Büyük resim şu: Türkiye bir geçiş döneminde; otoriter, sivil-asker bürokratik vesayet rejiminden daha demokratik açık bir topluma doğru eviriliyor.
Her türlü kontrolden uzak ve meşruiyeti kendinden menkul eski otoriter sistem, deyim yerindeyse, devlet içinde kontrol edilemez iki güçlü yapı çete oluşturmuştu.
Bu yapılardan birisi “darbe ve faili meçhul cinayetler” ile ilgili idi diğeri de “örgütlü malı götürme” ile. Her türlü denetim ve kontrolden uzak bu iki farklı yapı, aslında eksi otoriter sistemin sivil-asker uzlaşmasını da temsil ediyordu.
AKP’nin işbaşına gelmesi ile, “darbe ve faili meçhul cinayetlere” bakan yapı, Ergenekon veBalyoz davaları gibi bir dizi operasyonla geriletildi.
AKP bu süreçte, ağırlıklı İstanbul burjuvazisinin içinde olduğu “örgütlü malı götürme” ekibini de yerinden uzaklaştırdı ve ama kendisi bu yapının yerini alıp, “malı götürmeyi” daha organize ve kitlesel hâle soktu.
Nasıl ki “darbe ve faili meçhul cinayetler” ile ilgilenen yapı kendi gizli örgütlenmesini, normal hukuk devletinin kontrol mekanizmalarının dışına çıkartmıştı; “örgütlü malı götürme” yapısı da bu tür bir denetimin dışında idi. Fakat, “malı götürmeyi” tabanına yayan AKP için bu yeterli değildi. Kitlesel karakteri nedeniyle, kendi “malı götürme” operasyonunu her türlü idari denetleme mekanizmasının dışına çıkartmak zorundaydı.
Sayıştay bu nedenle işlemez hâle getirildi.
Denetim dışına çıkan kamu kurumu sayısı bu nedenle altıdan altmışa çıkmış.
Her yüz ihaleden doksan altısı bu nedenle denetim dışında.
Kamu İhale Mevzuatı’nda bu nedenle 164 değişiklik yapılmış.
AKP’nin liderliğini yaptığı “örgütlü malı götürme” yapısının kullandığı dil de artık giderek “darbe ve faili meçhulcü cinayetlerle” uğraşan yapının diline benzemeye başladı. Her iki yapı da operasyonların dış kaynaklı bir çete tarafından yapıldığına inanıyor.
Dildeki benzerlikler de ürkütücü boyutlarda; “istiklâl mücadelesi; yabancı ajanlar; dış mihraklar; düşmanla işbirliği; casuslar; vatan hainleri”.
Bu iki yapı arasındaki benzerlik giderek sıkı bir ortaklığa dönüşüyor. Roboski bu ortaklığın sembolü gibi. Selahattin Demirtaş çok güzel özetledi; üç bakanın oğlu trilyonlarla birlikte içeri atıldı diye 800 kadar polisi görevden alındı. Ama Roboski’de “anaların 34 kuzusu” parçalandı, “tek bir onbaşı” bile görevden alınmadı.
Önümüzdeki dönem bu ortaklık daha kuvvetli biçimde kendisini göstermeye devam edecek gibi duruyor.
Yalçın Akdoğan’ın “milli ordumuza kurulmuş kumpas” ve Bekir Bozdağ’ın “gerekirse yargılamalar yeniden yapılır” mealindeki sözleri bu çerçevede çok anlamlı.
Gelişmelere bir anlam vermek istiyorsanız 1986-90 arası Arjantin’ine bakınız. 1985’te cuntacıların yargılanmasından sonra, 1986-7’de her türlü soruşturmayı durduran yasalar çıkartılmış bunu 1989’da cuntacıların affı takip etmişti.
Her şey sanki eskiye dönmüştü. Ama 2000’lerle birlikte ikinci büyük demokratikleşme dalgası geldi ve geniş çaplı yargılamalar yapılmaya başlandı. 2004 yılında şehir merkezindeki Deniz Kuvvetleri’ne ait binalar Hafıza Müzesi’ne çevrildi. Bu demokratikleşmenin sembolü oldu.
Türkiye bu ikinci dalgayı ne zaman yakalar bilemiyorum. Ama geçmişin devlet içinde örgütlenmiş bu iki farklı çetenin tamamıyla ortadan kaldırılmasının sembolleri ne olacak belli gibi: Sayıştay ve Kamu İhale Mevzuatı gibi şeffaflaşmayı kurumlaştıran yasalar ile Ankara’nın göbeğindeki Genelkurmay binasının hafıza merkezine dönüştürülmesi!
*
Düzenli köşe yazısı yazmak çok keyifli; ama akademik çalışmalarımın önünde ciddi engel. Beni affedin, artık sütunun başlığında olduğu gibi, gerçekten “arada sırada” Her taraf sayfasında buluşmak üzere!