1 Kasım'da yapılan seçim üzerine söylenebilecek her şey söylendi. Seçim üzerine görüşlerini açıklayan, yorum yapan analistler, gazeteciler vs. kimi "AKP'nin başarısından" kimi ise "AKP'nin zaferinde" bahsetti. Oysa ortada ne bir başarı ne de bir zafer var.
AKP'nin aslında gündemine aldığı yeni baskı ve saldırı konseptini yasal kılıfına uydurarak tedavüle soktuğu kontrollü savaşı adım adım genişleterek bir kuşatma şeklinde cereyan eden bu uygulamayı bir sıkıyönetim, olağanüstü hal formatıyla kitleleri terörize ederek sindirmek hatta HDP'ye oy verecek seçmeni oy vermesini engellemek ve seçime katılımı olabildiğince sınırlayarak, HDP'yi baraj altında bırakmaktı.
Seçim öncesi HDP'ye yönelik saldırılar, linç girişimleri, HDP'nin hareket alanını daraltmak, HDP'nin ulaşabileceği seçmene ulaşmasını engellemek, Erdoğan ve AKP'nin yönlendirilmesiyle yaratılan korku ortamında ve seçime gidilen bu süreçte kirli bir savaş rejiminin amacına hizmet edecek bir seçimden söz ettiğimizin herhalde farkındayız. Böylesi bir ortamda HDP'nin barajı aşması bile başlı başına büyük bir başarıdır. Ancak HDP çıkan seçim sonuçları henüz kesinleşmemişken, seçim sonucunu kabul eden açıklamadan bulunması ister istemez hem seçimi hem de AKP'nin iktidarını meşru görüleceği anlamına geliyordu.
HDP'nin oy kaybetmiş olması, kendi eksik ve yetersizliklerine vurgu yapması ve özeleştriye açık olduğunu söylemesi oldukça erken ve zamansız bir açıklamaydı. Bu açıklamalardan faydalanarak HDP'yi art niyetli saldırıların ve kara propagandanın hedefi haline getirdi. Seçmenin inanılmaz bir şekilde savaş sürecine girildiği ve savaş naraların atıldığı bir sırada, HDP'nin seçim alanını/seçim kampayasını durdurması, AKP'nin daha pervazsızca HDP'ye yönelmesi ve DP'yi teşhir etmesi, seçmenleri etkilemeye ve sindirmeye çalışarak tek başına yeniden iktidar olmanın önünü açtı. Halbuki, bu sindirme ve baskılara karşı kitlelerle/seçmenlerle kurulan bağı korumak ve bu ilişkileri canlı tutmak için Türkiye ve Kürdistan'nin belli merkezlerinde seçim mitingleri yapılabilirdi.
Seçim meydanlarının AKP'ye terk edlmesi, AKP'nin işlediği suçları, gerçeklestirdiği yolsuzlukları ve uyguladığı baskıların üzerini örttü adeta görünmez kıldı. Kuşkusuz HDP daha fazla insanın saldırıya uğramaması ve zarar görmemesi adına böylesi bir niyetle, halisane düşünceler ile almış olduğu bu karar, Erdoğan ve Davutoğlu tarafında bir zayıflık gösterisi olarak algılandı ve gerçekten HDP'yi etkisizleştirmek isteyen Erdoğan ve Davutoğlu ikilisi, psikolojik savaş propaganda düzeyini daha da şiddetlendirdi.
Bu durum bir bütün olarak karamsarlığı derinleştirdiği, seçmeni bir ikilemle karşı karşıya getirdiği ve baskılar karşısında cesaretli olmasını sağlayacak fazla bir şeyin olmadığı bir yerde, kazanımların bir kısmını yitirmek kaçınılmaz bir hale gelebilir. Nitekim öyle de oldu. Ana akım merkez medyanın günlük makele yazarları ve yorumcu taifesi ise tersine seçim sonuçların açıklandığı ilk saatlerde "17 - 25 Aralık defterini kapatalım, artık bunları konuşmanın bir anlamı yok, ileriye bakalım" diyen Ertugrul Özkök teslimiyetini ilan etti. Erdoğan ve AKP'nin ilan ettiği savaşa karşı tavır alamayan E.Özkök, onun aralıksız sürdürdüğü tecrit ve teşhir propagandasına kanalları açık tutan merkez medya, Erdoğan'nin seçimden başarısız olmasını beklemesi de elbette ki kendisini aldatmaktan ibaretti.
Ülke de ayuka çıkmış yolsuzlukları, yaşanan haksızlıkları görmezlikden gelen, basın özgürlüğünü dahi sahiplenmeyen bu zihniyet, açık ki Erdoğan ve şurekasıyla anlaşmaya gidecektir. Keza aynı durum kendilerini liberal olarak tanımlayan ve öyle tanıtan zihniyetler şahsında da böylesine aldatıcı bir durum yaşandı. Bu kesimler, AKP'nin kuracağı gerici tek parti rejimine karşı çıkmaları, oluşturduğu bu baskıcı rejime ve ilan ettiği savaşa karşı tavır almaları beklenirken HDP'yi PKK'den "kurtarmaya" soyundular. Herşeyi "şiddete, teröre" tahvil eden bu liberal söylem, aynı ölçüden demokratik hak ve özgürlüklerden yana bir tavır geliştiremedi.
Türkiye sol, devrimci-demokratik grup ve hareketlerin kimi önde gelen isimleri, 7 Haziran ve 1 Kasım seçim sonuçlarından hareketle bu sonuçlar üzerinde "devrimci tercihi" önplana çıkarmaları,1 Kasım'ı "yenilgi" olarak sunmaları, AKP'nin sağladığı çoğunluk rejiminden kendilerinin payı yokmuş gibi tahlilerde bulunmaları, aslında rejimin yarattığı tehlikeleri hafife almak anlamına gelir ki, bu hatalı, yanlış geleneksel bakış açısı kendisini yıllardır tekrarlayıp, seçimler söz konusu olduğundan bilinen bu pozisiyonu yeniden gündeme taşıdı.
AKP'yi mevcut koşullarda, bir devrim ile aşılma durumu söz konusu olmadığına göre 7 Haziran'ı zafer ve 1 Kasım'ı ise yenilgi şeklinde tanımlamak yaşanan reel durumun yeterince anlaşılmadığını söylemek mümkün. Öncelikle, alınması gereken tavrın alınmadığı, yapılması gerekenlerin yapılmadığı açısından 7 Haziran ve 1 Kasım'ı değerlendirdiğimizden, "oyla kazanılan zafer, oyla kaybedilmiştir" demek olan biteni oldukça basite almak olur ki, bu yaklaşım ve mantık, 7 Haziran da stratejik oy kullanan seçmenin bile gerisine düştüğünü bize söylüyor. 7 Haziran da, stratejik oy kullanan seçmen, aynı kararlıkla oy kullanabilmesi için seçime giren partilerin, yani HDP'nin de aynı kararlılıkla seçim alanlarında/meydanlarında olması gerekirdi.
Eğer bir yenilgiden bahsediliyorsa, bu yenilgide 1 Kasım da sandığa gitmeyen ve oy kullanmayan seçmenin de hatırı sayılır bir katkısının olduğunu söylemeik lazım. Halbuki, tesbit etmemiz ve söylememiz gereken gerçeklilik, tüm sol, devrimci-demokratik grup ve hareketlerin AKP'nin inşa ettiği gerici tek parti rejimine karşı ortak retorik bir dil tuturmalarına rağmen, aynı ortaklığı AKP'ye karşı sandığa yansıtmamış olmalarıdır.
Seçim sonrası hemen herkesin kendi gerçekliğine vurgu yapması, kendi gerçekliğini olabildiğince abartması, AKP'ye karşı konumunu ve kapasitesini reel bir güce dönüştürememesi, aslında bu anlayışların kendisini bir yere"sığdıramaması" gerçekten bir şey ifade etmiyor. 13. üncü Cuma akşamı Paris'de sivil insanların kurşunların hedefi olması, kan döken ve katliam yapan cihatçı canilerin, insanların panik yaratması ve bu şaşkınlıkla canlarını kurtarmak için tüm tehlikeleri göze almalarına zorlanmaları, aslında düzenlenen saldırıların anlık bir gelişme olmadığı çok açıktır.
IŞİD, Irak ve Süriye'de aldığı ağır yenilgi sonucu saldırlarını bu ölçüde şiddetlendirdi. Ve kapsamlı bir planlama ile kitlesel katliamlara yöneldi. Çünkü, G 20 zirvesi Ankara da gerçeklestirdiği günlerde, IŞİD'in Şengal isgaline HPG ve YBS güçleri tarafından son verildi. İşte bü yüzden, IŞİD içinde büyüttüğü vahşeti ve barbarlığı tüm iğrençliğiyle dışa vurdu. Cihatçı haydutları, kitlelere korku salmayı başardı; gerçekleştirdiği saldırılar ile hemen herkesin kendisini ölüm tehlikesi karşısında bulduğu, herkesin can kaygısına düştüğü Paris'teki can pazarında, demokratik hak ve özgürlükler rafa kaldırıldı. Ve güvenlik tebdirleri yeniden önplana çıktı.
Paylaşım savaşı sürdüren devletlerin gerçekleştirdikleri işgaller ile IŞİD ci terörün ortaya çıkmasından sorumlu oldukları gibi birbirlerine karşı kullanma, destekleme ve gösteriler Paris'in göbeğinde kanlı bir vahşete dönüştü. Erdoğan'ın G 20 zirvesinde, IŞİD'in yanına eklemeye çalıştığı örgütlerin karşılık bulmadığı gibi, Putin'in IŞİD vesilesiyle sarfettigi sözler, kimlere yönelik olduğu herhalde anlaşılmıştır.
Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarının akabinde Paris te gerçekleştirilen katliam ile verilen mesaj, yapılan planlama besbelliki IŞİD'in içine düştüğü açmazla açıklanabilir. Paris'teki saldırının 13.üncü Cuma günü (1) düzenlenmesi, katliamın tekbirler eşliğinde gerçekleşmesi tesadüf değildir.
1.İsa'nın Cuma akşam yemeğin de o gece masada 13 kişi vardır ve havarilerinden biri İsa'ya ihanet ettiği rivayet edilir. Bu yüzden, Kasım ayının 13.üncü günü inançsal olarak uğursuz bir gün olarak anılır.