6-7 Eylül 1955 konusunda gözlerim boşuna haber aradı. Başta hükümet, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı olmak üzere, ne siyasi partiler ne de büyük kitle örgütlerinden tarihimizin bu kara sayfasına ilişkin herhangi bir açıklamaya rastladım. Listeme barış için mücadele ettiğini söyleyen BDP de dâhildir.
Hani meşhur sözdür, “bir köpek adam ısırırsa bunun haber değeri yoktur ama bir adam bir köpeği ısırırsa bunun bir haber değeri vardır”, derler. Galiba 6-7 Eylül olayları, köpeğin adamı ısırması kategorisinde bir haber. Tarihimize bakınca, pek de ters bir tespit gibi durmuyor bu.
Önce bu kara sayfanın resmî bir dökümü; 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 azınlık okulu başta olmak üzere toplam 5.317 bina saldırıya uğramış. Tahrip edilen işyerlerinin yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si Musevilere ve yüzde 10’u da Müslümanlara ait. Toplam 11 kişi öldürülmüş, 300–600 civarında insan yaralanmış (Ayhan Aktar, 5 Eylül 2005, Sabah): tecavüze uğrayan kadın sayısının 200’ün üstünde olduğu tahmin ediliyor.
Matbaası zarar gördüğü için sekiz gün yayın yapamayan Rum Embros gazetesi, 15 Eylül 1955 tarihinde, “Doğduğumuz, büyüdüğümüz, dedelerimizin ve babalarımızın şimdi kırık dökük de olsa mezarlarının bulunduğu bu ülkede kalacağız. Kırık mezarlardan, harabeye dönmüş kilise, okul, dükkân ve evlerimizden yeni bir dünya yaratacağız. Sebat ve cesaretle o harabelerin arasında yine yaşantımızı düzene koyacağız,” diye yazmış. (AGOS, 6 Eylül 2013)
Yazmış yazmasına ama, 1955’te 80.000 civarında olan İstanbullu Rum’dan geriye 2.000 kişi ya kalmış, ya kalmamış. Sadece Rumlar değil, Ermeniler de terk etti İstanbul’u. Kaybedilen sadece nüfus olmadı; gidenler asırlardır İstanbul’u İstanbul yapan bir kültürel zenginliği de beraberlerinde götürdüler.
Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun itirafı ile olayların artık devletin “muhteşem bir örgütlenme”si olduğunu biliyoruz. Bir devlet, birtakım politik amaçlar için, bir grup vatandaşına yönelik katliam ve yağma düzenliyor, konu bu kadar basit.
Ve üstelik buna severek katılacak bir kalabalık bulmakta da hiç zorlanmıyor.
Ve bugün tüm devlet, siyasi partileri de dâhil sus-pus, hepsi dut yemiş bülbül gibi. Ne bir özür, ne bir üzüntü, hiçbir şey ama hiçbir şey yok.
Şimdi bunun yanına Suriye’yi koyun. Türkiye’nin tavrını bu tablo ışığında yeniden değerlendirin.
Şüphesiz, Türkiye haklı bazı endişelere sahip; 900 kilometrelik sınır ciddi güvenlik sorunu yaratıyor ve çatışmalardan kaçan yüzbinlerce insana yardım yapmak zorunda. En azından bu nedenlerle çatışmada taraf olması ve çözüm istemesi anlaşılabilir bir durum.
Ama asıl sorun şu: Türkiye çatışmanın çözümünde bir taraf olabilir mi? Zor olan bu. Çünkü, Türkiye 6-7 Eylül konusundaki tutumu ile bölgedeki sorunlara ilişkin bir mesaj da veriyor.Unutmayınız, geçmişiniz konusunda takındığınız tutumunuz geleceğinizin aynasıdır.
Tarihle yüzleşmek niçin gereklidir, sorusuna onlarca cevap verilir. Bunlardan bir tanesi “tekrarı tehlikesini engellemek” gerektiği düşüncesidir. Eğer bir suç işleyen kişi veya kurum, bu suçu kabul etmez ve özür dilemezse, suçun potansiyel olarak tekrar edilmesi tehlikesi vardır.
Kural basittir: İnkâr eden yeniden yapar!
6-7 Eylül sadece sembolik bir örnektir. Bunu tarihimizdeki diğer insan hakları ihlalleri ile birlikte ele aldığınızda ortaya Türkiye için iyimser bir tablo çıkmadığını kabul etmemiz gerekir.
Tarihi ile yüzleşmeyen, geçmişte yaşananlardan dolayı özür dilemeyi beceremeyen sadece iktidar partisi değil, toplum olarak da Türkiye’nin Suriye konusunda söylediği ve söyleyeceği şeyler inandırıcı olmayacaktır.