yle başlayan ve daha sonra Dev-Genç ismini alan gençlik örgütünün öncülüğünde yayıldı. İstanbul’da Deniz Gezmiş’in öncülüğünde Dolmabahçe’de Amerikan 6. Filosundan çıkan Amerikan bahriyelilerinin denize dökülüşünü, Türkiye’ye Büyükelçi olarak atanmış Kommer’in arabasının ODTÜ’de devrimci gençler tarafından yakılması takip etti.[10]

Bu eylemlerin yanında İzmir’de Kordonboyu’nda 6. Filoya karşı yapılan eylemler ve Balgat’ta ‘Amerikan İktisadi Yardım Teşkilâtı’na (AİD) düzenlenen sabotaj o dönemin önemli anti-emperyalist eylemlerindendi.

Vietnamlı komünistlerin mücadelesiyle ABD emperyalizminin ağır yaralar aldığı küresel konjonktürde devrimci öğrenciler, “6. Filo Defol” diye haykırıyorlar, NATO karşıtı kampanyalar örgütleyip, anti-emperyalist eylemliliği yükseltiyorlardı.

17 Temmuz 1968’de, 6. Filo karşıtı eylemleri örgütleyen öğrencilerin kaldığı İTÜ yurdu polis tarafından basıldı. Çatışmalarda 3 öğrenci yaralandı. Polis Vedat Demircioğlu’nu yurdun penceresinden attı.

Ertesi gün, 18 Temmuz’da toplanan kitle Taksim Meydanı’na yürüdü, oradan da 6. Filo’nun demir attığı Dolmabahçe’ye aktı. Kitle polis tarafından durdurulamadı ve ABD askerleri kaçma fırsat bulamadan denize döküldü. Ertesi gün protestolar Ankara’ya da sıçradı. 6. Filo ziyaret programını tamamlamadan İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı.

24 Temmuz’da, 68 kuşağının devrimci öğrencilerinin anti-emperyalist mücadelesi ilk şehidini verdi. İTÜ yurduna yapılan polis baskını sırasında yaralanan Vedat Demircioğlu hayatını kaybetmişti. Onun katli öğrenci hareketini daha da militanlaştıracaktı.

1968’in sonbaharında okulların açılmasıyla beraber boykot ve işgaller yeniden başladı. Dolmabahçe’de 6. Filo’nun denize dökülmesiyle eşdeğer etki yaratan bir başka eylem, Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde gerçekleşti.

1 Ocak 1969’da, kendisine yönelik tepkilerin çığ gibi büyüdüğü bir dönemde, Vietnam’da CIA görevlisi Robert Kommer’in ODTÜ ziyaretinde arabası ters çevrilerek yakıldı.

10 Şubat 1969’da 6. Filo Türkiye’yi tekrar ziyaret edecekti. Bunu duyan öğrenciler durumu çok sert karşıladılar. Ankara’da öğrenci eylemine polisin müdahalesi sırasında yaşamını yitiren Atalay Savaş ve Vedat Demircioğlu’nun ölümleri hâlâ taze idi. 16 Şubat’ta Beyazıt’tan Taksim’e öğrenci kuruluşlarının çoğunluğunu oluşturduğu, sendikalar ve işçi kuruluşlarının da aralarında bulunduğu “Emperyalizme ve Sömürgeye Karşı İşçi Yürüyüşü” düzenlendi. Aynı gün Mehmet Şevki Eygi’nin Bugün Gazetesi’nde yayınlanan “Namaza Çağrı” yazısı üzerine toplanan Sağcı grup da Beyazıt ve Dolmabahçe’de toplu namaz kıldı.

Yazısında Eygi “Cihada hazır olunuz” diyordu. Çıkan çatışmalar sırasında TİP üyesi Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan öldürüldü, 200’ün üzerinde öğrenci yaralandı. Olay tarihe “Kanlı Pazar” olarak kaydedilecekti.

Üniversite içerisinde de çatışmalar etkisini göstermekte gecikmeyecekti. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne 15 Mart 1969’da duvarlara afiş yapıştırmak isteyen komandolar ile devrimci öğrenciler arasında çatışma yaşandı.

17 Mart günü komandoların üniversiteyi basmasıyla devrimci gençlerle aralarında silahlı çatışma çıktı. Ardından üniversite senatosu toplandı ve bazı kararlar alarak çatışmaları durdurmaya çalıştı.

19 Mart’ta Deniz Gezmiş adam yaralamak ve silah bulundurmaktan tutuklandı. Nisan ayına gelindiğinde ODTÜ ve AÜ’de birçok fakülte işgal edildi.

ODTÜ öğrencilerinin işgale devam etmesi sebebiyle 13 Nisan gecesi jandarma ve polis üniversiteye girerek işgali kaldırdı. Öğrenciler isteklerinin karşısında bir cevap almak yerine sürekli olarak güvenlik güçleriyle karşılaşıyorlardı. Geri adım atmak bir yana, bu durum öğrencileri daha fazla kışkırtıyordu. Haziran ayındaki olaylarda İstanbul ve Ankara’da bulunan üniversitelerinde görev yapan bazı akademisyenler istifa etti.

İstanbul Üniversitesi’nden bir grup öğrenci de fakülteleri işgal etti. 1969 yılı tam olarak üniversitelerde boykot yılıydı. Bu yıl gelişen öğrenci olaylarının konusu üniversite içi sorunlar olmaktan çıkarak yönetim biçimi ve toplumun sorunları ve onlara çare arayışı hâline dönüştü.

Haziran ayında Beyazıt’tan Sultanahmet’e yürüyen öğrenciler eylemlerin artık siyasi nitelik taşıyacağını söylüyorlardı. Deniz Gezmiş ve arkadaşları Filistin’e gittiler.

23 Eylül 1969’da İstanbul Üniversitesi Öğrenci Birliği Kongresi sırasında Taylan Özgür sırtından vurularak öldürüldü. “Faili (belli) meçhul”lerin dozu arttı.

9 Aralık 1969’da Mehmet Büyüksevinç, 14 Aralık’ta da Battal Mehetoğlu öldürüldü. Bu ölümler üzerine 16 Aralık’ta Türk Silahlı Kuvvetleri’nden bir grup subay bir bildiri yayınlandı. “69 Subay Bildirisi” olarak anılan yazıda gençlerin “Bağımsız Türkiye” istedikleri için öldürüldükleri söylendi. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç bu konu ile alâkâlı olarak TSK’nın hiçbir “aşırı cereyanı” destekleyemeyeceğini vurgulayarak, bildiriye imza atan personel hakkında soruşturma başlatıldığını bildirdi.

5 Ocak 1970’te Ankara’da, Belediyenin indirimli öğrenci pasolarının öğrenci derneklerince verilmesine dair yapılan anlaşmayı bozması üzerine öğrenciler otobüslere el koydu.

Öte yandan, öğrencilerin emekçi kesimlerle dayanışması genişliyordu. Dev-Genç 26 Ocak 1970 Akhisar’da tütün mitingi düzenledi. Bu mitingi Ankara, İstanbul ve İzmir’den gelen öğrenciler köylere dağılarak köylü-öğrenci dayanışmasına dönüştürdüler. Artık gençliğin tek derdi üniversite ve yönetim değildi. Memleketin diğer sorunlarını da gençliğin ilgi alanıydı. 16 Mart’ta Dev-Genç “Bağımsızlık Haftası”nı başlattı.

Hacettepe Üniversitesi öğrencileri, öğrencilerin ve asistanların eşit oy hakkına sahip olduğu sistemi kabul ettirdiler.

Toparlarsak: 68 kuşağının ODTÜ’de yaktığı yalnızca “Vietnam Kasabı” Kommer’in arabası değildi; o, aynı zamanda anti-emperyalizmin enternasyonalist meşalesiydi.

Sözünü ettiğim mücadele sancağı yükseltenler Denizler-Mahirler-İbrahimler ile yoldaşlarıydı.

Aslı sorulursa 1960’da Beyazıt Meydanı’ndaki protestolarda polisin katlettiği Turan Emeksiz ile fitili ateşlenen öğrenci hareketi, sonraki yıllarda müthiş bir ivme kazandı.

Sözünü ettiğim kesitte sosyalizm düşüncesi öğrenci hareketini etkilerken; 1968 kapıyı çaldı.

1968 Mayıs’ında “Bütün iktidar hayal gücüne!” haykırışıyla üniversiteleri işgal edip barikatlarda düzene karşı ayağa kalkan gençlik ve Fransa işçi sınıfının kapitalizme karşı isyanı tüm yerküreyi sarsacaktı.

1968, düzenin, dünyanın değiştirebileceği kanaatini kitlelere mal etti. Bu da sınıf mücadelesini, öğrenci hareketini alevlendirdi. Üniversite işgalleri, mitingler, grevler, fabrika işgalleriyle meydanlar zapt edildi.

1968 hareketinin ardında emperyalizme karşı uzlaşmaz, militanca mücadele gerçeği yatarken; 1960’larda ezilen halklar Vietnam’da, Küba’da, Afrika’da emperyalizme başkaldırıyordu.

Filistinliler işgalci Siyonist İsrail’e karşı gerilla mücadelesini, farklı coğrafyalardan enternasyonalist devrimcilerle omuz omuza yükseltiyorlardı.

1968’de öğrenci hareketinin başını çeken devrimciler, yüzlerini devrime dönerek mücadele ettiler. Deniz Gezmiş ve yoldaşları Filistin’e gidip direniş kamplarında bulundular. Siyonizme sözde değil, pratikte karşı durdular.

Denizlerin yoldaşları Kürecik’teki ABD üssünü basmaya giderlerken katledildi.

Denizlerin mücadele stratejilerinden çıkartılacak sayısız sonuç vardır. Bugünün devrimcileri eleştirel bir şekilde onların mücadelesini değerlendirmeli ve bugün için dersler çıkarmalıdır. Ancak Denizleri eleştirmeden önce, yüzünü devrime dönen, ezilen halkın geleceği için hayatlarını hiçe sayan, “Yankee go home” diye haykıran ve bunun için de darağacına “Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi, kahrolsun emperyalizm” diyerek yürüyen bu devrimci önderlerin anısı önünde saygıyla eğilmek gerekir. 

Unutulmamalıdır ki 68, coğrafyamızda 1960’lı yılların başında ilk kıpırtıları görülen, 1960’lı yılların ikinci yarısında emekçi sınıfların ve ezilenlerin neredeyse tamamının hareketlendiği bir mücadelenin parçasıydı. Bu geniş anlamıyla 1968, 12 Mart askeri müdahalesi ve izleyen dönemde yaşanan mücadelelerle taçlanacaktı. Bir kez daha vurgulanmalı; 68, Türkiye’de sosyalizmin tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. Bugün hepimiz doğrudan ya da dolaylı olarak 1968’in çocuklarıyız.

Yeri gelmişken bir şeyi anımsatmadan geçmeyelim: Öğrenci gençlik hareketi[11] mücadelesinde iki farklı dönem, doğal olarak iki farklı örgütlenme yarattı. “Emperyalizme karşı Tam Bağımsızlık ve Gerçek Demokrasi” mücadelesi veren birinci dönem ile onun devamı “Emperyalizme ve Faşizme Karşı” mücadele eden ikinci evre…

Görülmesi gerek: İki dönemin dünya ve coğrafyamızın koşullarındaki farklılık mücadele anlayışlarına da yansıdı. İlk evre 60’lı yılların Latin Amerika ve Asya ülkelerinde antiemperyalizmin yükseldiği yıllar, Afrika’da da beyaz egemenliğine başkaldırının güçlendiği dönemlerdi. Tüm dünyada esen özgürlük rüzgârı ve savaş karşıtlığı coğrafyamızın gençliğini etkileyecekti.

İkinci evre ise 78 gençliğiydi: 70’li yılların devrimci gençliği bir önceki kuşağın devrimci ideallerini paylaşıyordu. En az onlar kadar militan, onlar kadar kararlı ve fedakârdı. Büyük bir mücadele yürüttüler.

Bir önceki devrimci kuşağın başta öğrenci gençlik içinde olmak üzere, toplumda yarattığı etki ve birikim kısa bir duraklamanın ardından yeniden ortaya çıkacaktı. 12 Mart Askeri Cuntası devrimci kuşağın toplum içinde yarattığı saygı ve etkinliği silemedi. Tam tersine devrimci hareketlerin 71 direnişleri onları toplumda daha popüler hâle getirdi.

1973’de kurulan İDYÖD, Kasım 1974 yaptığı “NATO’ya Hayır” kampanyası ve Ankara’da ADYÖD yönetiminin düzenlediği üniversitelerde “Kissinger Boykotu” 12 Mart sonrasının ilk anti-emperyalist eylemleriydi.

12 Mart cuntasına karşı direnen ve önderleri katledilen THKP, THKO ve TKP-ML/TİKKO’dan siyasete devam eden kadrolar, bu ortamda yaşadıkları dağınıklıktan da çıkmaya başladılar.

Ordunun 12 Eylül 1980’deki müdahalesi sadece coğrafyamız tarihi için değil; uygulamaları ve sonuçları düşünüldüğünde dünyadaki pek çok benzerinden çok daha iddialı sayılabilecek bir askeri darbeydi. Kapitalist sistemi korumak ve kollamak için üretilen faşist darbenin ilk gündem maddelerinden birisi de hiç kuşkusuz son yıllarda hızla politikleşmiş ve bir o kadar da emekçi kitlelerin mücadelesine eklemlemiş olan geniş gençlik yığınlarını sindirmek olmuştu.

FİLİSTİN’DEKİ DEVRİMCİLER(İMİZ)

Coğrafyamızda bunlar yaşanırken, Filistinliler işgalci Siyonist İsrail’e karşı gerilla mücadelesini yükseltiyor; coğrafyamız devrimcileri de bu kavgada yerlerini alıyorlardı.

Noam Chomsky’nin, “Kendilerini İsrail’in destekçileri olarak adlandıran insanlar aslında ahlâki yozlaşma ve nihai yıkımın destekçileridir,” notunu düştüğü Siyonist saldırganlık karşısında; Mahmut Derviş’in, “Bir Filistin vardı,/ bir Filistin gene var!” dizelerindeki ısrarla direnen Filistin direnişi[12] 1970’li yıllar, coğrafyamızın yaşadığı devasa alt üst oluşla ilintili bir tarihti.

Söz konusu kesitte devrimciler, kent ya da kır gerillalığı için devrim pratiğini öğrenip zenginleştirmek ve enternasyonal dayanışma amacıyla Filistin’e gittiler. (O günlerin önemli eylemlerinden birisi, dönemin İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un 17 Mayıs 1971’de THKP-C lideri Mahir Çayan ve yoldaşları tarafından kaçırılmasıydı.)

1960 sonrasında Filistin Kurtuluş Örgütlerinin kamplarında ilk gerilla eğitimi alanlar (1 Ekim 1968 tarihinde gitmişlerdi) G. Antepli Abdülkadir Yaşargün ile hemşerisi Mustafa Çelik ile Celal Özcan oldu.

4 aylık eğitimden sonra İsraillilerle çatışmalara girdiler. 8 Haziran 1969’daki çatışmada Mustafa Çelik öldü(rüldü). Yaşargün bir süre sonra hastalanınca yurda dönecekti. Ancak bu sefer Hüseyin İnan ve 13 arkadaşını Filistin’e götürdü. Dönüşte yakalandı. Cezaevinden çıktıktan sonra 12 Mart darbesi olunca soluğu yine Filistin topraklarında aldı. 1972’de dönüş yolunda Samandağ’da yakalanıp idamla yargılanır ve 15 yıl hüküm giyer. Hapiste 5 yıl yatıp çıkar.

Deniz Gezmiş de, ailesine Kuşadası’na gideceğini söyleyerek evden ayrılıp Filistin’in yolunu tuttu.[13] Hüseyin İnan daha sonra, yani 1969’da Filistin kamplarına gitti. Arkadaşlarıyla birlikte yurda dönerken yakalanıp Diyarbakır’da yargılandılar.

Bir süre sonra tahliye edildiler. Malatya Kürecikli halk önderi Teslim Töre, Filistin’e gidişleri 1971 sıkıyönetiminden sonra örgütledi.

Bu dönem, Deniz’in öncülüğünü yaptığı Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) kurulmasını izleyen sürecin bir devamıdır. 1972’de bireysel geçişler, kitlesel bir hâl aldı. Gidenlerden bir grup Hatay’da yakalanacaktı.

Maoist çizgiyi benimseyen devrimcilerden Faik Bulut, kendi olanaklarıyla bireysel geçiş yapıp Arafat liderliğindeki El Fetih örgütü kamplarında eğitim gördü.

Birkaç ay sonra eski arkadaşları Bora Gözen, Kerim Öztürk, Cafer Topçu, Ahmet Özdemir, Yücel Özbek, Ali Kiraz, Şükrü Öktü ve Gürol İlban’ın bulundukları Lübnan’daki askeri kampa gitti.

Oradan Avrupa’ya geçilecek ve Türkiyeli işçiler arasında faaliyet gösterilecekti. Fakat 21 Şubat 1973 gecesi kampın İsrail savaş gemilerince ve helikopterlerce bombalanması sonucu 8 kişi yaşamını yitirdi.

Ali Ergün ve Hüseyin Tüysüz saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. Faik Bulut ise ağır yaralanmıştı. İsrail hava komandoları tarafından esir alınarak uluslararası kurallara aykırı biçimde İsrail’e kaçırıldı. Filistin Kurtuluş Örgütü üyesi olması suçlamasıyla hüküm giydi ve 7 yıl 2 ay İsrail zindanlarında tutuldu.[14]

Özetle onlar hamasi nutuklar atmadılar. Klakson çalıp sokak sokak gezmediler. Onlar coğrafyamızın Filistin’e gözünü kırpmadan giden ve Yaser Arafat’la yan yana çarpışan ilk devrimcileriydiler...

Bilindiği gibi 1960’larda anti-sömürgeci bağımsızlık mücadeleleri, çözümü sosyalizmde arıyordu. Filistin’deki sol tandanslı hareketlerin İsrail karşısında verdiği bağımsızlık mücadelesi de dünyada bu anti-emperyalist çerçevede destekleniyordu. Coğrafyamızdan Filistin direnişine de her görüşten solcular gönüllü olarak gittiler. Devrimciler Filistin için ölürken, İslâmcılar onları “terörist” olarak yaftalamakta beis görmüyordu!

EMPERYALİZM PARANTEZİ

Burada uzun bir parantez açıp, devrimcileri savaştığı emperyalizmin ne olduğu bir kere daha hatırlatalım!

V. İ. Lenin’in, “Emperyalizm tekelci kapitalizmdir,”[15] vurgusuyla eklediği üzere: “Emperyalizmin olabildiğince kısa bir tanımı istenseydi, emperyalizmin, kapitalizmin tekelci aşaması olduğunu söylemek gerekirdi. Böyle bir tanım, meselenin özünü içerirdi; çünkü bir yandan mali sermaye, tekelci sanayi birliklerinin sermayesiyle iç içe geçip kaynaşmış az sayıdaki tekelci büyük bankanın sermayesini ifade eder; öte yandan dünyanın paylaşılması da, henüz hiçbir kapitalist güç tarafından ele geçirilmemiş bölgelere rahatça yayılan bir sömürge politikasından, tümüyle paylaşılmış yeryüzü topraklarını tekelci egemenlik altına alan sömürge politikasına geçişi ifade eder. (...)

Bir tanım, bir olgunun çok yönlü bağıntılarını tüm açılımlarıyla birlikte hiçbir zaman kapsayamayacağından, genel olarak bütün tanımların ancak sınırlı ve göreli bir önem taşıdıklarını unutmaksızın aşağıdaki beş maddeyi içerek bir emperyalizm tanımı yapmak gerekir: 

1. Üretim ve sermayenin yoğunlaşması, ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmış olması.

2. Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşinin oluşması.

3. Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracının özellikle büyük bir anlam kazanması.

4. Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması.

5. Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması”…

“Emperyalizmin olanaklı en kısa tanımını yapmak gerekseydi, şöyle derdik: Emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır”...

“Emperyalizmi, bir geçiş kapitalizmi, daha doğrusu can çekişen bir kapitalizm olarak tanımlamak gerekir”...

“Ekonomik açıdan bu sürecin en temel özelliği, kapitalist serbest rekabetin yerini, kapitalist tekellerin almasıdır. Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel anlamda meta üretiminin temel özelliğidir. Tekel ise serbest rekabetin doğrudan karşıtıdır; ama serbest rekabet, gözlerimizin önünde tekele dönüşmeye başladı: Büyük ölçekli üretimi yarattı ve küçük işletmeleri saf dışı bıraktı, büyük işletmelerin yerine daha da büyüklerini geçirdi, üretim ve sermayenin yoğunlaşmasını öyle ileri bir noktaya götürdü ki buradan tekeller doğdu ve doğmaktadır; yani karteller, işveren birlikleri, tröstler ve onlarla iç içe geçmiş, milyarları çekip çeviren bir düzine bankanın sermayesi. Aynı zamanda tekeller bağrından çıktıkları serbest piyasayı yok etmezler, tam tersine onun üzerinde ve yanında varlıklarını sürdürürler ve böylece bir dizi çok keskin ve şiddetli çelişki, sürtüşme ve çatışma yaratırlar. Tekel, kapitalizmden daha yüksek bir düzene geçiştir”...

“Tekelci ve emperyalist aşamasına vardığında kapitalizm, genel olarak olgunlaşmakta, bağrındaki emek sermaye karşıtlığının ağırlaşması, gericilik ve şiddet eğiliminin yoğunlaşması ile kalmaz, yeni uzlaşmaz karşıtlıkların ortaya çıkmasına da yol açar”...

 “Emperyalizm, genel anlamda, kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı olarak ortaya çıkmıştır. Ama, kapitalizm, kapitalist emperyalizm hâline ancak gelişmesinin belirli ve çok yüksek bir düzeyinde, kapitalizmin esas özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığı zaman; kapitalizmin yüksek bir ekonomik ve toplumsal yapıya geçiş döneminin bazı öğeleri bütün gelişme çizgisi boyunca biçimlenip belirdiği zaman gelebilmiştir. Bu süreç içinde, ekonomik yönden de önemli olay, kapitalist serbest rekabetin yerine kapitalist tekellerin geçmesidir”...

“Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir”...

“Kapitalizm, emperyalizm aşamasında, üretimin en kapsamlı toplumsallaşmasının eşiğine götürmekte, kapitalistleri deyim yerindeyse bilinç ve iradeleri dışında, serbest rekabetten tam toplumsallaşmaya geçişi temsil eden yeni bir toplumsal düzene çekmektedir. Üretim toplumsallaşıyor, fakat mülk edinme özel kalmaya devam ediyor”...

“Tekeller kapitalizmin bağrındaki çelişkileri arttırmış, yoğunlaştırmış ve derinleştirmiştir”...

“Bir tekel bir kez kurulup milyarları çekip çevirmeye başladı mı siyasal rejimden ve daha başka ayrıntı sorunlarından bağımsız olarak karşı konmaz biçimde toplumsal yaşamın bütün alanlarına sızacaktır”...

“Mali-sermaye, tekeller çağını yarattı. Tekeller ise her yere kendi ilkelerini götürüyor: kazançlı alışveriş işlemleri için, açık piyasada rekabetin yerini gitgide ‘ilişkiler’in alması bundandır”...

“Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça, sermaye fazlası, belli bir ülkede yığınların yaşam düzeyini yükseltmeye değil -çünkü bu durumda kapitalistlerin kazançlarında bir azalma söz konusudur-, dış ülkelere, geri kalmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla, bu kârları artırmaya yönelirler. Geri kalmış ülkelerde, kâr her zaman yüksektir çünkü buralarda sermaye pek az, toprak fiyatı nispeten düşük, ücretler az, hammadde ucuzdur”...

“(Kapitalizmin) gelişmesindeki eşitsizlik, yığınların yarı aç yaşıyor olması, bu üretim tarzının koşulu ve kaçınılmaz, temel öncülüdür”...

“Kapitalizm, evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç ‘ileri’ ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme dönüşmüştür”...

“Emperyalizmin kendine özgü siyasal özellikleri şunlardır: Mali oligarşinin baskısı ve serbest rekabetin ortadan kaldırılması yüzünden her alanda gericilik ve artan ulusal baskı”...

“Emperyalizmin başlıca ekonomik temeli, tekeldir. Bu tekel, kapitalisttir, yani kapitalizmden doğmuştur ve kapitalizmin, meta üretiminin, rekabetin genel koşulları içinde, bu genel koşullarla sürekli ve çözülmez bir çelişki hâlindedir. Bununla birlikte, bütün tekeller gibi, kapitalist tekel de şaşmaz bir biçimde bir durgunluk ve çürüme eğilimine yol açar. Tekel fiyatlarının, geçici olarak bile sabit tutulması, bir noktaya kadar, ilerlemedeki itici öğeleri yok eder, bunun sonucu olarak da bütün ilerlemeleri frenler”...

“Gelişmesine küçük tefeci sermaye ile başlayan kapitalizm, gelişmesini dev tefeci sermaye ile sona erdirmektedir”...

“Kapitalizm, evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç ileri ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme dönüşmüştür. Ve bu ganimet, kendi ganimetlerini paylaşmak için kendi savaşlarına bütün dünyayı sürükleyen, tepeden tırnağa silahlı, en güçlü, iki ya da üç canavar (Amerika, İngiltere, Japonya) arasında paylaşılmıştır”...

“Sermaye ihraç eden ülkeler, dünyayı, sözcüğün mecaz anlamıyla, aralarında paylaşmıştı. Ama mali-sermaye, yeryüzünün, doğrudan paylaşılmasına götürdü”...

“Kapitalizm koşullarında, çıkarların, nüfuz alanlarının, sömürgelerin vb. paylaşılmasının temeli olarak, bu paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir şey düşünülemez. Paylaşıma katılanların gücü ise eşit bir biçimde değişmez, çünkü kapitalizmde tek tek işletmelerin, tröstlerin, sanayi dalları ve ülkelerin eşit bir gelişimi olanaksızdır”...

“Soru şu: Bir yandan üretici güçlerin gelişmesi ve sermaye birikimi ile öte yandan sömürgelerin ve mali sermayenin ‘nüfus bölgelerinin’ paylaşılması arasındaki oransızlığı ortadan kaldırmak için kapitalist zeminde, savaştan başka hangi araç olabilirdi?”

 “Savaşımın biçimleri değişebilir... ama savaşımın özü, onun sınıfsal içeriği, sınıflar var oldukça değişmez”...

“Mali sermaye özgürlük istemez, egemenlik ister”...

“Emperyalizm zor kullanmadan, talan etmeden, kan dökmeden ve katletmeden yaşayamaz; o bu nedenle emperyalizmdir”...

“Dünyayı paylaşmak için savaşım veren emperyalist devletler arasındaki uzlaşmaz karşıtlıkların yoğunlaşması da bu eğilimi kuvvetlendirmektedir. Ve böylece emperyalist gelişimin belirli özellikleri başka ülkelere göre, İngiltere’de çok daha önce görülebildiği için, ilkin ve en açık biçimde orada kendini gösteren emperyalizm ve oportünizm arasındaki bağ yaratılmıştır. (...) Gerçekte oportünizmin gelişmesindeki olağanüstü hız ve özellikle iğrenç nitelik, hiç de onun zaferinin sürekli olacağının güvencesi değildir; sağlıklı bir bedende bir çıbanın hızla büyüyüp baş vermesi, nasıl yalnızca o çıbanın daha çabuk patlaması ve organizmanın iyileşmesi sonucunu doğurursa, bu da, tıpkı öyle. Bu bakımdan, emperyalizme ve oportünizme karşı savaşım, sıkı sıkıya birbirine bağlı olarak yürütülmedikçe, birincisinin de boş ve yalan bir sözden ibaret olacağını bir türlü anlamak istemeyenler, en tehlikeli kimselerdir”... [16]

Tüm bunlar kavrandığında devrimci gençliğin anti-emperyalist mücadelesinin nedenleri de yerli yerine oturtulabilir!

ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELE

“V. İ. Lenin’in emperyalizm analizi eskidi mi?” Hadi canım sizde!

V. İ. Lenin’in görüşlerinin “yeni durumu açıklamaktaki yetersizliği” düşüncesindekilere inat işçi sınıfı temelli bir anti-emperyalist mücadelenin devrimci politik çizgisi onun teorisiyle inşa edilirken; anti-emperyalizm kavramının yeniden popüler hâle gelmesi söz konusu. Aynen Marksizm’e ve sınıf mücadelesine özgü diğer konu ve kavramların benzer biçimde popüler hâle gelmesi gibi.

V. İ. Lenin’in emperyalizmin anlaşılabilmesindeki katkısı ve emperyalizme karşı mücadele edecek ilerici ve devrimci güçleri ortaya koyması dünyayı değiştirmiştir ve bu iki teori bugün hâlâ geçerliliğini korumaktadır. 

“Emperyalizm ilhaklara, ulusal baskının artmasına ve dolayısıyla direnişin de artmasına yol açıyor,” diyen V. İ. Lenin’i büyük ölçüde özetleyen Karl Marx’tan iki alıntı yapmak mümkündür: “Başka ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” ve “Siyah tenli emeğin aşağılanıp damgalandığı yerde, beyaz tenli emek kendisini özgürleştiremez.”

Anti-emperyalist mücadele anti-tekelci kapitalizm mücadelesinden kesinlikle ayrılamaması gereken hâldir ve de anti-emperyalist mücadelenin anti-kapitalist bir mücadele olması gerektiği doğrudur. Ama burada şu temel gerçek de göz önünde bulundurulmalıdır: Günümüz kapitalizmi tekelci kapitalizmdir ve anti-emperyalist mücadele de işte bu yönüyle tekellere karşı yürütülen mücadele olmasıyla kapitalizme karşı da bir mücadeledir.[17]

Emperyalizmin dünya yüzeyinde yarattığı acılar gitgide daha gözden saklanamaz hâle geldikçe, nicedir unutturulmaya çalışılan emperyalizm kavramı da doğal olarak tekrar su yüzüne çıkmaya başladı. Afganistan’a, Irak’a saldırı ve işgaller, Filistin’e yönelik acımasız saldırı ve katliamlar, sayıları artık milyonlarla ölçülen ölümler, tarifi zor maddi ve manevi yıkımlar, bütün bunlar yaşanan vahşeti artık “örtmece” denilen türde kavramlarla saklanamayacak raddeye getirdi. Böylece anti-emperyalizm kavramının da yeniden canlanışı için elverişli bir ortam doğdu.

O hâlde Erich Fromm’un, “Gerçek hiçbir zaman şiddet tarafından çürütülemez”; Friedrich Nietzsche’nin, “Gerçeğin dağlarına umutsuzlukla çıkılmaz,” uyarılarını “es” geçmeden; 68’in biz(ler)e öğrettiği, verdiği ders, “Devrimci olmayan zamanlarda da gelecekteki devrimi büyütmenin adımları atılabileceği”dir.

Tam da bunun için bizlere düşsen, John Berger’in, “Ben galiplerin değil, onların korktuğu mağlupların arasındayım. Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun”; Ludwig Wittgenstein’ın, “Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olur,” betimlerini kulağımıza küpe edip, “imkânsız” denilen(?!) yolumuzu açmaktır![18]

21 Haziran 2024 17:55:14, Muğla.

N O T L A R

[1] 9 Temmuz 2024 tarihinde Özgür Üniversite Hareketi Yaz Kampı’nda yapılan “Gençliğin Anti-emperyalist Mücadelesi: Tarihimiz ve Filistin” başlıklı konuşma… Kaldıraç Dergisi, No:276, Temmuz 2024…

[2] Eduardo Galeano.

[3] Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, çev: Emel Abora-Işık Ergüden, Ayrıntı Yay., 1995, s.37.

[4] “İsyan” deseniz değil, “devrim” deseniz hiç değil, “öğrenci hareketi” deseniz, katılımcılarının çeşitliliği nedeniyle büyük olasılıkla ilk ikisinden daha büyük bir yanlışlık yaparsınız. Ama kabul etmek lazım ki Fransızlar tam ilkbahar aylarında muazzam bir deprem yaşadı.

‘Liaisons’ adlı polis dergisi 1968 Mayıs’ıyla ilgili özel sayı yayımladı. Teşkilâtlarına mensup 1912 görevli barikat savaşlarında yaralanmış, 298 polis aracı tahrip olmuş, 96 adet ağaç devrilmiş, 9 polis karakolu eylemcilerce dağıtılmış.

Kuşkusuz Mayıs 1968’i en iyi simgeleyen rakam şu sonuncusu: Yaklaşık 10 bin metrekarelik alana yayılı parke taşları, güvenlik kuvvetlerine fırlatılmak üzere yerinden sökülmüş. Bir tarafta cop, göz yaşartıcı gaz ve basınçlı su, diğer tarafta 10 bin metrekare cadde ve sokak karşılığı parke taşı. Futbol sahasının 7 bin 300 metrekare olduğunu düşünürsek neredeyse 1.5 top sahalık alan. (Sabetay Varol, “… ‘68 Türkiye’deki Öğrenci Hareketleri Nasıldı?”, 18 Mayıs 2008… https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/sabetay-varol/68-turkiye-deki-ogrenci-hareketleri-nasildi-545562)

[5] 1968 İsyan, Devrim, Özgürlük, Derleyen: Ömer Turan, Tarih Vakfı Yurt Yay., 2019.

[6] Kerem Ünüvar, “Türk Solunun Türk Sağına Armağanı: Anti-Emperyalizm”… https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-214-subat-2007-sayi-214-subat-2007/2397/turk-solunun-turk-sagina-armagani-anti-emperyalizm/3640

[7] Mahfi Eğilmez, “68 Kuşağı”, 26 Mart 2016… https://www.mahfiegilmez.com/2016/03/68-kusag.html

[8] Doğu Perinçek, “FKF’den DEV-GENÇ’e Uzanan Pratiğin Teorik Mirası”, Teori Dergisi - Mart 2002… https://oncugenclik.org.tr

[9] “Türkiye’nin 12 Yıl süren 68’i Ertuğrul Kürkçü”, 27 Mayıs 2018… https://birartibir.org/turkiyenin-12-yil-suren-68i/

[10] Kommer, Vietnam’da komünist direnişini kırmak için görevlendirilmiş “Honço/ Kasap”, “Vietnam kasabı’ da denilen bir pasifikasyon uzmanıydı! Bu dönem özellikle coğrafyamızda gelişmekte olan anti-emperyalist hareketlerin pasifize edilmesiyle görevlendirilmişti…

[11] Öğrenci hareketi olarak adlandırdığımız ‘şey’ de tek bir hat ve yönelim olarak değerlendirilip standart açıklamalarla çözümlenebilecek bir bütünü değil; tam aksine oldukça karışık ve parçalı bir yapıyı temsil eder. Eylemlilikler genellikle içinde bulunulan coğrafyanın jeo-politik yapısına göre şekillenirken zaman zaman söz konusu jeopolitiğin de dışına taşarak daha evrensel talepler etrafında birleşme ve mücadele etme çizgisine evrilir.

Filistin’deki öğrenci eylemliliklerine bakıldığında, söz konusu hareketliliğin yoğun bir anti-emperyalizm ve ulusal kurtuluşçuluk vurgusu ekseninde kendini ifade ettiği, Batı Avrupa’da ortaya çıkan öğrenci hareketlerininse daha çok kapitalizmin bireylere yüklediği yüksek maliyetli faturaya isyanıyla karakterize olduğu görülecektir.

[12] Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus, Gazze’nin artık bir “ölüm bölgesine” dönüştüğünü söyledi. (Elçin Poyrazlar, “Ortadoğu’dan Notlar”, Cumhuriyet, 23 Şubat 2024, s.12.)

Filistinli mültecilerin üçte biri UNRWA’ya bağlı 58 kampta yaşıyor

İsrail’in kurulduğu 14 Mayıs 1948’de zorla göç ettirilen ve Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı (UNRWA) kayıtlarına 750 bin olarak geçen Filistinli mültecilerin sayısı, 75 yıl sonra, 6.4 milyona yükseldi.

İsrail’in kurulduğu 1948’den önce tarihi Filistin topraklarında 1 milyon 400 bin Filistinli yaşıyordu. İsrail’in kuruluşuna giden süreçte silahlı Siyonist çeteler tarafından düzenlenen terör saldırıları nedeniyle 800 bin Filistinli evlerini terk etmek zorunda kaldı. UNRWA ise o dönemde göçe zorlanan Filistinlilerin sayısını 750 bin olarak kabul ediyor.

Söz konusu dönemde Filistin’de zorunlu göçe maruz kalan köy ve şehirlerin sayısı 1300’e ulaştı. İsrail güçleri tarafından o tarihlerde Filistinlilere ait ele geçirdiği 774 şehir ve köyden 531 tanesini tümüyle yıktı.

Filistin İstatistik Kurumu’nun raporuna göre, mültecilerle birlikte Filistin nüfusu, 2022 sonu itibariyle 14.3 milyona ulaştı. Böylece Filistin nüfusunun, 1948’deki ‘Büyük Felâket’ten (Nakba) beri yaklaşık 10 kat arttığı görülüyor.

Raporda, 14.3 milyonluk nüfusun yaklaşık yarısına tekabül eden 7.1 milyonun işgal altındaki Filistin topraklarında yaşadığı belirtildi. Söz konusu 7.1 milyonluk Filistinliden 3.2 milyonun Batı Şeria’da, 2.2 milyonun Gazze Şeridi’nde ve 1.7 milyonun ise İsrail’de yaşadığı aktarıldı.

Mültecilerle ilgili araştırmalarda uzman Cabir Süleyman, BM Genel Kurulu’nun Filistinli mültecilerin topraklarına geri dönüş hakkını teyit eden yaklaşık 50 karar çıkardığını belirtti. (“Göç Ettirilen Filistinlilerin Sayısı 75 Yılda 8 Kat Arttı”, 27 Haziran 2023… https://www.avrupademokrat2.com/goc-ettirilen-filistinlilerin-sayisi-75-yilda-8-kat-artti/)

[13] Deniz Gezmiş ailesine Kuşadası’nda çadır kampına gittiğini söyledi.

Hâlbuki Cihan Alptekin, Ömer Erim Süerkan, Fadıl Hasan, Kuydul Turan ve Yusuf Küpeli’nin de aralarında olduğu yoldaşlarıyla Filistin’e gitmek için yola çıktı.

Valizlerinde dört silah ve onlarca kitap vardı.

İlk durak Suriye oldu. Burada, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC) üyesi olan Abu Süleyman ile tanıştılar; kılavuzları olacaktı.

Önce Halep’te dört gün, daha sonra Şam’da on iki gün gözaltında tutuldular.

Karar verdiler; gerçeği, yani neden orada olduklarını söyleyeceklerdi.

Denizlerin saflarına katılmayı planladığı Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nin adamları, Türkiye’den desteğe gelen bu gençleri gözaltından çıkardı.

Önce Şam’da örgüt kimlikleri verildi. Sonra el konulan kitap ve silahları...

Artık Amman’daki Filistin kampındaydılar.

Deniz Gezmiş ısrarla FDHKC lideri Naif Havatme ile görüşmek istiyordu. Bu dileği üçüncü gün gerçekleşecekti.

Deniz Gezmiş’in idam sehpasına birlikte gittiği yoldaşları Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan da Filistin’e destek için kamplara katılan devrimcilerdendi.

Yusuf Aslan, “El-Fetih’e niçin gittim?” başlıklı yazısında gerekçesini şöyle anlattı:

“Bugün Ortadoğu’da Amerikan emperyalizminin ileri karakolu olan İsrail’e karşı Arap halkları anti-emperyalist bir savaş yürütmektedir. Bu savaş Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da ve bütün dünyada emperyalizmin baskısı altında ezilen halkların yürüttüğü devrimci kavganın bir parçasıdır.

Emperyalizme karşı yürütülen savaş, bütün dünya halklarının ortak savaşıdır. Vietnam’da, Ortadoğu’da, Latin Amerika’da emperyalizme karşı sıkılan her kurşun, aynı zamanda Türkiye halkının kurtuluşu için sıkılmaktadır.”

Filistin dönüşü jandarmalar tarafından yakalanan Hüseyin İnan ve arkadaşları Diyarbakır Cezaevi’ne konuldu…

Bugüne kadar 3 bini aşkın devrimcinin Filistin’e gittiği biliniyor... (Soner Yalçın, “Filistin’in Devrimci Türk Fedaileri”, 3 Ağustos 2014… https://www.sozcu.com.tr/filistinin-devrimci-turk-fedaileri-wp569500)

[14] Faik Bulut, “Filistin’e Giden Türkiyeli Devrimcilerin Serencamı (1)”, 13 Şubat 2020… https://www.indyturk.com/node/131871/

[15] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970, s.109.

[16] V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev: Cemal Süreya, Sol Yay., 1969.

[17] II. Dünya Savaş sonrasında yeniden şekillenmeye başlayan emperyalist sistem içinde “sömürge ülkeler”, ekonomilerini uluslararası sermayenin kullanımına açık bırakmak, ABD hegemonyasının “güvenlik mimarisi” içine girmeyi kabullenmek koşuluyla siyasi bağımsızlıklarını kazanmaya başladılar. Bu ülkelerde kapitalizm uluslararası sermayenin değerlenme devrelerinin ekonomik-kültürel, hegemonya düzeninin siyasi askeri gereksinimlerine tabi olarak “gelişti”. Artık, bu ülkelerin devletlerini ve kültürlerini betimlemek için “sömürgecilik sonrası” kavramı kullanılıyordu.

Uluslararası sermayenin, bir coğrafyada değerlenebilmesi için o coğrafyada belli ekonomik, siyasi kültürel şekillenmelerin gerçekleşmesi, uluslararası sermaye ile yerli sermaye sınıfı arasında bir “hiyerarşik-yapısal uyumun” kurulması gerekir. “Sömürgecilik sonrası” ekonomiler uluslararası sermayenin girişine, değerlenmesini, üretilecek artık-değerin, yerelde birikmiş değerlerin transferini kolaylaştıracak biçimde şekillendiler.

Bu transferler, “artık-değer havuzunu”, Meksika, Brezilya, Arjantin, Türkiye gibi örneklerde yaklaşık 10 yılda bir boşalttıkça, ekonomik krizler patlak verdikçe, sermaye girişini teşvik eden “yapısal reformlar” uygulandıkça bağımlık ilişkisi daha da derinleşti. (Ergin Yıldızoğlu, “… ‘U’ Dönüşler Şaşırtıcı Değil”, Cumhuriyet, 19 Şubat 2024, s.9.)

[18] Sosyalist hareketin, dünyada derin tarihsel kökleri, gelenekleri, ülke içinde ihmal edilemez bir kitle desteği, siyasi deney ve entelektüel birikimi var. Öyleyse, tüm bu özelliklerine karşın varoluşunun yeğinliği neden bu kadar zayıf? Bu sorunun cevabı, sosyalist hareketin, hemen her parçasının birbirine benzer pratikler içinde yaşamasına, benzer hedeflere sahip olmasına karşın, geleneklerini, deneylerini ve kadrolarını tek bir yapı içinde toplamayı başaramamış olmasıyla yakından ilgilidir. (…)

Umudu sosyalist hareketin “hareketine” bağlamak gerçekçi gelmeyebilir; doğrudur, durumun içindeki “muhalefetin” gerçekliğine uygun değildir. Çünkü o gerçeklik, liderliğinin hangi dünya görüşü (ideoloji+program+vizyon) ile bir arada durduğu belirsiz, tarihini, geleneğini dolayısıyla kimliğini çoktan yitirmiş bir CHP’den ve bu “cesedin” üzerine üşüşmüş, şoven milliyetçilerden, siyasal İslâmın liberal artıklarından, tükenmiş liberallerden oluşuyor!

“Durumun gerçekçiliğine” kapılmadan, bu “kronik ilkellik” döneminin hızla aşılması gerekiyor: Gerçekliği reddet, imkânsızı iste! (Ergin Yıldızoğlu, “Acı Ama Gerçek”, Cumhuriyet, 25 Eylül 2023, s.11.)