"...daha 11 yaşında..." "...hastanede..." "...tecavüz..." "...çocuk..." "...hamile..." "...taciz..." "...kendi öz babası..." "...eski kocası tarafından..." "...istismar..." "...10-15 kişi..." "...trans kadın..." "...elleri bağlanarak..." "...DNA testi sonucu..." "...bedeni çıplak bir halde yerlerde..." "...gizli çekilen kamera görüntüleri..." ve daha nice buna benzer başka ifadelere rastladığım anda içgüdüsel olarak, dinlediğim ya da okuduğum haberi bırakıyorum. Bu haberlerin sonunu biliyorum çünkü ve ayrıntıları da bilmek istemiyorum. Yanlış mı bu? Toplumsal sorunlara karşı duyarsızlık mı? -Değil... Aksine ruhumu ve zihnimi çirkinlikleri normal görüp kabullenmesin, alışıp meşrulaştırmasın diye koruyorum.
Ne zaman Türkçe gazetelere göz atsam gördüğüm manzara şu: Cinsel şiddet fırsat bulduğu her yerde(sokakta, ailede, okullarda, vakıf yurtlarında, kurumlarda, iş yerlerinde, cezaevlerinde, emniyette/işkencehanelerde...vb.) kadın, erkek, çocuk, bebek, trans, engelli, hasta, yaşlı, hayvan ayrımı yapmadan zayıf olanın üstüne geliyor. Basın yayın da bu şiddeti sözde teşhir edip engellemek için en ince ayrıntısına kadar anlatıp mağdura ve onun yakınlarına o acıyı psikolojik boyutuyla tekrar tekrar yaşatıyor. Mağdur ve yakınları o kadar ezik bir haldeler ki, yazılıp çizilenler kendileri için iyi mi kötü mü anlayacak durumda değiller Anlasalar bile müdahale edecek güçleri yok. Üstelik şiddeti uygulayan suçlu (bunlara sapık da diyebiliriz!!!) büyük ihtimalle yaptıklarının anlatılmasından memnun, hatta belki bundan zevk bile alıyor.
En somut örnek, zaman zaman devlet eliyle öldürülen mücadele içindeki politik insanların (özellikle kadınların) çıplak bedenlerinin medyada sergilenmesi. Online medya ve gazete haberlerinde "çıplak bedeni teşhir edildi!" deniyor. Ama medya kendisi resimleri basıp yayarak sözde eleştirdiği teşhir suçuna ortak oluyor. Suçluyu teşhir etme niyetiyle mağduru teşhir ediyor.
Peki bu haberleri okurken, anlatırken, online medyada paylaşırken biz ne yapıyoruz? - Biz de aynı suça hem tanıklık hem de ortaklık etmiyor muyuz aslında...!?
Ekrandaki cinsel şiddet: Rol icabı değil gerçek!
Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir haber cinsel şiddetin görselleştirilerek bir paradoksa yol açtığını daha net farketmeme sebep oldu. 1972 yılında çekilen "Paris'te Son Tango" adlı filmin yönetmeni, filmdeki tecavüz sahnesini "gerçekçi olsun" diye 19 yaşındaki kadın oyuncuya haber vermeden çektiğini dile getirmiş. Yani binlerce insan bu filmi izlerken rol icabı değil gerçek bir tecavüze tanıklık edip aptal yerine konmuş. En kötüsü de bu insanlık suçu kameralar önünde sanat-estetik kaygısıyla sergilenmiş. Yani sanatın estetiği de böylece kirletilmiş diyelim tam olsun...!
2 Aralık´ta Elle dergisinde yayınlanan haberin kaynağı yönetmen Bernardo Bertolucci ile 1993´te yapılan bir söyleşi. Bu adam pişman olmadığını ve bu tecavüzü baş roldeki Marlon Brando ile birlikte planladıklarını dile getiriyor. 1993´te yapılan bu suç itirafının 2016 yılına kadar bekletilmesi de ayrı bir tartışma konusu tabi. Ancak haberdeki esas önemli noktalardan biri de mağdurun o sahne çekiminden sonra yaşadığı travmayı adlandıramayışı. 2011 yılında hayattan ayrılan Maria Schneider Daily Mail´e verdiği bir röportajda bu sahnenin çekilmesi sırasında sahneyi yazan rol arkadaşı Marlon Brando tarafından zorlandığını ve kendini tecavüze uğramış gibi hissettiğini, o sahnenin etkisinden dolayı kendini uyuşturcu haplara verdiğini ve hatta intihar etmeyi bile düşündüğünü söylemiş. Yani o tecavüzün yönetmen ve rol arkadaşı tarafından planlandığının farkında değil, ama etkisi altında...
Evrensel değerler ölçüt alındığında kompleks bir haber olan bu hikaye, Türkiye´de yaşanan cinsel şiddet olaylarından çok daha farklı görünüyor. Bu haberde kullanılan dil, elbette ki yukarda bahsettiğim haberlerin diliyle aynı değil. Daha nesnel ve soruna ışık tutuyor. Ancak Türkçe medyada kullanılan haber dilini açıklar bir özelliğe sahip.
Filmde cinsel şiddetin-tecavüzün tüm ayrıntılarıyla görselleştirilmesi suçlu ve mağdur arasındaki dengesizliği-eşitsizliği çıplak haliyle ortaya koyuyor. Bu dengesizlik-eşitsizlik suçluya kendi gücünü gösterme imkanı sağlıyor. Mağdursa yaşadığı şiddet görselleşirken aynı acıyı-güçsüzlüğü-çaresizliği defalarca yaşıyor. Tipkı Türkiye´de haber kaygısıyla en ince ayrıntısına kadar anlatılan cinsel şiddet haberleri gibi...
Bana göre "Yaz herkes duysun!" anlayışı, yani sözde habercilik kaygısı, yukarda bahsedilen filmdeki sanat kaygısıyla eş değerde.
Peki ne yapmak gerek?
Cinsel şiddete karşı yapılması gereken en başta kurumsal cezai yaptırımların uygulanması. Bununla ilgili sivil toplum kuruluşlarının devlet ve hükümet aygıtlarını, yasaları zorlaması şart. Eğer bir suça karşı, o suçu engellemeye yönelik mücadele verilecekse, doğru yöntemlerle doğru yerde harekete geçilmesi gerekir. Özellikle mağdur durumdaki insanın özlük haklarının korunması bu durumda en önemli şey olmalı.
Maalesef Türkiye koşullarında mağdurun özlük haklarının devlet ve hükümet eliyle korunmayacağı net bir gerçek olarak ortada. Ancak sorumlu aydın, gazeteci, hukukçu ve akademisyenlerin bu soruna el atması, medyada cinsel şiddetin ayrıntılı ve agresif bir şekilde sergilenmesine karşı çözüm üretmesi gerekir.
O çözüm üretilene kadar bence bu tür haberlerden uzak durmakta fayda var. Çünkü bu haberler hasta edecek kadar sağlıksız...
Not: Tekrar filme geri dönecek olursak, artık hayatta olmayan tecavüz mağduru oyuncunun travmasının iyileştirilmesi elbette ki mümkün değil. Ama bence bu ve buna benzer suçların tekrarlanmaması için, oyuncuları koruma altına alan yasal düzenlemenin sağlanması, en kısa sürede o filmin engellenmesi ve tecavüz fikrinin sahibi olan yönetmen ve baş rol oyuncusunun cezai yaptırıma uğraması gerekir.
Köln, 09.12.2016