“Işıklı günlerinde düşün\ memleketini, dostlarını, sevgilini,\ onlarla kal, dinlen\ bırak kendinden bir şeyler, bir mağlup akşamın mahzunluğu\ silinsin gözlerinden.\ Bir kavga sonunu unut.\ Sen maceralar peşinde değil,\ umutsuz bir yolculukta değilsin.\ Yaşamak sadece sevmektir, inan bana.\ Sevmeyenler dünyamızda yaşamıyor.\ Yaşamak suda, toprakta, insanlarda görünerek;\ bir zeytin ağacı gibi.\ Bir zeytin ağacı gibi, ne güzel\ denize yakın olacaksın,\ uzayan dallarında, yapraklarında ışık\ ta derinlerde köklerin.\ Bir zeytin ağacı gibi, bin yıl severek\ Yaşamak her gün....” -Arif Damar-
***
Bilim adamları sürekli “üç sacayağı” incelemelerini açıklamakta. Geniş kesimler bunları takibetsin ya da etmesin, bu konular hakkındaki arayışlar-buluşlar sürekli kitaplar, romanlar, televizyon-radyo programları olarak yayınlanmakta.
Nedir bu “üç sacayağı”: İnsan doğasındaki değişimler, insan beyninin geçirdiği evrim süreci, pozitif egoistlik.
Birinci sacayağı, yani insan doğasının değiştiği, hep değişeceği, değişimlerin bilgisi hep vardır. “İnsan doğası hakkında tek gerçek bilgimiz onun değiştiğidir”, der Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu adlı makalesinde.
İkinci sacayağı, yani insan beyninin evrimi ise kabaca; insanın aletler üretmesi ve kullanmasıyla başlayan, okuma-yazma-konuşma üçlüsüyle ilerleyen, bu ihtisaslaşma arttıkça, yani yaşam koşulları farklılaştırıldıkça, beyindeki görev hücrelerinde sürekli yeni yeni yetkinleşme alanlarının belirmesidir. Beyne ait keşifler ise, yaşam koşullarına ve teknolojik gelişime paralel sürekli devam etmektedir.
Üçüncü sacayağı, yani pozitif egoistlik ise; sosyalizm deneyimleri öncesi ve sonrasındaki araştırma-inceleme ve deneyimlerden çıkarılanları süzme faaliyetlerinin modern çağa, özellikle modern psikolojiye uyarlanmış bir kopyasıdır neredeyse.
***
Toplumsal yaşamda, ya da kolektif faaliyetlerde karşımıza çıkan ezber; “insanın insana muhtaçlağı”dır. İnsanın doğasının değiştiğini açıklayanlar, yine de sürekli “hasta ziyaretlerine, cenazelere koşturmayı” tembihlerler. Acı paylaşılmalıdır. Acıya acımalıdır herkes. İnsanlık tarihi, ardında yüzlerce yıl da bıraksa bu hep böyle kalmalıdır. Başarılar ve sevinçler, rekabet dünyasının bir parçası olarak kalmalıdır. Başarılar, sevinilecek değil kıskanılacak bir kavram olarak kalmalıdır. Sevinçler, paylaşılacak değil bir an önce üzüntüye çevrilecek bir kavram olarak kalmalıdır. Kapitalizmin “insan doğası” haritasının özü budur. Bu haritada dağlar, ovalar, nehirlerin yerleri değiştirilse de; yolun sonunun çıkması gereken noktalar sağlam tutulmalıdır.
“Özel mülkiyet çerçevesinde şeyler, ters bir anlam kazanırlar. Herkes bir başkasına yeni bir gereksinme yaratıp onu yeni bir bağımlılığa sokmaya, yeni fedakârlıklara sürüklemeye, yeni bir doyum yoluna alıştırmaya, herkes başkasının üzerinde dışsal bir egemenlik kurup kendi bencil gereksinimlerini doyurmaya bakar. Her yeni ürün, karşılıklı dolandırıcılık ve karşılıklı soygunculukta yeni bir potansiyeli temsil eder. İnsan, insan olarak yoksullaşır”, der Marx.
***
Şimdi; evrim denen şey, üç günde, üç yılda, otuz yılda gerçekleşen bir döngü değildir.
Daha ortaokulda öğrendiğimiz, Pavlov’un köpekleri-şartlı refleks kuramı; bugün katbekat ilerletilmiştir. İnsan beynine dair keşifler, insan tüketimini de ihtiyaca göre değil, “şartlı refleks”e göre yönlendirmeyi başarmıştır. Gıda tüketiminden, giysi vs.ye, teknik ihtiyaçlarımıza dek hepsi böyledir.
Aynı şekilde oyun bağımlılıkları, internetle kurulan ilişki-bir ilerki adımı olan bağımlılık; beyinde keşfedilen “hadi hadi” algıları ve ona uygun ürünlerin icadıdır. İcadı da yetmiyormuş gibi, sürekli bu “hadi hadi”leri daha yoğun yaşatacak ürünlerin piyasaya sürülmesidir.
Beynimizin evrimi; masa başında geçirdiğimiz vakit ve hareketsizlikle gerekçelendirilmektedir.
Şartlı refleksin icadındaki çanlara koşan köpek olmayan insanın iradesi, çok farklı-boyutlu-sistemli olarak teslim alınmıştır.
Şimdi; insanın doğasının değişmesi denen şey, dış etkiler olmadan gerçekleşmez. Dış etkilere baktığımızda, ne soluduğumuz hava, ne yediğimiz ekmek bundan bir yirmi yıl öncesiyle dahi aynı değildir. Alerjik reaksiyonlardan grip salgınının hortlamasına, obeziteye dek hepsi birer tesadüf değildir. Doğanın bir parçası olan insanın, doğa içerisinde doğasının değişmesi değildir. Doğamızda gerçekleşen reaksiyonların ağırlıklı bir bölümü, doğayı katleden insana doğanın verdiği reaksiyonların ürünüdür.
Kısaca; bütün bunlara panzehir olarak sunulan reçetelerin hepsi de, insanlığı raflara koşturup “hadi, hadi” dedirtip, para harcatmayı hedefleyen, ucu bucağı olmayan reçetelerdir.
Şimdi; pozitif egoistliğe gelelim. Hayvanlardan farklı olarak, insanın insana ihtiyacı; henüz bir bebeğin süt emmesinden tutun da, kendi kendine barınma-beslenme dönemine geçene dek anneye ihtiyacıyla başlar. Analığın-babalığın sabitleştirilmesi, kutsallaştırılması kapitalizmin vazgeçmek istemediği inşa süreçlerinden biri olarak sürekli devam etmektedir. Marx’ın bu kadar az öz ifade ettiği gibi; başkaları için yaşamanın kaynağı, kapitalizmin üretim ilişkileridir. Ve bu kaynak, bulunduğumuz yüzyılda kökü kurutulmak bir yana, midemizin kaldıramayacağı boyutlara getirilmiştir. “Pozitif egoistlik”; modern psikolojinin “kendini sev, kendini sevmeyen başkalarını sevemez, kendin için çiçek al, kendin için...” empozelerinden ibaret değildir. Sosyalizm deneyimlerinde kurutulmaya çalışılmaya başlayan bir yaradır, “başkaları için yaşa, ihtiyaç ilişkileri kur”. Aksine parola; “bireyci olma, ama bireyselliğini geliştir. Başkaları için değil, başkalarıyla yaşamayı ortak sevinç haline getir”dir. Tabi o zamanlar bu parolanın en ortak, itici sevinci “bağımsız bir ülke ol, kârı ortadan kaldır” olabilmiştir.
Unutmayalım ki, tekeller çağında bilimsel çalışma yapanların ve çalışmalarını bu kadar geniş bir arenada insanlığa sunabilme olanağı verilenlerin hepsi; tarihi süreçleri didik didik inceleyen, bu süreçlerden ihtiyaçları olan şeyleri öğrenen, bulundukları tarihlere uyarlamayı beceren ve bunları, küt diye gökten düşmemiş olan “insan” denen canlıya nasıl sunması gerektiği merkezi olarak dikte edilenlerdir. Bilimsel bilgiler ve onun bize sunuluşu; ağırlıklı olarak politik manipülasyonlar toplamıdır.
***
Beynimiz mi evrim geçirmekte, algılarımız mı bozulmakta!
Doğamız mı değişmekte, “daha çok kâr” denilerek, doğamızın canına mı okunmakta!
Gerçek anlamıyla pozitif egoizm mi işlenmekte, “pozitif ego” denilen her sayfanın sonu, üretime değil de tüketime mi sürüklemekte!
Bir dizide-filmde, sokakta-markette, doktorda-eczanede, sinemada-kitapçıda önümüze çıkan, yani farkında olmasak dahi kültürel olarak bize sürekli enjekte edilen bu ÜÇ SACAYAĞININ altı neyle harlanmakta, üstünde ne kavrulmakta! Artık aklın sınırlarını zorlayacak zehirli enjeksiyonlarla, şüphelerle harlanmakta; SEVGİ, besin değeri kalmayana, canı çıkarılana dek kavrulup, kömürleştirilmekte....
“YAŞAMAK SADECE SEVMEKTİR!”; hayata dört elle sarılmak sevgi üretir.
Hayata dört elle sarılalım ve hep sevgiyle kalalım... insanın insan olarak yoksullaştığı bu evrende, insani zenginliklere kulaç atmaktan yorulmayalım... birimiz diğerimiz için değil, hep birlikte yüzmek için çaba gösterelim...
Bu asırda bunlar mümkün mü? Değil desinler! Biz umutlarımızın peşinde koşmaya, insanlaşmaya devam edelim...
*Güney Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi; Temmuz-Ağustos.Eylül 2019, Sayı 89.