“Gökyüzünden bahsetmeleri,
yeryüzünü sömürmek içindir.” [1]
Bertrand Russel’ın, “Din temel olarak korkuya dayanır. Bilinmeyene karşı duyulan korku, yenilgi korkusu, ölüm korkusu. Korku her acımasızlığın anasıdır. Ve o yüzden acımasızlık ile dinin el ele gitmesine şaşılmamalıdır,” saptaması -geçmişten güncele- din meselesi tartışması açısından kilit önem taşıyor.
Evet din korkudur;[2] “Çevreleri tarafından korkutulmuş kişiler, durumları ne kadar perişan olursa olsun değişimi düşünmezler,”[3] dedirtecek kadar da korkunçtur.
Yıllarca korku ile sömürüldük; sadece ve sadece korkunun beslediği zulüm, yalan, kuşkuyla… Hepsi korkunun ürünleriydiler ve ruhlarımız korkuyla zehirlendi.
Malum dinler çoğunluğun/ ezilenlerin korkusu ve azınlığın/ ezenlerin kurnazlığı üzerine kuruludur.[4]
Dine herhangi bir geçerlilik kazandıran tek şey ölümdür/ bilinmezdir. Eğer ölüm/ bilinmez olmasaydı dine kimse kafa yoruyor olmayacaktı. Yani dine güç veren şey, yaşam değil, ölümdür.
Jose Saramago’nun da dikkat çektiği gibi, “Din ile ölümün ilişkisi ateş ve barut gibidir, ateş olmadığı sürece barutun işlevi olmayacaktır.” Çünkü, “Ölüm ortadan kalktığında, diriliş de olmayacaktır, dirilme umudu ortadan kalktığında da kilise yok olur.”[5]
Görünmeyen, bilinmeyen şeylere duyulan korku, herkesin kendi içinde din diye bellediğinin doğal tohumuyken; ölüm korkusu, çok uzun zamandır dinlerin ana motoru olmuştur.
Egemenler ölümden sonra gelecek bir hayat hakkında manipülatif mitler icat ederlerken, ezilenler de hayatları boyunca sıkıntı ve endişelerle boğuşup dururlar. Endişe de bir korku biçimidir; tüm korku versiyonları boyun eğdirmek, teslim almak, diz çöktürmek, susturmak, bilgisizlik üzerinedir.
“Timendi Causa Est Nescire/ Korkunun nedeni cehalettir,” saptaması tartışılmaz bir gerçekken; bilgi insanı şüpheden, korkudan kurtarırdı.
Kuşkusuz korku, endişe ve acı, mücadelenin bir parçasıdır ve mesele “İnsan yalnızca başkalarına zarar verecek şeylerden korkmalı; bunun dışında korkuya yer olmamalı,”[6] diye düşünüp/ davranmaktadır…
I) DİN KONUSU
Tek tanrılı dinler geniş ölçekli (sulamalı) tarım ve onun yol açtığı sınıflaşma üzerine, çoktanrıcılığın sağladığı model temelinde gelişmiştir.
Tek tanrılı dinler, toplayıcılık, avcılık ve küçük ölçekli tarım dönemlerinin üzerine gelmiş, pek çok pagan âdetini benimsemiş, ama Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık olarak yepyeni bir ideoloji niteliğiyle tüm dünyayı sarıp sarmalamıştır.
Tektanrılı dinlerin üçü (Musevilik, Hıristiyanlık, İslâm) sınıflı toplumların oluşmasıyla, işbölümünün derinleşmesiyle ve giderek merkezi devletlerin biçimlenip yaygınlaşmasıyla ortaya çıktı. Üç dinin de mesajı yoksul halk kitlelerini hedef almıştı. Mesaj, iktidar sahiplerine ve zenginlere karşıydı. Özellikle Hıristiyanlık ve İslâm yoksulların diniydi.
‘Matta’ kitabının 19 bap, 23. ayetinde İsa’nın şöyle dediği aktarılır: “Size doğrusunu söyleyeyim. Zengin kişi Göklerin Egemenliği’ne zor girecek. Yine şunu söyleyeyim ki, devenin iğne deliğinden geçmesi, Göklerin Tanrı Egemenliği’ne girmesinden daha kolaydır.”
İsa’nın bu hükmü Kur’an’da nedense şu ayete dönüşür: “Bizim ayetlerimizi asılsız sayanlar, büyüklenip onlardan yüz çevirenler var ya, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!” (Araf Suresi, 40. ayet)
İsa’nın önerdiği Hıristiyanlığın ilk talipleri yoksullar ve kölelerdi. Roma’nın işkenceleri altında ezildiler, arenalarda aslanlara yem oldular. Bu din, önce Suriye ve Anadolu’da yayıldı Roma’ya dek uzandı. Yeni inancın hızla yaygınlaşmakta olduğu ve engellenemeyeceğini gören iktidar, soylular, zenginler ve askerler Hıristiyanlığı seçtiler. Tabii, iktidar, soylular, askerler, zenginler Hıristiyan olunca, toplumsal konumlarını korudular, yoksullar ise gene yoksul kaldı.
Hz. Muhammed soylu kent Mekke’nin Kureyş aşiretinin Haşimi ailesinden bir soyluydu. Yoksullara ve kölelere önerdiği din, Mekke’de kabul görmedi, baskıyla karşılandı. Bunun üzerine Hz. Muhammed çevresindeki Müslümanlar ile Medine’ye göç etti. Güçlendi. İslâm güçlenince Mekke, Kureyş ve Haşimi ailesi yeni dini kabul etti ve İslâm böylelikle de iktidarın ve egemen sınıfın dini hâline geldi; yoksullar da yoksul kaldı.
Uzun sözün kısası: Bütün dinler, başlangıçta, egemenlerin ve zenginlerin yönetimi, altında ezilen yoksulların dinidir. Sınıflı ve işbölümlü toplumların ortaya çıkmasından bu yana yoksul halk hep iktidardan uzak kaldı, ezildi ve sömürüldü.[7]
Karl Marx’ın 1843’deki ifadesiyle, “Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece insanın çevresinde dönen aldatıcı bir güneşten başka bir şey oluşturmuyor” iken; o insanların tesellisi, müsekkini idi.
Bir başka deyişle din, Ortaçağ derebeylerinin, toprağa tam ya da yarı bağımlı köylü ve köleleri tarlalarında, değirmenlerinde, ayaklarında ya da boğazlarında prangalarla çalıştırmasının en etkili, en uzun ama bir o kadar da trajik yöntemiydi.[8] Çünkü sömürü “kaderdi”; ve o kadar yoğun ve vahşiydi ki egemen sınıflar oyunun kurallarının kendileri tarafından konulduğunun hiç bir zaman anlaşılmasını istemiyorlardı...
Her şey tanrıdandı! Onun muazzam adaleti(?) bazılarını köle, bazılarını da efendi yaratmıştı. Bunun nedenini sorgulamak tanrının iradesini sorgulamaktı ve günahtı! Sıkıntılara ve acılara (yoksulluğa ve zorbalığa) İsa ya da Eyüp peygamber gibi sabırla katlanıldığında “öteki dünya”da huzur bulacak, “Kevser Irmağından” içeceğimiz şarap ile yaralarımız sarılacaktı. Şefaati bu kadar bol Yaradan bütün cömertliğini nedense öte dünyaya saklamıştı.
Gerçekte ise, anlamsız, yalan, değersiz, geçici, itiraz edilmesine gerek olmayan “bu dünya”ya karşın; günahkâr emekçiler egemenlere ne kadar itaat ederlerse o kadar “huzur” içinde yaşayabilecekleri bir “öte dünya” bile çok görülüyordu. “Bu dünya”yı emekçiler için cehenneme çeviren egemen sınıfların din adamı kılığındaki tapınak memurları, onlara, her Allah’ın günü Tanrı’nın cehenneminde, içinde kazanların kaynatıldığı, bir birinden beter işkence ve zulmün beklediğini hatırlatarak, onları canından bezdiriyorlardı.
Farklı dinlerin cuma, cumartesi ve pazar ayinleri emekçilerin yorgun argın geçirdikleri bir haftanın ardından, bir ritüelle huzur bulmalarından çok tehdit edildikleri, boyun eğdikleri bir seremoniye dönüştürüldü. Herkesin gözü önündeki ibadet yerlerinin ahlâken nispeten kabul edilebilir dini pratiklerine karşı, gözlerden uzakta bir dizi çilekeşhane, kendini kamçılayan, zincirleyen mazohist ve sadomazohist tarikatlar, kilise ve devlet tarafından el altından desteklenip korunuyorlardı.
Dünyayı unutturarak, acı çektirenlere yönelmesi gereken öfkeyi insanın kendi bedenine ya da bir “günah keçisi”ne yönelttikleri bir birinden iğrenç sorgulama ve işkence tekniklerinin kutsal kılavuzları dini kurumların “istinsah” atölyelerinde çoğaltılıp ilgili mercilere iletiliyordu. Kiliselerin nasıl, cadıları sorgulama ve şişleyerek karnına girmiş şeytandan, kurtarma ayin ve işkenceleri yapacağını anlatan kitapları yazılmıştı. (Cadı Çekici, yüzlerce yıl boyunca cadıların teşhis edilmesi ve yok edilmesi konusunda bilgiler veren temel el kitabı olarak kalmıştır.)
Dinsel kurumlar emekçilerin sömürüden çökertilmiş bedenlerinin yanında ruhlarını da tahrip ediyorlardı. Bu dünya “yalandı” ama emekçilerin sınırsız sömürülmesinden elde edilen rantlar gerçekti, saraylar hazinelerle doluydu. Emekçilere hediye edilen “öte dünya” nedense bu dünyada feodal beylere zenginlik üstüne zenginlik getiriyorken;[9] dinlerin “fıtratlarında” katliamlar vardı.
Hıristiyan dünyasında yaşanan yüzyıl savaşları, Haçlı Seferleri, otuz yıl savaşları, Katolik/ Protestan savaşları, Engizisyon dönemi, Afrika ve Amerika’da misyonerlerin din adına gerçekleştirdikleri yerli katliamları... İslâm dininin yayılmacı, istilacı, talancı ve ganimetçi yanıyla Ortadoğu’da, Afrika ve Asya’daki savaş ve katliamları ve içinde yaşadığı iktidar/ mezhep kapışmaları.
İslâm dininin “Hoşgörü” dini olduğu iddiası güçsüz ve zayıf olduğu zamanlara aittir. Gücü ele geçirdiğinde “Hoşgörüden eser kalmaz; kendinden olmayana yaşam hakkı tanımaz. O noktada çok acımasızdır. Düşmanlarının, çocuk ve kadınlarının öldürülmesini bizzat Muhammed’in kendisi buyuruyor.
“Kadın ve çocukların gece baskınları sırasında öldürülebilmesine fetva veren hadis: “Onlar da öbürlerindendir.” Yani Kadın ve çocuklar da onlardandır. (Hadis-i Şerif (Ebu Davud, Cihad/102, hadis 2638; Cihad/121, 2672; Ibn Mace, Cihad, 2840; Ahmet Ibn Hanbel, 4/46; Tirmizi, Siyer/19,1570)
Evet dinler tarihi, tabii, İslâm tarihi de katliamlar tarihidir bir anlamda. İslâm adına gerçekleştirilen katliamlara, Müslümanların öve öve bitiremedikleri, göklere çıkarttıkları, o, “Asr-ı Saddet” döneminde başlanmıştı. O dönemde, insanlar ateş kuyularında yakılmıştır.
Kolay mı? İslâmîyet devlet dinidir. Muhammed devletleşemeseydi İslâmîyet de olmazdı. İslâmîyet kuralları içerisinde yasaklar ve cezalar barındıran bir din. Yasaklara uyulmasını denetleyecek, uyulmadığı takdirde de uymayanları cezalandıracak bir otoriteye, bir devlete ihtiyaç duyar.
İslâmîyet ödül ve ceza üzerine kurulmuş, al-ver üzerine kurulmuş; ticari, tüccar bir dindir.
İslâmîyet, kurallarına uyanları cennette hurilerle ödüllendireceğini vaat eder. Kişi de bu vaat karşısında İslâmî kurallara uyar. Yani al gülüm ver gülüm ilişkisi. Kurallara uymayanları cezalandırır, hem bu dünyada, hem de cehennemde. İslâmîyet; ödülü öbür dünyaya bırakırken, cezayı genellikle bu dünyada uygular. Bu durumda İslâmîyet bir korku, bir dayatma dinidir. İslâmîyet insanlara psikolojik ve fiili baskılarla zorla kabul ettirilen dindir.
İslâmîyet hoş görü değil, cezacı hem de insan aklının alamayacağı bir biçimde, ceza anlayışıyla cezalandıran bir dindir.
İslâmîyet’in “Hoşgörülü” olduğuna verilen örnek Osmanlı İmparatorluğudur. Osmanlı İmparatorluğu gayrimüslim tebaasından, Müslüman tebaadan aldığı verginin kat be kat fazlasını alıyordu. Böyle olunca gayrimüslimlerin Müslüman olması değil, olmaması işine geliyordu. Yani Osmanlı İmparatorluğunun diğer dinlere “hoşgörüsü” tamamen ekonomik temellere dayanmaktaydı.
Gayri müslimlere “hoşgörülü” olan İslâmîyet kendi içindeki farklı mezheplere karşı oldukça katı, hatta olabiliyor. İslâm tarihi bunun sayısız örnekleriyle dolu. Bir kez daha belirtilmeli: İslâm’ın “hoşgörüsü” zayıf olduğu, güçsüz olduğu zamanlardadır. Takiyedir.
Bütün dinler gibi İslâmîyet’te insan aklıma, insan iradesine vurulmuş bir zincirdir.[10]
Tıpkı Emma Goldman’ın, “Din! Tanrı her şey, insan hiçbir şey, diyor.” “Din İnsanın aklına nasıl da hükmediyor, insanı nasıl aşağılıyor ve değersizleştiriyor.” “Din, insanın doğal fenomenlerin aslını çözmedeki zihni yetersizliğinden kaynaklanan bir hurafedir. Kilise, her zaman ilerlemenin önüne engel olarak çıkmış bir örgütlü kurumdur”…
Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in, “Din zamanımızın gücü değil, güçsüzlüğüdür. Tanrıyı kendilerine kılavuz yapanlar boş bir gururu tatmin edecek hâle gelmişlerdir.” “Dindar efendilerinin dinsel çığlıkları arasında boğuluyor. Dinin ve köle ticaretinin dirilişi el ele yürür”…
Sigmund Freud’ün, “Din bir yanılgıdır ve gücünü bizim içgüdüsel dürtülerimizin hemen uyum göstermesinden alır.” “Dinlerin son zemini, insanın çocuksu çaresizliğidir.” “Din yaygın bir tür akıl hastalığıdır.” “Dinler, kendilerini sevgi ve merhamet dini olarak tanımlasalar dahi, onlara inanmayan insanlara karşı sert ve acımasızdırlar”…
Jean Meslier’nin, “Din, sözde erdemleriyle insanları aldatmaktan başka bir şey yapmamıştır. Her din bir saçmalıktır.” “Din, safdillik üzerine kurulmuştur.” “Tüm dinlerin kökeni cehalet ve korkudur.” “Gerçek din ile en karanlık en alçakça hurafeler arasında bir fark yoktur”…
Eugene Ionesco’nun, “Din adına insan işkence eder, zulmeder, ateşler inşa eder. İdeolojiler kisvesi altında katliamlar, işkenceler ve öldürmeler yapılıyor”…
Eric Hoffer’in, “Bir insanın dinini öğrenmek için nasıl şehadet getirdiğini değil, hoşgörüsüzlüğünün ölçüsünü anlamamız gerekir”…
Ebu’l-Alâ El Maarî’nin, “Din tarih öncesi insanlar tarafından uydurulmuş, saf kitleleri sömürenler dışında herkes için gereksiz olan bir masaldır... Issız dünyamız her zaman en son peri masallarının peşinde koşmaktadır”…
Lucretius’un, “Bütün dinler cahile aynı ölçüde ulvi. Siyasetçiye aynı ölçüde kullanışlı. Filozoflar için ise saçmadır”…
Server Tanilli’nin, “Din, felsefeye karşı daima dişlerini göstermiştir”…
Louis Althusser’in, “Bütün dinlerin müminleri insanlara dili bahşedenin tanrı ya da elçisi olduğunu iddia ederler ama elbette durum böyle değildir”…
Baron d’Holbach’ın, “Dinleri bilgisizlik ve korku doğurmuş; ‘eğitim’, ‘alışkanlık’ ve ‘zorbalık’ geliştirmiş; baştaki büyükler ve zenginler de onu çıkarlarına uygun bularak korumuşlardır.” “Her şeyden önce dinin ve dinden doğan despotluğun eleştirilmesi gerekir”…
Pyotr Kropotkin’in, “Her şeye kadir olandan bir şeyler istenmekte, eskiden bu tanrı idi, günümüzde devlet”…
Bertrand Russel’ın, “Din ilk elde ve esas olarak korku üzerine temellenir. Kısmen bilinmeyene karşı duyulan korku, kısmen de bütün sorun ve kavgalarında arkanda duracak bir ağabeye sahip olduğunu hissetme arzusudur”…
Teslime Nesrin’in, “Din insanları doğaüstü güçlerin korkusuyla yutuyor.” “Tüm dinler kadınlara düşman”…
Jean-Jacques Rousseau’nun, “Dinler, kim ne derse desin, insanların eliyle ve aracılığıyla oluşmuştur”…
William James’in, “Din gerçek şeyleri bomboş gören bir uyurgezer gibidir”…
Arthur Schopenhauer’in, “Dinler ateş böceklerine benzer; parlayabilmeleri için karanlığa ihtiyaç duyarlar. Herhangi bir dinin ortaya çıkabilmesi için belli bir cahillik seviyesinin olması yeterlidir. Dinin, varlığını sürdürmesine tek başına yetebilecek öğedir bu”…
Ludwig Andreas Feuerbach’ın, “Din insan zihninin bir rüyasıdır.” “İnsan dinin başlangıcı, insan dinin ortası ve insan dinin sonudur”…
Napoleon Bonaparte’ın, “Din, fakirler zenginleri öldürmesin diye vardır”…
Lev Tolstoy’un, “Her seçimde din, kurum olarak egemen güçlerin yanındadır”…
Lucius Seneca’nın, “Din, sıradan insanlar tarafından doğru, zeki insanlar tarafından sahte, liderler tarafından kullanışlı kabul edilir”…
Carlos Fuentes’in, “Din dogmatiktir”…
Mark Twain’in, “Din, ilk dolandırıcının ilk ahmakla karşılaştığı gün icat edildi.” “Tüm dinler kutsal olduklarını iddia eder; ama hiçbir din kutsal veya büyük değil”…
Andre Comte Sponville’in, “Hakikât sevgisi dinden daha önemlidir, aydınlık bilinç ümitten daha değerlidir, iyi niyet inançtan daha değerlidir”…[11]
Arthur C. Clarke’ın, “İnsanlık tarihi boyunca yaşanan en büyük trajedi, ahlâkın din tarafından gasp edilmesi olabilir”…[12]
Ludwig Wittgenstein’ın, “Kader doğanın anti tezidir”…
Friedrich Engels’in, “Dinin kökleri, insanlığın vahşi devrindeki dar ve bilgisiz anlayışlardadır”…
Friedrich Nietzsche’nin, “Dediğinize göre, dinin gerekli olduğuna inanıyorsunuz, öyle mi? Dürüst olun! Yalnızca polisin gerekli olduğuna inanıyorsunuz”…
Steven Weinberg’in, “İyi insanlara kötü şeyler yaptırmak için din gereklidir”…
Noam Chomsky’nin, “Kutsal Kitap muhtemelen edebî kanondaki en soykırımcı kitaptır”…
Voltaire’in, “Para söz konusu olduğunda herkesin dini aynıdır”…
Mao Zedung’un, “Bir ülkede sık sık dinden ve tanrıdan bahsediliyorsa ya malınıza ya da canınıza kasıt vardır”…
Karl Marx’ın, “İnsanların mutluluğunun ilk gereği, dinin ilgasıdır,”[13] tespitlerindeki üzere!
I.1) “İNANÇ” MI DEDİNİZ!
Din, eleştiriye, eleştiriye yer vermeyen muaf; itaat ve biat isteyen bir inanç sistemidir. Elbette bilmek isteyenler, soranlar için değil, inanmakla mükellef olduğuna kodlananlara aittir… Yani “Çoğu kez duyguların aldanışını, aklın tutarsızlıklarını inanç olarak tanımlarız.”[14]
“Cahil insanlar yaşadıkları dünyayı anlayabilmek için tanrılar ve şeytanlar yaratırlar, bilim bunları tedavi eder,” der Jacque Fresco.
Malum “İnsan bilmediği şeyler hakkında daima abartılı düşüncelere kapılır”ken;[15] inananlar “mutlu” olduğunu varsaysa da ancak şüphe edenler, eleştirenler bilgilidir.[16] Çünkü Thomas Aquinas’ın ifadesiyle, “İnsan sadece akılsal olduğu sürece bir insandır.”
Tam da bu koordinatlarda Albert Caraco’nun, “İman, boş şeylerden biridir ve bu dünyanın doğası üzerine insanı aldatma sanatıdır”;[17] Immanuel Kant’ın, “Hiçbir şey ilahi değildir, ancak akla uygun olan şeydir”; Elbert Hubbard, “Doğaüstü henüz anlayamadığımız doğal şeylerin adıdır”; Søren Kierkegaard’ın, “Günah kavramından dolayı gerçeklik gizlenmiştir.” “Dua etmek rabbi değiştirmez, ama dua edeni değiştirir”; Blaise Pascal’ın, “Dinsel inançlara sığmadıkça insan kötülüğü böylesine zevkle ve acımasızca asla yapamaz”; Michel de Montaigne’in, “İnsanlar, inanıyor olduklarına kendilerini inandırırlar”; Ludwig Wittgenstein’ın, “Temellendirilmiş inanışın temelinde, temellendirilmemiş inanış yatar,” notları eşliğinde dini inanışın, ancak halkı sömürenler için yararlı olduğunu görülmeli/ göstermelidir.
I.2) “TANRI” FASLI
Ludwig Andreas Feuerbach’ın, “İnsanların mezarları, tanrıların doğum yeridir”…
Alphonse de Lamartine’in, “Tanrı, dünyayı açıklamak için uydurulmuş bir sözcükten başka bir şey değildir”…
Emma Goldman’ın, “Tanrı fikri, devrin ihtiyaçlarına göre tekrar canlandırıp düzenlenerek, genişletip daraltılarak insanlığa hâkim oldu.” “Tanrıları doğuran anlayışın kaynağı, korku ve meraktır. İlkel adamın tedirgin hayali Tanrı fikrini icat etmiştir”…
Albert Einstein’ın, “Tanrı kelimesi, bana, insan zayıflığından başka bir şey ifade etmiyor. İncil’in tümü çocukça olan ilkel efsanelerdir”…
Jean Meslier’nin, “Tanrı bir kuruntudur ve ona verilen sıfatlar birbirini ortadan kaldırır ve birbirini yıkıma uğratırlar.” “Tanrıların tümünün kaynağı vahşettir.” “Tanrıya tapmak bir mevhuma tapmaktır.” “Tanrı ve din, hayalgücünün ham hayallerinden başka bir şey değildir”…
Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in, “Tanrı, her zaman, içine tüm çelişkilerin aktığı bir kanalizasyon sistemini andırmıştır”…
Baron d’Holbach’ın, “Diyorsunuz ki, doğa bir tanrı olmaksızın hiçbir şekilde açıklanamaz. Bu demektir ki, çok az anlayabildiğiniz bir şeyi açıklamak için, hiç anlamadığınız bir ilk nedene ihtiyaç duyuyorsunuz.” “Eğer kadir-i mutlak bir tanrıya inanıyorsak, mantıksal olarak, evrendeki kötülüklerden de onu sorumlu tutmalıyız.” “Eğer tanrı bu dünyadaki adaletsizliği öte dünyada düzeltebiliyorsa, bu dünyada kadir-i mutlak değildir”…[18]
Friedrich Nietzsche’nin, “Şimdiye kadar insanları ahlâklı yapmak için kullanılan tüm yollar ahlâksızlıktan geçti. Zenginler, fakirlere tanrıdan başka bir şey bırakmadılar.” “Tanrı iğrenç bir cevaptır... aslında bize konan iğrenç bir yasaktan ibarettir. Düşünmeyeceksin!”…[19]
Mina Urgan’ın, “Eğer tanrı varsa, iyi bir tanrı olması gerekir. Oysa bunca felâket var, savaşlar var, depremler var, trafik kazaları var. Hiçbir günah işlememiş insanlar, masum küçük çocuklar ölüyor. Böyle haksızlıklara izin veren, kötülüğe göz yuman bir tanrıya ben neden inanayım?”…
Bertrand Russell’ın, “Yalnızca günahları olanların tanrıları vardır,” saptamalarındaki üzere “Tanrı” kavramı dogmatik bir varsayımdır
Daha öncede belirttiğim üzere din ve tanrı kavramının kaynağı, insanın duyduğu acıda, korkuda ve tedirginliktedir. Bilmediği şeyden korkan insan(lık) açısından “Tanrıları yaratan korkudur”;[20] Lucretius’un, “Korku, dünyada tanrıları yaratan ilk şeydi,” ifadesindeki üzere…
Tanrı korkulara teslim olmuş insan(lık)ın içini rahatlatan bir masaldı; insan türünün evrensel bir hatasından başka bir şey değildi.
Korku, dünyada ilk iş olarak tanrıları oluştururken; insanların bilgisizliğiyle dünyayı olağanüstü güçlerle açıklamak isteyen dinleri/ tanrıları ortaya çıkardı. Sınıflı sömürücü yapılarda iktidara en yarayan fikir, tanrı iken; “Putları yaptıkları vakit, onları tanrı hâline getiren, oymacılar değil, onlara dua eden insanlardı.”[21]
Yani ezilenler tanrıya itaat ettiklerini sanırken, aslında onu dayatan ezenlere itaat ediyordu; “İnsanlar tanrıya inandıklarını sanırken aslında papazlara ya da despotlara boyun eğerler,”[22] vurgusundaki üzere Louis Althusser’in…
Malum: “Azınlık, geri kalan her şeyi elde etmiş olduğu için gereksinir tanrıya, çoğunluk ise hiçbir şeyi olmadığı için.”[23] Ya da Jean Anouilh’in, “Herkes Tanrı’nın kendi yanında olduğunu sanır. Zenginler ve güçlülerse bunu bilirler,” ifadesiyle altını çizdiği üzere…
İnsan(lık) tarihinde, hiç bir yerde, hiç bir tanrı ezilenlerin yardımına koşmazken; her yerde olan tanrı değil, acıydı ve akıl hiçbir zaman tanrının varlığını kanıtlayamadı; tanrı meselesinde Gertrude Stein, “Bir yanıt yok. Bir yanıt olmayacak. Bir yanıt hiç olmamıştı zaten. İşte yanıt bu!” diyor ve ekliyordu Gene Roddenberry: “Sizin tanrınız buysa, pek de etkileyici değilmiş. Çok fazla ruhsal sorunu var, kendini çok güvensiz hissediyor. Yedi gün boyunca kendisine tapınmanızı istiyor. Tutup hatalı insanlar yaratıyor, sonra da kendi hatası için onları suçluyor. Kendisi, Yüce Varlık kavramı için oldukça kötü bir örnek.”
“Kutsal Kitap”larda yazıldığı gibi, tanrı insanı tasarlayıp yaratmadı; tam tersi insan korkularının ürünü tanrı kavramını yarattı. Söz konusu paradoksla “İnsanların tarihi, tanrı’yla anlaşmazlıklarının tarihidir; o bizi anlamaz, biz de onu anlamayız,”[24] der José Saramago…
I.3) DOĞMA
Din, “Kim Kur’an hakkında kendi görüşüyle konuşursa isabet etse dahi hatalıdır,”[25] diyen bir doğmadır.
Hem de; “Demokratik Cumhuriyetler beşeri (zalim ve hakkı bilmez insan elinden çıkmış) kanunları uyguladılar, ama Müslümanların elinde ilâhî naslara dayanan bir hukuk, bir fıkıh vardır ve bunu uygulayarak -gayr-i müslimler ve azınlıklar dahil- herkesin mutlu olacağı bir sonuca ulaşmak mümkün olacaktır,”[26] diyebilecek kadar toptancı!
Bunlarla birlikte dinsel doğma ya da bizzat İslâmî teori sınıfsal ayrımı meşru, tanrısal ve kader olarak görür. Öyle ki bu gerçeği reddetmek, Kur’an’da, “Allah’ın nimetini inkâr etmek” (Nahl: 71) olarak nitelendirilir.[27]
“Nasıl” mı?
i) “Allah rızk hakkında bir kısmınızı bir kısmınızdan üstün kıldı. Kendilerine fazla rızk verilenler ellerinin (emirlerinin) altındakilere rızklarını, kendilerine eşit olacak ölçüde çevirip verici değillerdir.” (Nahl: 71)
ii) “... Mülkiyetiniz altında bulunan kölelerin size verdiğimiz rızklarda ortaklarınız olup, sizinle ortak paya sahip olmalarına razı olur [musunuz?]” (Rum: 28)
iii) “... Size verdiği (nimetler) hususunda sizi imtihana çekmek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.” (En’am: 165) ifadelerindeki üzere…
Ayrıca tanrının ölçüsüz ve adaletsiz dağıttığı mal-mülkü, zenginliği “rızk” ölçüsüne oturtarak meşrulaştıran, keskin sınıf ayrımı ifade eden ayetlere de şu örnekler verilebilir:
i) “Baksana, insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır. Elbette ki ahiret derece ve üstünlük bakımından daha büyüktür.” (Isra: 21)
ii) “Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır.” (Isra: 30)
iii) “Ey Muhammed, de ki ey mülkün maliki Allah’ım, dilediğine mülkü verir, dilediğinden alırsın, dilediğini şerefli (aziz) kılar, dilediğini zelil (aşağılık, düşük) edersin. Hayır senin elindendir.” (Al-i İmran: 26)
Bir şey daha: İslâmın ekonomisi köle emeği, talan ve ticaret üçlemesi üzerine otururken;[28] İbn-i Haldun’un dediğine göre, Hz. Muhammed tüccarı “Şehitlerle eşdeğer” görmektedir.[29]
Bunlara ek olarak: “Kur’an ve Hadîs hükümleri olarak hastalık denen şeyin sâri olmadığını, Tanrı izni olmadan sirâyet edemeyeceğini, vebâ (tâun) gibi hastalıklar için dahi durumun bu olduğunu, hastalıktan ölenlerin ‘şehid’ olarak Cennete ulaşacaklarını öğretirler. Öğretirken de ‘Cahiliyyet’ dönemindeki Arap’ların yanlış inançlara kapılmış olarak hastalığı sirâyet eder sandıklarını ve bu eski Arap inanışlarının Muhammed tarafından değiştirilerek ‘Hastalık sâri değildir, Tanrı izni olmadan sirâyet etmez, sadece develerde sirâyet eder’ şekline dönüştürüldüğünü ve böylece Arap’ların geriliklerden kurtarılıp uygarlığa kavuşturulduklarını anlatırlar.”[30]
I.4) HOŞGÖRÜ (MÜ?)
Din, hoşgörülü falan değildir; doğası gereği ötekileştirir.
“Nasıl” mı? Gayet basit…
Mesela, “Müslümanlar Allah katında yegâne dinin İslâm olduğuna inanırlar. Aslında bütün dinlerin mensupları böyle inanır. Çünkü böyle inanılmayan bir dinde kalmanın mantığı olmaz. Son semavi din İslâm olduğuna göre tarihsel olarak da, mantıken de Müslümanların, iddialarında haklı oldukları açıktır. Bugün İslâm’ın diğer iki semavi dinden farkı, onlara da bir statü vermesi ve onları da hesaba katmasıdır. İslâm bu statüyü yüceltici bir kavramla ifade eder ve bu iki dinin mensuplarına ‘Ehlikitap’ der. Bunun zıddı elbette ‘kitapsız’lıktır. İslâm, Ehlikitabı hukuken müşriklerden ve ateistlerden farklı bir yere koyar,”[31] ifadesindeki üstenci söylemin tarif ettiği gibi…
Ya da “Müslüman, Peygamberi’nin vahiy yoluyla alıp tebliğ ettiği bilgilerin ‘hakikât bilgisi’, Peygamberi’nin temsil ve telkin ettiği ahlâkın da ‘en güzel ahlâk’ olduğuna iman eder. Bu hakikâta uymayan bilgiler ve inançlar hak değil, ‘batıl’dır. Bu ahlâka ters düşen ahlâk anlayış ve yaşayışları da ‘güzel ahlâk’ değildir. Müslüman bu hakikât ve ahlâk anlayışına sahip olduğu için ‘herkesin dini ve ahlâkı kendinedir’ der, ama her din ve ahlâka eşit mesafede olmaz… Objektif (dışa vuran) imanda ve fazilette eşit olmayanlara eşit muamele etmek zulümdür. Hasılı Müslümanlar kırmızı çizgilerini ve zorunlu mesafelerini kaybettikleri zaman kendilerini de kaybetmiş olurlar,”[32] satırlarındaki seçiciliğin sergilediği gibi…
Şimdi biri kalkıp da, “Gerçek İslâm bu değil” diyebilir!
Ancak Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Rifat Okudan’a dininin cahili denebilir mi şimdi? 2003 tarihli bir “makalede” cinsel ilişkiye giren bir kişinin, ilişki sırasında “hocasını, şeyhini hatırlaması durumunda, doğacak çocuğun bereketli ve güzel ahlâklı doğacağını” öne süren bir “ilahiyatçı”dır bu zat.
Öte yandan Joan Huizinga, hastalıklı dindarlığa örnek olarak kimi Hıristiyan imanlıların, ölmüş Hıristiyan azizlerinin bedenlerinden parçalar kopardıklarını, bazılarının o parçaları şifa niyetine yediklerini yazar örnekleriyle. Kralın elinin dokunmasıyla hastalığının iyileşeceğine inananlardan da söz eder.[33]
Bir Müslüman, hem bir yandan “İslâm dini hoşgörü dinidir,” der ve hem de aynı zamanda Kur’an’ın: “İslâmdan gayrı bir dine inananlar sapıktırlar,” hükmünü benimser. “Bu iki düşüncenin birbirine zıt, tersi olduğunu düşünmez. Hem bir yandan Kur’an’ın ‘Dinde zorlama olmaz’ şeklindeki hükmüne sarılabilir ve hem de aynı Kur’an’ın, ‘müşrikleri’ (puta tapanları) İslâma zorlamak için ‘Müşrikleri öldürünüz’ şeklindeki emrini rahatlıkla uygulayabilir. Bu iki davranışın çelişkili ve bağdaşmaz olduğunu fark etmez.
Bir yandan ‘Tanrı dileseydi puta tapmazlardı’ şeklindeki şeriat hükmüne inanırken diğer yandan puta tapanların Cehenneme atılacaklarına dair hükmü doğal kabul etmekten geri kalamaz ve bu iki hükmün çelişir şeyler olduğunu düşünmez.
Öte yandan ‘Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslâmîyete açar, kimi de saptırmak isterse... kalbini dar ve sıkıntılı kılar’ şeklindeki hükme inanır fakat aynı zamanda bu hükmün uzatması ‘Allah, inanmayanları küfür bataklığında bırakır’ şeklindeki satırları doğal bulur. Bu iki hüküm arasında çelişme olduğunu aklından geçirmez.”[34]
Unutulmasın: İslâm dininin temeli Kur’an’dır ve onun da ikircimli (koşullara göre) tavrı “sır” değildir.[35]
O hâlde meseleyi asılsız öznel varsayımlardan ayıklamak “olmazsa olmaz”dır, ve “Dinde zorlama yoktur”;[36] “İslâm barış dinidir”;[37] “İslâm’da asıl olan hayat ve barıştır”;[38] “İslâm sosyalizme yakın düşen bir din!”[39] ya da vb’leri asılsız hurafelerdir…
Söz konusu varsayımların gerçeğinden ne kadar kopuk olduğunu görmek, kavramak için dahi olmak gerekmiyor. Çünkü görünen köy kılavuz istemez…
Örneğin “Türkiye’de, ‘şeriat’ denilince tüyleri diken diken olan tuhaf insanlar var! Sadece Türkiye’de var bu tür tuhaf insanlar. Şeriat’ın ne olduğu, ne demek olduğu sadece Türkiye’de bilinmiyor!...
Din, hakikâtin kaynağıdır; şeriat ise hayatın. Hakikâtin hayat olmasının; hakikâtin izinin sürülmesinin menbaı.
Şeriat’ın sözlük anlamı, ‘su içmek veya su getirmek için girilen açık ve düzgün yol’dur. Şeriat’ın terminolojik/ ıstılâhî anlamı ise, ‘insanın susuzluğunu gidermek, saadete erişmek için günlük hayatının her safhasında tutması gereken yol’dur.
O hâlde şöyle bir cümle kurabiliriz: Din, pınardır; şeriat ise pınardan akan ırmak. Irmak ne kadar gürül gürül akarsa, din de o kadar muhkem bir şekilde hayat bulur, hayat olur ve hayat sunar insanlığa ve bütün varlığa,”[40] türünde “kendinden menkul güncellemeler”le, -salt şeriat pratiğine bakarak dahi- “Evet” diyebilmek mümkün mü?
Ha, birisi kalkıp da, “Gerçek Müslümanlık dediğimiz ilk 15 yılda hayat bulabildi. Yani 1400 yılda 15 yıl. Hz.Ömer’den sonra artık biz yeryüzünde gerçek Müslümanlığın yaşadığını göremedik,”[41] diyecek olursa; dinin seçmeli bir niyet meselesi olmadığını anımsamak bile yeter de artar! Kaldı ki, sadece 15 yıl hayat bulabilmiş bir “şey”i bu denli tartışmak niye?
Dini, dinciliği “niyet”inize göre kavrayıp, sunamazsınız. Ancak bunu “Ben AKP için İslâmcı demem. Çünkü İslâmcı programları yok… AKP ve Erdoğan başta İslâm ile parlamenter anayasal sistemi uzlaştırmaya çalıştı,”[42] diyen Olivier Roy’un cehaletiyle ele alırsanız; birkaç adım sonra gülünç duruma düşersiniz!
Bu arada Tunceli Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Yavuz Çobanoğlu, İslâmcılık ile şiddet arasında ciddi bir ilişki olduğunu belirtir[43] ve İslâmcıların demokrasiyi “sadece kendi ölçütleriyle” tanımladıklarına[44] dikkat çekerken; ABD’deki Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden Profesör Hakan Yavuz’un, ülkenin geçirdiği dönüşümü “Türkiye’de İslâmî kesim Protestanlaşıyor ve İslâmsız bir İslâm oluşuyor,”[45] yorumuyla açıklamasına veya “Eğer demokrasiden maksat, siyasal katılım (seçim), azınlığın veya çoğunluğun birbirine tahakkümünün önlenmesi, kişi hak ve özgürlüklerine riayet edilmesi vb. faktörler ise bu faktörler İslâm’da kendiliğinden uygulanabilir durumdadır. Uygulanmıştır da... Ancak İslâm gene de bundan daha fazlasını kendi tabiiyetinde (uyruğunda) yaşayanlara vaat ediyor. O, insanlara ‘insan hakları’nın değil, kul hakkının teminatını veriyor,”[46] diyebilen Rasim Özdenören’in şecaat arz ederken sirkatini söylemesine ne diyebilirsiniz ki?
“Atış serbest” denilen bir yerdeyiz; işte birkaç örnek…
i) “İnsanlığı felaketten kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi, îmânı ve ameli bozuk devletler değil; Emevîler, Tîmûr oğulları ve Osmanlılar gibi, Ehl-i sünnet olan milletler olmuştur”![47]
ii) “Müslüman kimlik modern dünyada kurulurken İslâm’ın hümanist geleneğiyle bağı koptu. Bu bağ kurulabilirse sivil bir dindarlık güçlendirilebilir”![48]
iii) ‘Yeni Şafak’ yazarı Hayrettin Karaman’ın LGBTİ bireylere yönelik nefret söylemi içerikli yazısının inançlı LGBTİ bireyleri dinden soğuttuğunu belirten Türkiye LGBTİ Birliği kurucusu ve LGBTİ Der Yönetim Kurulu Başkanı Muhammed Cevat, “İslâm hoşgörü dinidir,”[49] dedi!
iv) “Dünyevileşmiş ve adeta serbest pazar ekonomisinin şartlarına adapte olmuş dindarlık yerine, hayatımızın her alanını güzelleştiren bir dindarlığa ihtiyaç var”![50]
v) “Bundan sonraki zamanlarda insan dindar olabilir ama dinsel düşünme dahil, bilimsel düşünme dışındaki hiçbir düşünüş biçimi ile varlığını sürdüremez görünmektedir”![51]
vi) “AKP’deki talebelerimle iftihar ediyorum. İki yönde çok net ilerleme görüyorum. Sosyal siyasetin uygulaması, sosyal refahın sağlanıp sonra da sosyal barışın olması… Biz katiyen anti-Amerikan olmayız. Batı’yla problemimiz olmamalıdır, hele Amerika’yla hiç olmamalıdır”![52]
Burada durup Georg Wilhelm Friedrich Hegel’den aktaralım: “Din zamanımızın gücü değil, güçsüzlüğüdür”!
Siz bakmayın “Klasik Marksizm tarihi sınıflar mücadelesi ve üretim biçimleri ve onun geçişleri olarak ele alan Marksizm’dir. Modern Marksizm tarihi dinler tarihi (Toplumsal ilişkiler ve üstyapısal biçimler) olarak ele alan Marksizm olmalıdır ve olacaktır,”[53] türünden “yenilikçi”(?!) vaazına!
“Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir... Din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir,” diye Karl “Marx’a göre din, üst sınıfların halkı uyuşturmak için başvurdukları bir afyondur. Din halkın yalancı mutluluğudur, halkın gerçek mutluluğa kavuşması onun silinmesine bağlıdır. Tolstoy ise dini insanların gerçek mutluluğunun ilk şartı sayar. Bu bakımdan, Kont Tolstoy’un dünya görüşü -dinselleştiği ölçüde- emekçi sınıfının sosyalist dünya görüşüyle çatışır.”[54]
Din denildiğinde, bir insan için ne gibi bir anlam oluşturduğu, bireyin ve toplumların yaşamındaki yeri gibi basit sorular geliyor akla. Zira din kelimesini telaffuz ettiğimizde, onun yoğun çağrışımlarından da kurtulamıyoruz. Oysa ki durum son derece basit; kavramların, inançların, düşüncelerin izini geriye doğru takip etmek gerekiyor.
Din, her çağda olduğu gibi bugün de insanlığın önünde öncelikle tanımlanıp, sonra da gerektiği yere konulması gereken inanç ve olgu olarak büyük bir karmaşa hâlinde öylece duruyor. Din olgusu ve tarihini, tüm dinlerin toplumsal kökenlerini inceleyen Paul N. Siegel, hiçbir dinin birbirinden üstün ya da aşağı olmadığını ve ortaya çıkış nedenlerinin de aynı olduğunu anlatır. Ama süreç bu kadar basit değil. Din, bin yıllardır insanlığın kafasını meşgul etse de insanın yakasını bir türlü bırakmamış. Zira hep iktidar yapılarını gereksinmiş.[55]
Açlık, sefalet, haksızlık ve baskıların olmadığı yerde din, kendisini hiç hissettirmemiş... Peki nedir din? Müslüman, Hıristiyan Katolik, Protestan, Musevi vb. her toplumun kültürel, antropolojik tarihsel yapısına göre biçim alan din, özünde niye aynı? En önemlisi de, herhangi bir din neden, içeriğinde insana yapılan her türlü zulmü de yanına almadan var olamıyor?
“Din nedir?” sorusunun yanıtını dile getirirken, bazılarımız, Karl Marx’ın “din, halkların afyonudur” saptamasının artık bir klişe olduğunu söyleyebilir. Ancak söz konusu saptamanın bağlamları oldukça somut ve yerli yerinde dururken, “afyon” vurgusunun az bile kaldığını söylemeliyiz. Zira mevcut iktidarların dini en önemli bileşenleri hâline getirmeleri boşuna değil.
Dinin, tarihsel olarak toplumsal düzenin bir payandası görevini layıkıyla yerine getirmesine dikkat çeken Marksizm, onun, insan ve toplumlar üzerindeki engelleyici etkisini tespit ederek, insanlığın önüne çok büyük bir ışık tutar.
Din bin yıllardır insanları despotluk, açlık, haksızlık karşısında kendi içlerine çekilmeye, tevekküle çağırır. Din analizini ezen-ezilen ilişkisi üzerine oturtan Marksizm ise bunun iktidar sahiplerine sağladığı rahatlığı ve yararı açığa çıkardığından, egemenleri rahatsız eder.
Kimileri “İslâmcılık bir açıdan liberalizm veya sosyalizm gibi köksüz bir uluslararası entelektüel harekettir”[56] ya da “Toplumsal İslâm, dolayısıyla demokratik İslâm ideolojik ve siyasi olarak yelpazenin solundadırlar… Hatta dinler içinde, mezhepler içinde, tarikatlar içinde sol ve sosyalizme güçlü temel olacak değerler vardır,”[57] “İslâm ve barış bir iradedir,”[58] tekerlemelerine takılsalar da!
Bu tekerlemeleri tekrarlamaktan haz edenler, İslâm (ya da herhangi bir tek tanrılı din) adına konuşanların neden her zaman egemenler (yöneticiler, zenginler, komutanlar) olduğu ve yoksulların, ezilenlerin “din” adına konuşmaya kalktıklarında “Rafızî/ Müşrikj” vb. damgası yiyip, katliama uğratıldığını açıklamak durumundadır.
I.5) İSTİSMAR ARACI
“Din halkların afyonudur” diyen Karl Marx’a göre din, sömürü ve baskıların ürettiği acıyı hafifleten bir yanılsama hâli veya kuruntudur; ama aynı zamanda da yönetici sınıfın hâkimiyetini meşrulaştıran bir mitler dizisidir. İnsan ürünüdür ve “toplumsal kontrolü” sağlayan bir mekanizma olarak iş görür.[59]
Samuel Beckett’in, “Bir tapınak dikmek, gökten oraya tapınacak bir şey indirmekten daha kolay,” vurgusundaki gibi din egemenlerin “hoşgörü” kılıflı istismar aracıdır.
Hem de Friedrich Nietzsche’nin, “Zenginler fakirlere tanrıdan başka bir şey bırakmadılar”; George Orwell’in, “Tanrıyı övüp ceplerini doldurdular”; Umberto Eco’nun, “Dünya; zengin din adamlarının, yoksul ve aç insanlara erdem üzerine vaaz ettikleri bir rezillik yeridir”; Albert Einstein’ın, “Rahipler, eğitimi kontrol edip, sınıf ayrımını kurumsallaştırdı ve sosyal davranışlarına yön verdikleri geniş ölçüde bilinçsiz halkı güdecek bir değerler sistemi yarattılar”; Jean Mesliern’in, “Çıkar duygusuyla hareket edenler inanmayanlar değil, inançlı geçinen rahipler ve her dinden meslektaşlarıdır,” ifadelerindeki üzere…
Bu, evvelden ahire böyledir; “Bir tiran, dine alışılmadık bir bağlılık görüntüsü sergilemelidir. İnsanlar, tanrıdan korktuğunu ve dindar olduğunu düşündükleri bir hükümdarın yasadışı muamelelerinden daha az endişe duyarlar. Öte yandan, içinde tanrıların olduğuna inandıklarından, ona daha zor başkaldırırlar,” saptamasındaki üzere Aristoteles’in…[60]
Din doğması, ayetler, sureler ve hadis-i şerifler “talan düzeni”ni gizleme, meşrulaştırma, istismar aracıdır. Örneğin ekmeğini teolojiden kazanan Moskova Patriği “aziz” Kiril ve şürekâsı, ayinlerinin birçoğunu Ekim Devrimi ve Bolşevizm düşmanlığı üzerine tesis etmekteydiler.
Kolay mı? Monarşi, otokrasi, mutlakiyetçilik ve oligarşi tipi devlet aygıtları her zaman Rus Ortodoks Kilisesi’ni cezb etmiştir. Onların Leninistler’den nefretinin asıl sebebi mülkiyet dönüşümüdür. Zira 1918 tarihli Sovyet Anayasası’na göre dini kurumların, yani kilisenin ve manastırların özel mülkiyet edinme hakkı ilga edilmişti. Dinin dünyevi hayattaki “toplumsal rolüne” bu şekilde gem vurulmuştu. Laiklik, ancak ruhban sınıfının mülkiyetine el koymakla inşa edilebilirdi. Peki, başka ne yapmıştı Bolşevikler? Çarlık döneminde Ortodoksluktan döndüğü için beden cezasına çarptırılanları, bu yüzden Sibirya’ya sürgün edilenleri; manastırların hektarlarca topraklarında köle gibi çalıştırılanları özgürleştirmişlerdi. Kilisenin karın ağrısı, manastırın tahakkümü altındaki topraklara el konulması ve yerel tarım komitelerine tevzi edilmesiydi. Yoksul köylü yığınlarıyla mülkiyetini paylaşmak istemeyen bir ruhban sınıfı düşleyebiliyor musunuz? Hele o Slav köylerinde şatafatlı dini mabetlerin etrafına yuvalanmış harabe köylü barınakları! İşte Sovyet devriminin temel amaçlarından biri de kırın sınıfsal görüntüsünü değiştirmekti.
Paha biçilmez kol saatleri, lüks makam araçları, İsviçre’deki villasının “tanrının bir lûtfu” olduğunu iddia eden Patrik Kiril’e göre Bolşevikler münkir, kâfir, zındık, mürted, sapkın; Putin ve hempası (oligarklar) ise dostları. Onun 2012 seçimleri öncesinde Vladimir Putin için “Tanrı’nın hediyesi” demesi bir tesadüf değildi elbet.[61]
Öte yandan yüzlerce yoksul kızın, yazları zenginlerle geçici olarak evlendirildikleri Mısır’da; tatili biten yabancı damatlar ülkelerine döndüklerinde evlilikleri bitiyor. ‘The Independent on Sunday’ın ‘Yaz Gelinleri Skandalı’ başlıklı haberine göre, bir aracının kız çocuğu olan fakir ailelerle, genellikle Suudi Arabistan’dan gelen zengin erkekleri bir araya getirmesiyle evlilikler düzenleniyor. Aralarında Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt’in de olduğu Körfez ülkelerinden gelen zengin erkeklerin, ailelere 18 yaşın altında olan kızlar için para ve hediye verdikleri, “gelin fiyatı”nın 320 ile 3200 sterlin arasında değiştiği belirtildi.[62]
Bu hikâye hemen her yerde aynıydı;[63] “İslâmî kesimde bir süredir mala mülke düşkünlük, güç ve servetin cazibesine kapılmak, İslâm’ın ahlâki değerlerini ihmal etmek gibi eleştiriler okuyoruz. Şevket Eygi ağabeyin ‘eski mücahitler yeni müteahhitler, din baronları’ gibi kavramlarla ve sert bir üslupla öteden beri yaptığı eleştiriler buna bir örnektir,”[64] yollu Taha Akyol’un itirafı ve devamındaki üzere:
“Siyasi iktidar, eğitim ve artan refah gibi faktörler muhafazakâr kesimde bir ‘İslâm sosyetesi’ yaratıyor. Bu ‘İslâm sosyetesi’ kavramı Yeni Şafak’ın kaliteli yazarlarından Faruk Beşer’e aittir, şöyle diyor: ‘Muhafazakâr insanlarda bile müthiş bir ‘gösteriş tüketimi’ ya da şımarık tüketim görüntüleri gözlemlenir oldu. Sonradan görmüşlüğün bir göstergesi olarak lüks arabalar ve cipler hiçbir gelişmiş Batı ülkesinde olmadığı oranda çoğaldı. Tesettürlü ve de muhafazakâr bayanlarımızı bile ağızlarında sigara, türbanlarının üzerine kaldırılmış at nalı gibi güneş gözlükleri ile en lüks ciplere kurulmuş havalı bir endam ile artık sıkça görebiliyoruz.’ Sayın Beşer doğru bir gözlemle, toplumda ‘dini değerlere yönelişle birlikte dünyevileşmenin de arttığını’ belirtiyor.”[65]
Patrick Haenni’ye göre, İslâmcılığın ekonomik ve kültürel alanlarda kendisini ifade ediş tarzı yeni piyasa mantığının gölgesi altında gerçekleşiyor.[66] Yeri geldi altını ısrarla çizerek hatırlatalım:
Charles Darwin’in, “Seni cennet vaadiyle kandırıp fakirliğe mahkûm edenlerin hayatlarına bir bak, bu dünyada cenneti yaşadıklarını göreceksin”; Ludwig Andreas Feuerbach’ın, “İnsanları geliştirmek mi istiyorsunuz, o zaman onlara günahlar hakkında vaaz vermek yerine daha iyi yemekler verin”; Friedrich Nietzsche’nin, “Cevapları diz çökerek ve gözleri kapalı arayanlardan daha cahil ve işe yaramaz insan yoktur,” sözleri bir istismar aracı olan dinin deşifresi için asla unutulmaması gerekenlerin başında gelir.
I.6) “DEMOKRASİ”
2015 Ağustos’unda piyasaya çıkan ‘It is About Islam/ İslâm Hakkında’ başlıklı yapıtında Glenn Beck, “Demokrasi, sadece bizi hedefimize ulaştıracak bir trendir,” dendiğini hatırlatıp ekler: İslâm’da hiçbir zaman demokrasi tanrının kurallarının (şeriatın) üstünde olamaz. “İslâmî demokrasi” anlayışına göre, halkın temsilcileri değil, İslâmî kuralları uygulayan liderler ülkeyi yönetmelidir.[67]
Evet, İslâmî demokrasilerde seçimler yapılır, anayasalar yazılır ama bunlar Kur’an ve hadislerin önüne geçemez. Nitekim Müslüman Kardeşler örgütünün lideri Şeyh Karadavi, “Kuralları Allah koyar; biz sadece boşlukları doldururuz,” demişti.
Görülmesi gerek: Dinler, demokratik kültürü desteklemiyor. Çünkü din kurumu mutlakiyetçiyken; kişiler ise düşünüp/ eylerken dini referanslara ne kadar başvuruyorsa, orada demokrasi derinleşemiyor.
Tam da bunun için Gore Vidal’ın, “İnsanlık düşmanı üç din ortaya çıktı: Musevilik, Hıristiyanlık ve İslâm. Bunlar gök-tanrı dinleri. Tamamen ataerkiller (tanrı her şeye gücü yeten baba) ve bu yüzden gök-tanrı ve onun dünyalı delegelerinin etkisinde kalan ülkelerde 2000 yıldır kadın düşmanlığı var. Gök-tanrı kıskanç tabi ki. Yeryüzündeki herkesten tam itaat bekliyor çünkü o tek bir kabile için değil bütün insanlar için orada. Ona karşı gelenler onun dinine inandırılmalı veya öldürülmeliler. Sonuçta, totalitaryanizm gök-tanrının amaçlarına hizmet edebilecek tek politik sistem. Herhangi bir liberal hareket onun ve dünyalı delegelerinin otoritesini tehlike altına sokuyor. Tek tanrı, tek kral, tek papa, fabrikada tek usta, evde tek baba-lider,” çözümlemesindeki üzere demokrasi önündeki en büyük engel dinin kendisi olup çıkıyor.
Bu durumda açıkça ifade etmeli(yiz): Demokrasimsi bir din (İslâm), dinci (İslâmımsı) bir demokrasi ol(a)maz! Daha somut konuşalım siyasal İslâm ile bir pratik olarak demokrasi kavramı bir arada ol(a)mazlar!
Siyasal İslâmın herhangi bir türünün iktidarda olduğu coğrafyada semavi yasalar mı geçerli olacaktır, dünyevi yasalar mı? Farklı bir deyişle yasalar kaynağını Kur’an’dan (tartışılmazlık ve değiştirilemezlik zırhına sahip yasalar) mı alacak; yoksa özgürce tartışılabilir, değiştirilebilir yasalardan mı?
İlk seçenek geçerliyse o toplumda demokrasiden söz edilemez. Tersinde ise edilebilir. Ya da toplumda herkesin uymak zorunda olduğu yasalar dinsel yasalar mı olacak, yoksa “kul yapısı” yasalar mı?
1789 Fransız Devrimi’nden başlayıp 1848’e kadar uzanan süreç “kul yapısı” yasalarla sadece aristokrasi iktidardan uzaklaştırılmadı, Kilise’ye de gereken yanıtı vererek ilan etti: Egemenlik kayıtsız şartsız yurttaşlarındır.
Din (İslâm) böyle bir yanıt verdi mi, verebilir mi? Bizce “Hayır!”
Ancak kimileri; Abdullah Öcalan’ın Kurban Bayramı vesilesiyle yayımladığı mesajla, “Hazreti Muhammed’in Medine Şûra çalışmaları örnek alınıp, Şeyh Said gibi tarihi kişiliklerin ruhuna uygun olarak” ‘Demokratik İslâm Konferansı’ çağrısında bulunduğu[68] üzere, “Medine Sözleşmesi”ne işaret edebilirler.[69] Burada “Medine Sözleşmesi”nin iktidarlaşma amaçlı lafzı ile iktidardaki pratiği “es” geçilmemelidir!
Hayrettin Karaman, “Kimi insanlar İslâm’a söz gelmesin diye İslâm ile demokrasiyi aynılaştırmaya çabalamakta, bunların birbirleriyle bağdaştığını iddia etmektedirler. Bu yüzden de demokrasiyi; bir mekanizma, bir teknik, bir siyasi otoritenin ve iktidarın elde edilişini ve kullanılışını sağlayan bir araç olarak ele alırlar. Bunların karşılığı olarak da hilafeti, imameti, bey’atı ve şurayı öne çıkarıp kullanarak bunların demokrasi ile bağdaştığını savunurlar. Hâlbuki demokrasinin bir üzerine oturduğu zihniyet, bir de bunu yürüten mekanizma, yani pratiği vardır. Demokrasinin oturduğu zihniyette, felsefi temelde beşerin Yaratan’a denkliği, üstünlüğü veya bağımsızlığı vardır. Burada insan Allah’tan bağımsızdır. Demokrasinin esası budur ve bunun İslâm ile katiyetle bağdaşmayacağı kanaatindeyim. Eğer bu noktada anlaşıyorsak, bütünüyle (felsefesi ve tekniği ile) demokrasi Müslümanların siyasi sistemi olamaz. Ancak demokratik mekanizma, İslâm ve siyaset teorisinin ilkeleri doğrultusunda -daha iyisini buluncaya kadar- kullanılabilir,”[70] diye bas bas bağırırken, Diyarbakır’daki Demokratik İslâm Konferansı’nda kimi katılımcılar Medine Sözleşmesi üzerine tebliğler sundu ve günümüzde de bu sözleşmenin benzerinin uygulanabileceğini ileri sürüyorlardı!
“Günümüzde dinler arası rekabet ve çatışmanın önlenmesi ya da Türkiye’deki Sünnî-Hanefî mezhebi egemenliğini dizginlemek için ‘Medine Sözleşmesi’ni önermek abesle iştigal etmektir.
Sünnî-Hanefî mezhebi tahakkümüne son verilmesi için yapılacaklar bellidir: Laiklik prensiplerinin eksiksiz uygulanması. Laiklik kısaca nedir?
Devlet bütün dinlere ve dinsizlere eşit davranır. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum olmaz. Okullarda din dersi verilmez. Her din kendi öğretisini ve kendi cemaatinin olanakları ile isteyenlere öğretir. Hiç kimse bir dine girmeye ve dinsizliğe zorlanamaz. Dinler mabetlerini cemaatlerinin olanakları ile yapar ve işletir. Devlet hiçbir dine mabetlerinin inşası ve yaşatılması için kaynak ayırmaz, yardım yapmaz. Devlet hiçbir dinin mabetlerinin giderlerini karşılamaz, vergiden muaf tutmaz. Her din ve dinsizler inanç ve düşüncelerinin propagandasını serbestçe yapabilir. İnanışına uygun kıyafetler giyebilir. Devlet konuya sadece yukarıdaki hakları korumak açısından müdahil olur.
Günümüzde hiçbir devlet Medine Sözleşmesi yapamaz. Medine Sözleşmesini yapanlar devlet olmayan bir şehirdeki kabile şefleri ya da dini liderlerdi.”[71]
Özetle “Siyasal bir ideoloji olarak İslâmcılık, her ne kadar kaynağını dinden alsa da dünyevi bir ideoloji”yken;[72] bir neo-liberal için de dünya vahşidir ve güçlü olan sağ kalır; siyasal İslâmcı için de dünya kafirdir ve cihatla, şeriatla tanrının düzeni gelir. Ne kadar da benziyor değil mi?
II) DİNSEL PRATİKLAR
“Hangi din” sorusuna hâlâ yanıt aranan zamanlarda, temeli ahlâk olması gerektiğinden söz edilen dinin iktidarlaşmasıyla bir istismar ve saldırganlık aygıtına dönmesi onun gerçek manasını da vermektedir
Malum din(ler)in en yalın hâli, lafziyatı değil, pratikleridir!
Çünkü “Tüm dinler ahlâkı, itaatin, yani gönüllü köleliğin üzerine temellendirmişlerdir. Bu nedenle daima herhangi bir siyasi organizasyondan daha tehlikeli olmuşlardır. Çünkü ikincisi şiddet kullanımına, birincisi özgür iradenin yıkılmasına yol açar,” saptamasıyla Alexander Herzen’in altını çizdiği özellikler konusunda ekler “Ahlâkın dine bağlı olduğu ve adaletin ulu bir yetkeye bağımlı hâle getirildiği yerde en ahlâksız, en adaletsiz, en kepaze şeyler meşrulaştırılabilir ve yerleştirilebilir,”[73] diye Ludwig Andreas Feuerbach da…
II.1) HIRİSTİYANLIK
Galileo Galilei’nin, “Kitabı Mukaddes gökyüzü cennetine giden yolu gösterir, gökyüzünde neler olup bittiğini değil”; Mark Twain’in, “Hıristiyanların Kutsal Kitap’ı eczaneye benzer. İçindekiler hiç değişmez, ama tıbbî uygulama değişir”;[74] Kurt Tucholsky’nin, “Kilise önleyemediğini kutsal kılar”; Victor Hugo’nun, “Avrupa zekâsının her adımı, ruhban sınıfına rağmen atılmıştır”; Robert G. Ingersoll’un, “İncil’in etkisi okuyan kişinin cahilliği ile doğru orantılıdır,”[75] notunu düştüğü Hıristiyanlık’a ilişkin olarak unutulmaması gereken ilk şey: Tevrat (Eski Ahit) , İncil’in anası ve İncil (Yeni Ahit) de Tevrat’ın devamıdır. Hıristiyan dünyasında ikisine birden “Kutsal Kitap” (Bible) denir. Kur’an’da da Tevrat’tan ve İncil’den aktarımlar vardır.
Tevrat ve devamı İncil’de Sümer mitos ve destanlarından, Mısır tarih, din ve kültüründen aktarım ve alıntılar bulunması, bebek Musa’nın Nil’e, Akad kralı gayri meşru Sargon’un Fırat’a sepet içinde bırakılması ve benzeri örtüşmeler Tevrat ve İncil’in insan eliyle yazılmış olmaları ihtimalini akla getirmiyor mu? İnananlar (müminler) için bunun hiçbir önemi yok![76]
Bu işin bir yanı; Katharlar üzerine Haçlı Seferi sırasında Roma adına gerçekleştirilen Beziers Katliamı’nda başpapaz Arnaud Amaury’nin, “Hepsini öldürün, tanrı kendi kullarını ayırır,” ifadesinde vücut bulan pratiğiyle malûl ötekine gelince!
Aziz Augustinus’un (MS 354-430), “Bir kovuşturma vardır ki, haksızdır; dinsizlerin İsa’nın Kilisesi’ne yaptıkları bu türdendir. Bir de haklı kovuşturma vardır; o da İsa’nın Kilisesi’nin dinsizlere karşı yaptığı kovuşturmadır... Kilise, sevdiğinden kovuşturur; dinsizler ise zalimliklerinden,” itirafına ilham kaynağı olan “Kitabı Mukaddes”ten birkaç örnek:
“Çocuğunu terbiye etmekten geri kalma; onu değnekle dövsen de ölmez. Onu değnekle döversen canını ölüler diyarından kurtarırsın.” “Kilise Mesih’e ne kadar bağımlıysa, kadınlar da kocalarına her durumda o kadar bağımlı olsunlar.”[77]
Kim ne derse desin; Friedrich Nietzsche’nin ifadesiyle, “Hıristiyanlık bu dünyadaki her şeyin ‘ölümün ardından gelen’den daha önemsiz olduğunu söyler. Bu yaşamda önemliymiş görünen şeylere sırtımızı dönüp, ahiret için çalışmamız gerektiğini anlatır. Ama, bunu yaparsak yaşamın kendisine sırtımızı dönmüş oluruz.”
Kolay mı?
“Matbaanın keşfi üzerine papaya yazdığı mektubunda İngiltere Kralı Henry VII’nin ünlü Başpapazı Kardinal Wolsey (1471-1530) şöyle diyordu: Matbaanın keşfedilmesiyle kitap yayınlarının çoğaldığı ve eğitim ve öğrenimin geliştiği doğrudur; fakat aynı zamanda (fikir ve görüş) ayrılıklarının oluştuğu da bir gerçektir. (Bunun sonucu olarak) kişiler, kilisenin yerleştirdiği iman ve akideler konusunda düşünmeye ve sorular sormaya başlamışlardır. Din kitaplarını okuyor, anlıyor ve kendi anladıkları dilde ibadet ediyorlar. Bu (nedenle) kendi kendilerine, din adamlarına artık gerek bulunup bulunmadığı sorusunu sormaları söz konusudur. Eğer herkes kendi bildiği dilde ve kendi anladığı şekilde Tanrı’ya ibadet etmeye kalkacak olursa... böyle bizim mensup bulunduğumuz din adamları sınıfının çok zararına olur. Din esaslarının din adamlarından gayri hiç kimse tarafından bilinmemesi koşul olmalıdır...”[78]
Hatırlayın, “Başrahip manastırdaki kitapları ateşe verir ve şöyle der; insanlar okursa öğrenir. Öğrenirse içindeki korkuyu öldürür. O zaman da kilise ölür,” diye aktarmamış mıydı gerçeği bizlere Umberto Eco![79]
II.1.1) ŞİDDET
Tertullianus’un, “Kilise, şehitlerin kanıyla beslenir,” notunu düştüğü Hıristiyanlık tarihi şiddetle malûldür…
Tıpkı Kim Rollik’in, “Yalnızca diğerkam ve sevecen değil, aynı zamanda sert ve cezalandırıcı bir tanrı imgesini iletmekle kilise insanların ölümden sonraki yaşamdaki olası tüm sonuçlara ilişkin korkularını en iyi biçimde kullanmakla kalmamış, aynı zamanda din metasını onlara sonsuza dek satabilmeyi ve üyelerini kendisine sıkıca bağlamayı güvence altına almıştır”…[80]
Victor Hugo’nun, “Hıristiyanlık’ta cehennemin simgesi, ateştir. Çok tanrılı dinlerde, yine ateştir. İslâm’da da ateştir. Hintliler için de cehennem, alevlerdir. Dinler açısından bakıldığında, sanki tanrı sadece insan pişirilen bir ızgara kebapçısıdır”…
Eduardo Galeano’nun, “Geldiler. Onların İncili vardı, bizim ise toprağımız. Bize ‘Gözlerinizi kapayın ve dua edin,’ dediler. Gözlerimizi açtığımızda onların toprağı vardı, bizimse İncil’imiz vardı,”[81] çözümlemelerindeki üzere!
Tarihe dönersek: Öncesi ve sonrasıyla MS 1000 yılı civarında, Anadolu’dan Akdeniz’in en batısına, Fransa’nın güneyine kadar uzanan geniş bir coğrafyayı, Roma Kilisesi’nde kurumsallaşmış Hıristiyanlık ana akımının dışına taşan, onu sorgulayan, eleştiren bir hareket kapladı. Bu hareket farklı yerlerde farklı isimler aldı, farklı siyasal, toplumsal, kültürel çerçevelerin içinde nüanslara büründü.
Anadolu’da Paulus’çu, Balkanlar’da Bogomil, İtalya’da Patarino, Oksitanya ve Akitanya’da da Katar diye bilindiler. Ama onlar kendilerine genellikle “İyi Hıristiyanlar” veya “İyi insanlar” derlerdi. Tüm farklılıklarının ötesinde, hepsi çok önemli birkaç noktada buluşuyordu: Kiliseyi ve yerleşik din kurumlarını tanımıyorlardı; bu dünyanın malına, mülküne ve iktidarlarına değer vermiyorlardı; insanların hepsini eşit görüyorlardı. Belki bir ortak noktalarından daha söz edilebilir: Bu hareketlerin hemen hepsi, dini ve dünyevi merkezi iktidarlar tarafından kovuşturuldular, baskıya uğradılar ve çeşitli yöntemlerle katledildiler. Engizisyon esas olarak onları kovuşturmak üzere icat edildi.
Katarlar’ın öyküsü de bu trajik yol haritasının dışında kalamadı. O “haçlı seferleri” çağında, bir haçlı seferi de onlara, daha doğrusu onları koruyan, kollayan Oksitanya’ya karşı açıldı. 1204’te Papa III. Innocentius kışkırtmaya çalıştığı Fransa Kralı Philippe Auguste’a şöyle yazmıştı: “Sapkınlığı topraklarından kovmak istemeyen veya onu desteklemeye cüret eden kontların, baronların ve ahâlinin malını mülkünü müsadere edin. Hiç gecikmeden tüm bu memleketi kraliyetin topraklarına katın.”
1209’da, bu teklifin cazibesine kapılan Kuzey’in baronları büyük bir orduyla Güney’e doğru yola çıktılar. Batı’da sanatın kutsal-dışı alana kaymasında çok önemli bir yeri olan “trubadur”ların (halk ozanları) ve “fin’amor”un (soylu aşk) diyarı Oksitanya, zırhlı süvarilerin ağır nalları altında ezildi, mahvedildi. Bazı kontlar uzlaşmayı tercih etti, küçük şövalyeler çoğunlukla direndiler. Ama halk ki ezici çoğunluğu Katolikti yedisinden yetmişine büyük acılar çekti, insanlara o günün koşullarında bile inanılmaz gelen katliamlar yaşandı.
1209’da 20.000 nüfuslu Béziers kentinin tüm ahalisi Haçlılar tarafından öldürüldü. Kentin katedraline sığınan 7.000 Katolik ve başlarındaki rahipler kılıçtan geçirildi. Kiliseye ve Katoliklere saldırma konusunda Haçlılar arasında tereddüt oluşunca, sefere komuta eden Papalık temsilcisi Arnaud Amaury, tarihe geçen o meşhur emri vermişti: “Siz hepsini öldürün, Tanrı kendi kullarını ayırır!”[82]
Hıristiyanların din savaşları 1542’de Alman köylülerinin ayaklanması ile başladı ve 106 sene sürdü.
O dönemde Avrupa’nın büyük Hıristiyan devletleri olan İspanya, Portekiz, Fransa, Avusturya, İsveç, Almanya, Hollanda, İngiltere ve İrlanda savaşın bir parçası oldu.
Bir ara 300 bin köylünün katıldığı ayaklanma bu ülkeleri harabeye çevirdi.
Din Savaşları’nın en kanlı olanı Otuz Yıl Savaşları idi. Katolik ve Protestan devletler arasında başlayan çatışma daha sonra Fransa ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu da içine alarak Avrupa’ya hâkim olma savaşına dönüştü.
Almanya bu savaşta nüfusunun yüzde kırkını kaybetti.
Din Savaşları’nda ölenlerin sayısının 6 ile 19 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor.
Ve H. A. Nomiku’nun, “Haçlı askerleri vahşi bir hasletle istedikleri Asya’ya ayak basar basmaz, görülmemiş bir hınçla oradaki Hıristiyan ve Müslüman halka saldırır ve bu suretle, kısa zamanda tüm yöre hırsızlık, ırz düşmanlığı ve cinayet olaylarıyla, dehşetle karşılaşmış oldu. Anna Komninos’un yazdıklarına göre, yolda rastladıkları tüm çocukları kılıçtan geçiriyor, parçalara ayırıyor ve onları ateşte pişiriyorlardı,”[83] satırlarıyla betimlenen Haçlı Seferleri…
Haçlı Seferi’ne çıkan ilk ordu, Keşiş Pierre l’Hermite’in idaresinde toplanmış disiplinsiz bir çapulcu kitlesiydi. Belgrad’ı geçerek Bizans topraklarına girer girmez yağma hareketlerine başlayan bu güruh zorla disiplin altına alındıktan sonra 1 Ağustos 1096’da Konstantinopolis’e ulaşmıştı. Hırsızlardan, hatta katillerden oluşmuş gruplar şehrin dört bir yanına dağılıp evleri, dükkânları talan etmeye başlayınca Haçlılar 6 Ağustos’ta Boğaz’dan Anadolu yakasına geçirilerek Kibotos (Yalova yakınlarında) karargâha yerleştirilmişlerdi. Benzer sıkıntılar, Aşağı Loren Dükü Godefrei de Bouillon’un, Tranta Kontu Bohemond’un ve Toulouse Kontu Raimond de St. Gilles’in komutasındaki birlikler şehre geldiğinde de yaşandı.
1096-1097 kesitinde Selçuklu Rum Sultanlığı’nın orduları ile Haçlı orduları Nikaia (İznik) civarlarında bir kaç kez karşılaştılar. Selçuklu Sultanı I. Kılıçarslan İznik’i Bizans’a teslim etmek zorunda kaldı. Ama daha kötüsü (Eskişehir yakınlarındaki) Dorylaion mevkiinde Haçlı ordusu ile karşılaşan Kılıçarslan çareyi hazinesini bile geride bırakarak kaçmakta buldu. Arap tarihçi İbn’ül-Kalanissi durumu şöyle özetlemişti: “Frenkler Türk ordusunu paramparça ettiler. Öldürdüler, yağmaladılar ve köle olarak sattıkları çok sayıda esir aldılar.”
Haçlı ordusu Antakya’yı ve bir Ermeni kenti olan Edessa’yı (Urfa) ve Maara’yı aldı. Arap tarihçi İbn’ül-Esir şöyle yazdı: “Üç gün boyunca insanları kılıçtan geçirdiler. Yüz binden fazla kişi öldürdüler ya da esir aldılar.” Sayılar abartılıydı ama Haçlıların halka uyguladığı muamele yazarın belirttiğinden daha ağırdı. Nitekim Haçlı ordusunda yer alan Frenk kronik yazarı Roul de Caen şöyle anlatmıştı yaşananları: “Maara’da bizimkiler yetişkin puta taparları kazanlarda kaynatıyorlar, çocukları şişe geçiriyorlar ve kızartarak yiyorlardı.” Nitekim Müslümanlar, Batılıların bu yamyamlığını asla unutmayacaklar, tarih boyunca Frenklerden hep ‘insan yiyen kişiler’ olarak bahsedeceklerdi. Buna karşılık Frenk kronikçileri bu yamyamlığı o günlerde hüküm süren büyük kıtlığa bağlayacaklardı.
Kudüs’ün düşüşü Haçlıların yeni hedefi Mısır’daki Fatimi Halifeliği’nin elinde olan Kudüs’tü. Arap kaynaklarına göre daha ilk çarpışmada Fatımi orduları tabanları yağladı ve Kudüs 15 Temmuz 1099’da Haçlı ordularının eline geçti. Şehri koruyan İftihar ve adamları antlaşma uyarınca Askalon limanına gönderildiler ancak Müslüman, Ermeni, Yahudi ayrımı yapılmaksızın şehrin tüm ahalisi kılıçtan geçirildi. Şehirdeki tüm kutsal mekânlar tahrip edildi.[84]
Fatihlerin üç dinin kutsal şehri Kudüs’e reva göreceği şiddet korkunç olacaktır!
“Haçlılar, zincirden boşanmış deliler gibi yolarda, evlerde ve camilerde oradan oraya koşturup önlerine çıkan herkesi, erkek kadın veya çocuk olsun hiç fark gözetmeden durmadan öldürüyorlardı. Katliam bütün öğleden sonra ve izleyen gece içinde devam etti. Mescid-ül Aksa’dan sarkan Tankred’in sancağı da, oraya iltica etmiş olanlara hiçbir himaye sağlamadı. Ertesi sabah güneş doğarken buraya zorla giren bir haçlı güruhu, içeride kimi bulduysa yere serdi. Tarihçi Raimundus aynı sabah tapınakların bulunduğu mahalleye giderken cesetler ve dizlerine kadar çıkan kan birikintileri içinden geçmek zorunda kalmıştı.”[85]
Vahşet Müslümanlarla sınırlı kalmaz: “Kudüs Yahudilerinin durumu da aynı derecede korkunç olacaktı. Bunların çoğu, çarpışmaların ilk saatlerinde, kentin kuzeyinde bulunan mahallelerinin savunmasına katılmıştır. Fakat evlerine doğru çıkıntı yapan duvar cephesi çöküp, sarışın şövalyeler sokakları işgal etmeye başlayınca, Yahudiler dehşete kapılmışlardır. Cemaatin tümü, atalardan yadigar bir hareketle dua etmek üzere en büyük havrada toplanmıştır. Frenkler bunun üzerine bütün çıkışları kapatmış, sonra da bu çıkışların etrafına odun yığıp ateşe vermişlerdir. Dışarı çıkmaya çalışanlar, civar sokaklarda öldürülmüşler, diğerleri canlı canlı yakılmıştır.”[86]
Bu kadar da değil; Papa XVI. Benedictus’un, Müslüman, Musevi, Hıristiyan ve Mecusiler dahil dünya dini liderleriyle bir araya geldiği dinler arası diyalog toplantısından sonra yaptığı konuşmada “tüm insanlığın Hıristiyanlaştırılmasını”[87] istediği pratiğe gelince; işte Sydney Smith’in, “Fransızların dediği gibi, üç cinsiyet vardır: Erkekler, kadınlar ve rahipler,” uyarısını çağrıştıran birkaç veri:
i) Papa Fransis, İtalya’nın La Repubblica gazetesine verdiği röportajda, Katolik Kilisesi’ndeki her 50 din adamından birinin pedofil olduğunu söyledi![88]
ii) Monsenyör John Joseph Kennedy, Associated Press ajansına yaptığı açıklamada, dünyanın dört bir yanından Katolik din adamlarının karıştığı 1000 vaka rapor edildiğini söyledi![89]
iii) Vatikan mahkemeleri, eski Papalık Elçisi Monsenyör Josef Wesolowski’yi cinsel tacizden suçlu bulunarak, tutuklanmasına hükmetti![90]
iv) Kanada’nın British Columbia Eyaleti Katolik Başpiskoposluğu, kendi bünyesinde gerçekleştirdiği bir soruşturmanın sonuçlarını ilk kez açıklayarak, 1950 yılından bu yana 36 papazın 29 çocuğa cinsel istismarda bulunduğunu bildirdi![91]
v) Avustralya Polisi, Katolik Kilisesi’nin en üst en üst düzey üçüncü ismi olan Vatikan Hazinedarı Avustralyalı Kardinal George Pell’e cinsel taciz suçlamaları yöneltti![92]
vi) Almanya’da Köln Katolik Başpiskoposluğu’na mensup bazı rahibelerin adının karıştığı skandalda tüyler ürpertici iddialara ilişkin 560 sayfalık rapora göre, 1960’lar ve 1970’ler arasında Speyer kentinde bir manastırı yöneten rahibelerin, yetim erkek çocuklarını iş adamlarına ve din adamlarına “kiraladığı” ve bu çocukların geri getirilmeden önce bazen haftalarca taciz edildiği, bazı çocuklarınsa ”satıldığı” belirtildi. Tecavüz ya da tacize maruz kalan yetimlerden bazılarının önce “zorla grup seks ya da eş değiştirmeli partilere götürüldüğü”, sonrasında da “giysilerini kırıştırdıkları ya da kıyafetleri meniyle kaplı olduğu” için rahibeler tarafından cezalandırıldığını ifade eden raporda, 20 yıllık bir sürede çoğu 8-14 yaş arasında 175 çocuğun cinsel tacize uğradığı sonucuna varıldı![93]
vii) İspanya’nın Endülüs bölgesindeki Granada kilisesine bağlı bazı papazların küçük yaştaki çocuklarla özel evlerde partiler düzenledikleri ve bu partilerde çocuklarla cinsel ilişkiye girerek âlemler yaptıkları iddia ediliyor. Bu iddialar, söz konusu çocuklardan birinin Katolik dünyasının ruhani lideri Arjantinli Papa Françesko’ya gönderdiği bir mektupla ortaya çıktı. Mektubu yazan kişi Granada bölgesinde çalışan bazı papazların kendisine yıllarca tecavüz ettiğini belirterek Papa’dan bu olayın önüne geçilmesini istedi. 24 yaşında olan bu kişi çocukluğunun tamamının papazların sistematik olarak yaptıkları tecavüzlerle geçtiğine dikkat çekerek hayatının karardığını ve bu âlemlerin hâlen kız erkek gözetmeksizin devam ettiğini yazdı![94]
viii) Katolik âleminin ruhani inanç merkezlerinden Vatikan’da görev yapan Teolog Monsenyör Krzysztof Charamsa, eşcinsel bir rahip olduğunu açıkladı. Vatikan Basın Sözcüsü Rahip Federico Lombardi, Charamsa’nın çıkışını sorumsuzluk olarak niteledi ve Polonyalı din adamının üstlendiği görevlerinde devam edemeyeceğini söyledi![95]
ix) Roma Katolik Kilisesi’nin lideri Papa XVI. Benediktus, bazı papazların küçük çocuklara yönelik taciz ve tecavüz vakalarının ABD, İrlanda ve Almanya gibi ülkelerde skandala neden olmasının derin üzüntü yarattığına değinerek, kilise adına özür diledi. Papa, İrlandalı Katolik Piskoposlara hitaben yazdığı mektupta, “Tacizciler, Tanrı ve mahkeme huzurunda hesap vermeli” ifadesini kullandı.[96] ‘One in Four’ grubu, “Papa’nın, rahiplerin çocuk tacizinin, İrlanda toplumunun laikleştirilmesinden, dine ve kilise hukukuna bağlılığın azalmasından kaynaklandığını savunmasının kendilerini şaşkına çevirdiğini” açıkladı![97]
x) Birleşmiş Milletler (BM) Vatikan’ın evlat edinme politikasının rahiplerin çocuklara tecavüz etmesine zemin hazırladığını söyledi.[98] Vatikan hakkında hazırladığı raporda, Katolik Kilisesi’nin sübyancı rahipler için bir sığınak olduğunu ve acilen bunların yetkili makamlara teslim edilmesini gerektiğini belirtildi![99]
Toparlarsak: Jeanette Winterson’un, “Ona neden papaz olduğunu sorduğumda, insan çalışmak zorundaysa, işyerine uğramayan bir patrona sahip olmak en iyisidir demişti”; Ambrose Bierce’in, “Rahip, bizim ruhanî sorunlarımızın yönetimini, kendi cismanî sorunlarını salâha kavuşturmanın bir yöntemi olarak üstlenen kişi”; Miguel de Cervantes’in, “Otuz keşiş bir araya gelseler, anırmak istemeyen bir eşeği anırtamazlar,” betimlemeleriyle malûl Hıristiyanlık için en çarpıcı yorum Honoré de Balzac’ın, “Ancak en son katedralin en son tuğlası en son papazın kafasına düşüp ezdiği zaman insanlık gerçekten özgür olabilecektir”; Buenaventura Durruti’nin, “Işığıyla aydınlatan tek kilise, alevler içinde yanan kilisedir”; Ralph Waldo Emerson’un, “Kilisenin âyin başlamadan önceki sessizliğini tüm vaazlara yeğlerim,” satırlarıdır.
II.2) SİYASAL İSLÂM
İktidarlaşan İslâm tarihi, egemenleriyle ezilenler için bir kâbusken; o günden emperyalizmli bugünlere “Uygarlıklar Çatışması” tezini[100] coşkuyla benimseyen siyasal İslâm zamanla kendi içinden uygarlık düşmanı, nihilist bir ölüm kültü çıkarttı.
Denilebilir ki İslâm tarihindeki kırılma, makas değişimleri ve dönüşümlerde başı çeken figürler ve yaşamları, geçiş dönemlerinin arka planı, geleneksel altyapıların yarattığı sosyolojik ve kültürel refleksler, günümüze değin uzanan bu reflekslerin sonuçlarıyla malûlken; nihai kertede İslâmcılığın arkasında yatan sınıf ve güç ilişkileridir. Dolayısıyla tarihsel ve toplumsal bir olgu olarak İslâmcılık, siyasal mücadelelerin bir ifadesinden, tam da bu nedenle toplumsal sınıf ve güç ilişkilerinden başka bir şey değildir.
Bu noktada “IŞİD gerçekten nedir?” mi? “Gözü dönmüş bir dini topluluk mu?” yoksa, “Batı’nın stratejik bir piyonu mu?” Her ikisi de…
IŞİD neo-liberal Batı’nın bir ürünüyken; salt dış politikadaki bazı stratejik yanlış hesaplardan değil, tam da iç politikanın yarattığı gerçeklikten kaynaklanır.
“IŞİD nereden mi çıktı”? Irak ve Suriye’de yaşanan felaketlerin sebep olduğu çaresizliğin, dışlanan, horlanan Sünnî Müslümanların öfkesinin ve gelecek umudunu yitirmesinin zemininde yükseldi. Bu ortamı da emperyalizm yarattı.
Doğaldır ki herhangi bir dini ya da inancı, doğrudan “şiddetin nedeni” gibi görmek ve göstermek, sorunu çözmeyi zorlaştırır. Şiddetin dinden, inançtan öte çok köklü nedenleri vardır. Ama bunun böyle olması, “Gerçek İslâm bu değil?” tekerlemesine “prim verilmesi”nin de önünü açmaz![101]
Bu arada “IŞİD’in hakiki İslâm’ı temsil etmediği” söylencelerine “IŞİD İslâmcı değilse Engizisyon da Katolik değildir,”[102] yanıtını verir Jerry A. Coyne…
Görmek gerek: Siyasal İslâmcılar için “tüm değerler”, şeriattan ibarettir.
Özellikle post-modern kimlikçi siyasetlerin ön plana çıktığı, etnik, dinsel, mezhepsel fay hatlarının harekete geçirildiği Ortadoğu’da “zamanın ruhu”na göre şekillenen siyasal İslâm; doğası gereği kimlik üzerinden, aidiyetler üzerinden sürdürülen ve ABD emperyalizmin etkilediği çatışmalarda başat rol oynuyor.
Kimlikler, dinsel aidiyetler üzerinden biçimlendirilen kavgada -Kudüs gibi- çok katmanlı dinsel kodlar -büyük bir yanlışa- hiç olmaması gereken Yahudilik-İslâmcılık, vb’leri üzerinden, din meselesine indirgenerek bağlamından koparılıp; hakikâtlerinden, sınıfsallığından arındırılıyor.
Söz konusu dinci, kimlikçi döngüden şu an için çıkmak elbette kolay olmasa da, imkânsız da değilken; ‘Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün ‘Küresel Terörizm Endeksi’ raporu, “Arap coğrafyasındaki İslâmcı dalga sonrası, terörizmin küresel çapta daha yaygın ve öldürücü hâle geldiğini” ortaya koydu.[103]
Şeylerin gerçeğine nüfuz etmek, bilince çıkarmak için, “Nasıl oldu?” sorusu yeterli değildir. “Neden oldu?” sorusunun da mutlaka sorulması gerekir. Müslüman-Arap toplumlarının içine sürüklendikleri terör sarmalını, katliamları ve vahşeti anlamak için, geride kalan yıllarda Ortadoğu’da olup-bitenlerde, emperyalist Batı’nın sorumluluk payını hatırlamak gerekiyor. Bu bağlamda Ortadoğu’da “kurucu kaos” stratejisinin gereği olarak peydahlanan IŞİD başta ABD olmak üzere, emperyalizm tarafından beslenip-büyütülen, eğitilen, finanse edilen ve ihtiyaca göre de kullanılan aygıt olduğu “es” geçilmemelidir. Emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik politikaları, dünya çapında yürüttüğü politikalarla her tarafı “sürekli savaşın” coğrafyası hâline getirmeye çalışmakta ve “IŞİD tehdidi” sayesinde terbiye etmektedir.
Emperyalizm için aracın kirliliği değil, işlevi önemliyken; vaktinde Franklin Delano Roosevelt’in Anastasio Somoza García için “O bir orospu çocuğudur ama bizim orospu çocuğumuz,” dediği bilinir. ABD, Ortadoğu’da siyasal İslâmcı IŞİD dahil hiçbir aracı kullanmaktan geri durmadı. Çünkü IŞİD’in ABD politikaları açısından işe yaradığı bir “sır” değildi. Yani IŞİD, ABD emperyalistleri için bir hedeften çok bir gerekçeydi.
Kaldı ki CIA’nin eski şefi Graham Fuller da, IŞİD’in esas yaratıcılarından birinin ABD olduğunu söylüyordu: “ABD’nin bu örgütün ana yaratıcılarından biri olduğunu düşünüyorum. IŞİD’i yaratmak gibi bir emeli yoktu ama Ortadoğu’daki yıkıcı müdahaleleri ve Irak Savaşı IŞİD’in oluşmasındaki temel nedenler oldu. Zaten hatırlarsanız, bu örgütün çıkış noktası ABD’nin Irak işgalini protesto etmekti. O günlerde İslâmcı olmayan bir çok Sünnî tarafından da desteklenmişti çünkü Irak Savaşı karşıtlığının ortak cephesiydi. Sonra bir canavara dönüştü.”[104]
Ayrıca bu IŞİD (Irak, Suriye), El Kaide (genel), Boko Haram (Nijerya), Taliban (Afganistan), El Şebab (Somali), Ansar el İslâm (Irak), El Nusra (Suriye), Abu Sayyaf (Filipinler), Cemaatı İslâmîye (Endonezya), Cemaatı al Cihat (Asya), Aden-Abyan İslâm Ordusu (Yemen), Hizbül Mücahidin (Pakistan), Takfir Wal-Hicra (Kuzey Afrika), İslâm Özgürlük Cephesi (Fas), İslâm Devleti (Özbekistan), İslâm Devleti (Tacikistan), Özgürlük İçin İslâm Cephesi (Bahreyn), Asbat al Ansar (Lübnan) örneklerindeki üzere her yerde böyleydi!
Emperyalizmin kullanışlı aparatları cihatçı örgütlerken; “Emperyalizm, etkinlik mücadelesinde bu örgütleri açık şekilde aparata dönüştürmüş durumda. IŞİD ve cihatçı radikalizmle mücadele bahanesiyle bölgeye yerleşen ABD, militanları küresel yönelimleri doğrultusunda kullanıyor”du.[105]
Aslına bakılırsa, İslâm’ın siyasallaşması, iktidarı hedeflemesi SSCB’nin kuşatma stratejisi çerçevesinde, ABD’nin desteği, teşviki ve bizzat örgütlemesiyle gerçekleşti; İslâm kapitalizme yedeklenirken; “Yeşil Kuşak” yaratıldı; Cihatçılar harekete geçirildi; El-Kaide, IŞİD, vd’ler yaratıldı.
“Sonuç” mu? Birkaç örneği aktarmakla yetineyim:[106]
i) Somali’de köktendinci El Şebab militanları, altın ve gümüş kaplama dişleri “İslâma aykırı olduğu” gerekçesiyle zorla çekiyor![107]
ii) Nijerya’da[108] yaklaşık 400 çocuğun Kur’an kursu ve rehabilitasyon için gönderildikleri evde aylarca ayaklarının zincirlendiği, taciz ve şiddet gördüğü ortaya çıktı. İşkence gördükleri tespit edilen yaklaşık 400 erkek çocuğu kurtarıldı![109]
iii) İslâm’a hakaret ettiği gerekçesiyle Suudi Arabistan’da 10 yıl hapis ve bin kırbaç cezasına çarptırılan blog yazarı Raif Bedevi’nin cezası 9 Ocak 2015’de infaz edilmeye başlandı; 20 hafta boyunca haftada bir kez kamçılandı![110]
iv) ABD’de LGBTİ topluluklar farklı şehirlerde Onur Yürüyüşleri düzenleyerek kimliklerine sahip çıkarken IŞİD, Orlando kentinde eşcinselleri hedef aldı. Şehrin popüler eşcinsel gece kulüplerinden Pulse Club’da etrafa ateş açan silahlı saldırgan 50 kişiyi öldürdü, 53 kişi yaralandı![111]
v) ABD’nin Teksas eyaletinde Hz. Muhammed tasvirli karikatürlerinin yer aldığı serginin yapıldığı binanın önünde 2 kişi vurularak öldürüldü. Çatışmada bir güvenlik görevlisi de yaralandı![112]
vi) New York’da 8 kişinin yaşamını yitirdiği saldırının sorumluluğunu ‘Al Naba gazetesi aracılığıyla IŞİD üstlendi. Özbekistan kökenli 29 yaşındaki Sayfullo Saipov’un, bisiklet yoluna girerek aracını yayaların üzerine sürmesi sonucu 8 kişi hayatını kaybetmişti![113]
vii) Almanya, 18-24 Temmuz 2016 kesitindeki beş saldırının şokuyla sarsılırken; Fransa/ Nice’te kamyonla 84 kişinin öldüğü IŞİD terörü ardından, Normandiya bölgesindeki Rouen kentine bağlı Saint-Etienne-du-Rouvray’da 26 Temmuz 2016’da kiliseyi basan bıçaklı iki IŞİD üyesi bir rahibi boğazını keserek öldürdü. Saldırganlardan birinin cihatçı olduğu gerekçesiyle Türkiye’den 2015’te İsviçre’ye sınır dışı edilen Adel Kermiche (19) olduğu belirtildi![114]
viii) Afganistan’dan İran’a, Sudan’dan Nijerya’ya geniş bir coğrafyada sanatçılar ve tüm aydınlar köktendincilerin baskısı altında yaşıyor![115]
II.2.1) COĞRAFYAMIZDA DURUM
Bilmeyen yok: Coğrafyamızda İslâmcılık her zaman müesses nizamın parçasıydı. Tarih boyunca dini cemaatler (tarikatlar, medreseler, yurtlar) bu hâlin kurumları olarak karşımıza çıktı.
Tarihsel, kültürel ve teolojik kökleri daha derinlerde olan İslâmcılık, bir siyaset tarzı olarak ise, muhafazakâr milliyetçiliğin, sağın, “Soğuk Savaş”ın ürünü ve bir de ABD-NATO ile ilintiliydi.
Siz bakmayın “İslâmcıların sürekli ezildiği” iddialarına; “İslâmcılık çevre değil, merkezin ta kendisiydi”![116]
Coğrafyamızda İslâmcılık, kamusal alana ve yaşama sürekli müdahale ederken; kültürel faaliyetler de İslâmcılık için söz konusu gerekler çerçevesinde ele alınmıştı. Yani değişmeyen şey gündelik hayat pratiklerinden kültürel hayata kadar tüm yaşam alanlarını İslâmîleştirme girişimleriydi; devlet ile sermaye gücüyle… Söz konusu çaba AKP iktidarıyla birlikte daha da yoğunlaşacaktı.
Ulaşılan koordinatlarda “AKP Türkiye’yi bir İslâm Emirliği’ne dönüştürmek istiyor… Uygarlık ve insanlık düşmanı Suudi Arabistan’a, Katar’a, Birleşik Arap Emirlikleri’ne, Afganistan’a özeniyor… Yüzünü o tarafa çevirmiş durumda… Eğer oralardakiler gibi bir rejim kurabilirlerse, ilelebet iktidarda kalacaklarını düşünüyorlar… Bu çöküş tablosundan ‘müesses nizamın muhalefetiyle’ çıkılamaz…”[117]
Bu tabloda; Diyanetin ve yeniden şekillendirilen eğitim sisteminin yanı sıra tarikatlar, cemaatler siyasal İslâmın egemen sınıfının, biyolojik ve düşünsel olarak üretildiği, onun “din bilgisi tekelinin” yeniden üretildiği, geleceğinin güvenceye alındığı mekânlarken; siyasal İslâmın devletinin “ideolojik aygıtları” hâline geldi;[118] “İslâmcılığın yalın hâli tarikatlar,”[119] saptamasındaki üzere![120]
Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2017- 2021 yılları için hazırladığını stratejik plânda, Diyanet[121] üzerinde siyasi baskı olduğunu kabul ediyorken; kendi dışında dernek ve vakıf adı altında kontrolsüz şekilde cami ve Kur’an kursları açıldığını, bu çerçevede hurafe ve bâtıl inançların yaygınlaştığını da vurguluyordu![122]
Tam da bunun için “Holdingleşen tarikatlar”;[123] “Tarikatların kontrolündeki camiler”[124] gerçeği karşımıza dikiliyordu; Prof. Ersin Kalaycıoğlu’nun, “Türkiye’de siyasal İslâm’ın demokrasinin parçası olması, ne kadar mümkün?”[125] sorusu eşliğinde ve…
Bu konudaki binlerce örnekten bir kaçını sıralayarak ilerlersek!
i) “Diyanet, işçinin çok, müdürün az ödediği yemek ücretlerine yüzde yüz zam yaptı”![126]
ii) “Fiyatları tayin eden Allah’tır” fetvası veren Diyanet, “Bankaların vadesiz mevduat hesaplarına para yatırmanın dini hükmü nedir” sorusuna “Zorunluluk olmadıkça paranın vadesiz bir hesapta tutulması dinen uygun değildir” yanıtını verdi![127]
iii) “Bir hayal gerçek oluyor” denilerek kurulan Uzay Ajansı’nın harcaması Diyanet’in giderlerinin yakınından dahi geçemiyor. Diyanet’in 6 aylık harcaması, Uzay Ajansı’nın aynı süredeki harcamasını bin 195’e katladı… Ocak-Haziran 2022 dönemine yönelik mali verilere göre TUA, 2022’de 61 milyon 767 bin TL ödenek ile başladı. 2022’nin ilk yarısı tamamlandığında ise ajans, bütçesinin yüzde 12’sini harcadı. Ocak-Haziran döneminde gerçekleştirilen harcama toplamı, 7 milyon 531 bin 762 TL oldu![128]
iv) Diyanet’te 40 yıl görev yapmış Diyanet işleri başkanına, emekli olması durumunda 35 bin lira emekli maaşı, 882 bin lira da emeklilik ikramiyesi ödenecek. Diyanet akademisi başkanına 28 bin 351 lira emekli maaşı ve 749 bin lira emeklilik ikramiyesi verilecek. 40 yıl hizmet süresine sahip, Ankara, İzmir ve İstanbul il müftülüğü yapmış isimler ise 19 bin 874 lira emekli maaşı alacak![129]
v) 2022 sonunda ülkedeki tarikat yurdu sayısı: 3 bin 331, tarikat yurtlarının kapasitesi: 800 bin, ülkedeki Kur’an kursu sayısı: 19 bin 500, 4-6 yaş Kur’an kurslarındaki çocuk sayısı: 168 bin 400; Öğrenim Birliği Yasası’na (Tevhidi Tedrisat Kanunu) aykırı imam hatip lisesi sayısı: 1693 ve imam hatip okullarındaki öğrenci sayısı: 1 milyon 200 bin idi![130]
vi) Öğrenci Sendikası’nın ‘Gençliğin Barınma Sorunu 2022’ raporuna göre, tarikat yurtları 16 yılda yüzde 93 oranında arttı. 2006’da Türkiye’deki resmi tarikat yurdu sayısının 1723 olduğu belirtilirken 2022 yılında yüzde 93 artarak resmi tarikat yurdu sayısının 3 bin 331 olduğu bilgisi yer aldı![131]
vii) 27 imam hatip mezunu; cumhurbaşkanı, bakanlar, TBMM başkanı, bakan yardımcıları, valiler, büyükelçiler olarak ülkeyi yönetiyor![132]
viii) Daha öncesinde hilafet çağrısıyla gündeme gelen İmam Halil Konakcı, “Dinde zorlama var. Nasıl var? Namaz kılmamanın hukukta cezası var. Şimdi uygulanmıyor olabilir. Oruç tutmamanın dinde cezası var. Sopalama var. Demek ki zorlama var”![133]
ix) “Sokaklar kasap dükkânı gibi. Et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor,” sözleriyle kadınları hedef alan imam Halil Konakcı’nın ardından;[134] Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) Din İşleri Yüksek Kurulu (DİYK) üyesi İdris Bozkurt, “kadınların pantolon ile toplum içine çıkmasının tasvip edilmeyeceğini” yazdı![135]
x) Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde kurulan Diyanet Akademisi için 300’ü müezzin-kayyım, bin 300’ü Kur’an kursu öğreticisi, 4 bin 600’ü ise imam olmak üzere toplam 6 bin 200 kişi istihdam edilecek. 2023-2025 döneminde 2.9 milyar TL bütçe ayrılan akademide üç yıl çalışana memurluk hakkı tanınacak![136]
xi) Diyanet’ten ‘Kamudaki sızma’ tartışmasından sonra bürokrasiye mesaj: Diyanet’in hutbesinde, “Müslüman, gerek gerçek hayatta gerekse dijital mecralarda gıybet etmez, laf taşımaz,” denildi![137]
xii) Diyanet’in okulöncesi eğitimde olan 4-6 yaş Kur’an kurslarında öğrenim gören çocuk sayısı 782 bin 694’e ulaştı![138]
xiii) Urfa Mevlana Halid Camii İmamı Mehmet Şükrü Dörtbudak, “Çocuğun kolu, göğsü, her tarafı açık. Ondan sonra pedofili suçtur. Pedofiliyi sen körüklüyorsun,” dedi![139]
xiv) AKP iktidarı döneminde vakıflar çocuk istismarıyla sık sık gündeme gelirken yeni kurulan vakıf sayısındaki artış da dikkat çekti.[140] 2006’da 27 yeni vakıf kurulurken 2021’de 225’e çıktı. 247 vakfın isminde “ilim” 50 vakfın isminde “İslâm” 14 vakfın isminde ise “Kur’an” geçiyor. 2006’da 27 yeni vakıf kurulurken 2007’de 57’ye 2008’de ise 93’e çıktı. Vakıf sayısı her yıl artarken 2021’de 205 yeni vakıf kuruldu![141]
xv) Zeytinli Rock Festivali’nin iptalinde etkisi olan İlim Yayma Cemiyeti, AKP döneminde her zaman el üstünde tutularak pek çok ayrıcalıktan yararlandı. 2012-2022 döneminde cemiyet için 12.6 milyon TL harcandı![142]
xvi) İçişleri Bakanlığı’nın AKP’li Üsküdar Belediyesi’nin Ensar Vakfı bağlantılı şirkete milyonlarca liralık ihale vermesine ilişkin yapılan soruşturmayı “engellediği” ortaya çıktı![143]
III) TAVIR
Robert Owen’ın, “Din, insanın alt üst olmuş kendi hayal gücüyle yarattığı var olmayan yaratıkların korkusuyla, insanın yargılama yeteneğini yok ederek, bütün akli yeteneklerini kaybettirdi ve insanı en sefil, acınası köle hâline getirdi”; Friedrich Schiller’in, “Eğer bana neden bir dinim olmadığı sorulacak olursa, onu yitirme nedenimin yine bir din olduğunu söylerim”; Albert Camus’nün, “Dua düşüncenin üzerine karanlık basınca başlar,” vurguları eşliğinde unutmamalı: Siyasi bir istismar araç olarak din meselesinde Martin Luther’leri, Jean Calvin’leri, İbni Rüşd’leri “çağırmak”[144] yerine özgürlükçü laikliğe sarılmak gerekiyor.
“Laiklik ‘eşitlik ve özgürlük’ temeline dayanır; yani laiklik zaten özgürlükçüdür, ayrıca ‘özgürlükçü laiklik’ olmaz,”[145] türünden toptancı yaklaşımları bir kenara bırakırsak; laiklik; en kısa, yalın, basit tanımıyla, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Din ve vicdan özgürlüğüdür. Yurttaşların din, vicdan, inanç, inançsızlık, ibadet hürriyetinin güvence altına alınmasıdır.
Yani, en yalın anlamı ile devletin dini esaslara göre yönetilmemesi ve insanların inançlarını ya da inançsızlıklarını özgürce yaşamalarının sağlanmasıdır.
Aynı zamanda düşüncenin özgürce ifade edilmesi yoluyla aklın eğitilmesine, insanların özgüven ve kişilik kazanmasına olanak verilmesidir.
Ve de tüm bunları gerçekleştirirken; çoğulculuğu “es” geçmemektir!
Laikliği devletleştirenlerden, onu “din karşıtlığı”, “dinsizlik” olarak tanımlayanlara kadar, en çok yozlaştırılan, yıpratılan, içi boşaltılan kavramların başında “özgürlükçü”le tanımlanması gereken laiklik gelir.
Laiklik, tüm yurttaşların din, mezhep, ırk, dil, cinsiyet farkları gözetmeksizin eşitlikçi-özgürlüğüdür.
Burada bir parantez açmadan geçmeyeyim: 1845’te Karl Marx, “Almanya’da dinin eleştirisi tamamlanmıştır. Dinin eleştirisinin tamamlanması, bütün eleştirilerin başlangıcıdır,” derken; dinin eleştirisi tamamlanmadan kapitalizmin eleştirisine geçilemeyeceğinin altını çiziyor.
Dinin eleştirisinin tamamlanması, Almanya’nın ya da Almanların dinsiz olması anlamına gelmiyor. Sadece dinin kamusal alandan (devletten, siyasetten, eğitimden, gündelik ve toplumsal hayattan, bilim kurumlarından) çekilmesi ve özel alanda bırakılması ve orada özgürleştirilmesi demek oluyor. Bu laiklikten başka şey değildir.
O hâlde neo-liberal, otoriter İslâmcı-milliyetçi dayatmalara karşı verilecek mücadelenin odağında emek, laiklik ve anti-emperyalizm “olmazsa olmaz”ken; “Selahattin Demirtaş’ın “Tabii ki laiklik de anti-emperyalizm de sol açısından ilkesel bir sahiplenmeyi gerektirir. Bu konuda çekingen olmamak lazım. Bununla birlikte kimlik hakları, kolektif haklar, inanç özgürlüğü de solun herkesten çok sahip çıkması gereken başlıklardır,”[146] ifadeleri not edilmelidir.
Yani Felicite de Lamennais’in, “Din devletten tamamen ayrı tutulmalı, din adamları da politikadan…”; James Madison’un, “Her insanın dini, her insanın kendi vicdanına ve inancına terk edilmelidir,” uyarına paralel olarak dinin halkın afyonu olduğu; dinin bir mutluluk vaadiyle ortaya çıktığı, ancak bu mutluluğun hayali olduğu; dinin, metafizik yapısı nedeniyle, sömürünün ekonomik temellerini çözümleyemediği; din özgürlüğü elde etmek değil, dinden özgürleşmek gerektiği asla göz ardı edilmeden; Ayşe Sucu’nun, “Din ‘uyuşturucu’ olursa din olmaktan çıkar,”[147] itirafı ile; X. yüzyıl Arap şairi Ebu’l Ala Al-Ma’arri’nin, “Akıldan başka imam yoktur,”[148] uyarısı yolumuzu aydınlatmalıdır!
Bir söz de Sait Faik Abasıyanık’dan: “Eğer doğduğun zaman Havra kapısına bırakırlarsa Yahudi olursun, Cami kapısına bırakırlarsa Müslüman, Kilise kapısına bırakırlarsa Hıristiyan olursun”… İnsanların böylesine raslantısal bir “aidiyet” için birbirlerini boğazlamasının önüne geçmenin tek yolu ise, özgürlükçü laikliktir.
Ve son söz de Karl Marx’dan: “Din yüzyıllardır sömürücüler tarafından kitleleri aldatmak ve köleleştirmek için kullanıldı”!
16 Şubat 2023 11:36:21, İstanbul.
N O T L A R
[*] Newroz, Mart 2023…
[1] Maximilian Robespierre.
[2] “Despotizm korkuyu gerektirir.” (Louis Althusser, Montesquieu Siyaset ve Tarih, çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2005, s.48.)
[3] Eric Hoffer, Kesin İnançlılar, çev: Erkil Günur, İm Yay., 1998.
[4] “Non fui, fui, non sum, non curo” “Yoktum, varım, olmayacağım, umurumda değil.” (Epikur’un Mezar Taşından.)
“Ölümden sonra doğduğundan önce neysen o olacaksın” (Arthur Schopenhauer)
“Ölümlü olduğunuzu kabul etmek istemediğiniz için kendinize tanrılar ve cennetler yaratıyorsunuz.” (Attila.)
“Benim merak ettiğim ölümden sonra değil, doğumdan sonra hayat olup olmadığıdır.” (Woody Allen.)
“Ölümden sonra ceza korkusu ve ödül iştahıyla hareket eden kişi zavallıdır.” (Albert Einstein)
“Ölümden sonraki yaşama ilişkin esas soru, onun gerçek olup olmadığı değil, gerçekse bile bunun ne gibi sorunları çözdüğüdür.” (Ludwig Wittgenstein.)
[5] José Saramago, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş, çev: Mehmet Necati Kutlu, Kırmızı Kedi Yay., 2013.
[6] Dante Alighieri, İlahi Komedya, çev: Sevinç Elpida Kara, Alfa Yay., 2021.
[7] Özdemir İnce, “Şairin Siyaset Yorumu”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2020, s.3.
[8] “Dinin ve köle ticaretinin dirilişi el ele yürür.” (Friedrich Hegel.)
[9] Murat Ceyişakar, “Din, Laiklik ve Marksizm (1)”, Politika, Yıl:2, No:32, 23 Mayıs 2016, s.18-19.
[10] Hasan Kaplan, “Dinlerin Tarihi Katliamların da Tarihidir”, Politika, Yıl:2, No:29, 17 Mart 2016, s.20.
[11] Andre Comte Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, çev: Işık Ergüden, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2004, s.280.
[12] XVIII. yüzyılda yaşayan İskoçyalı filozof David Hume, ahlâkın ve erdemin dinin tekelinde olmadığını, ahlâkın ve belli başlı erdemlerin temelinde duyguların olduğunu, duygudaşlık olarak nitelendirdiği bir duygu kesişmesiyle, vicdan, cömertlik, yardımseverlik, adalet temelli ortak bir ahlâkın ve erdemin geliştirilebileceğini, bu potansiyelin ortaya çıkmasında, eğitimin ve çevre etkisinin çok önemli bir rol oynadığını savunmuştu.
Yine XVIII. yüzyılda yaşayan Alman filozof Immanuel Kant, eylemlerimizin doğuracağı sonuçlara bakmaksızın, onların mutluluk, haz, yarar sağlayacağını dikkate almaksızın, evrensel bir ilkeye göre eylemde bulunan kişinin, ahlâklı ve erdemli olabileceğini ve akıl sahibi olan insanların bunu kavradıklarını belirtmişti.
[13] Ensest, dinlerin yumuşak karnıdır. Öyle ya, Âdem ile Havva’dan türediğine inanılan insanlık, nasıl olup da işin içinde yakın akraba ilişkisi, daha doğrusu kardeş evliliği olmadan çoğalabilecekti? (Tayfun Atay, “Bizde Dinin Kurdu, ‘Diyanet’ten Olur!”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2016, s.6.)
[14] Mihail Yuryeviç Lermontov, Çağımızın Bir Kahramanı, çev: Nedim Önal, Cem Yayınevi, 2000, s.192.
[15] Albert Camus, Yabancı, çev: Samih Tiryakioğlu, Can Yay., 2018.
[16] “Bilgi hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan kopuş da o kadar yaygınlaşır.” “İnsanlar inanç olmadıkça ruhlara yalvarmanın para etmediğini, duaya inanmayınca da duanın hiçbir sihir etkisi olmadığını anlamışlardır.” (Sigmund Freud, Totem ve Tabu, çev: Akın Kanat, İlya Yay., 2013.)
[17] “Çoğu zaman karmaşık bir sahneye inanmak sıradan bir sahneye inanmaktan daha kolaydır.” (Hugh Lauri, Silah Tüccarı, çev: Övgü İçten, İthaki Yay., 2. Baskı, 2010, s.144.)
[18] Paul N. Siegel, Dünya Dinleri ve İktidar, çev: Selin Dingiloğlu, Yordam Kitap, 2014, s.41-48-51.
[19] Friedrich Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, çev: Emir Aktan, Alter Yay., 2010.
[20] Louis Althusser, Filozof Olmayanlar İçin Felsefeye Giriş, çev. İsmet Birkan, Can Yay., 2016.
[21] Thomas Hobbes, Leviathan, çev: Semih Lim, Yapı Kredi Yay., 1993.
[22] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2006.
[23] Maksim Gorki, Tolstoy’dan Anılar, çev: Akşit Göktürk, Yapı Kredi Yay., 2018, s.11.
[24] José Saramago, Kabil, çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yayınevi, 4. Basım, 2012, s.76.
[25] Faruk Beşer, “İmam Rabbani ve İdeolojik İslâm”, Yeni Şafak, 24 Kasım 2013, s.20.
[26] Hayrettin Karaman, “İslâmî Demokrasi”, Yeni Şafak, 24 Kasım 2013, s.2.
[27] Erdoğan Aydın, İslâmîyetin Ekonomi Politiği, Kırmızı Yayı., 2008, s.85
[28] Erdoğan Aydın, İslâmîyetin Ekonomi Politiği, Kırmızı Yay., 2008, s.32.
[29] Erdoğan Aydın, İslâmîyetin Ekonomi Politiği, Kırmızı Yay., 2008, s.175
[30] Sahih-i Buharî, İlhan Arsel, Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları Din Adamları, Kaynak Yay.,1995, s.99.
[31] Faruk Beşer, “Müslim Gayrimüslim İlişkilerinde Kırmızı Çizgiler Olmamalı mı?”, Yeni Şafak, 31 Ocak 2014, s.18.
[32] Hayrettin Karaman, “Müslümanın Şiarı Mazlumun Yanında Yer Almaktır”, Yeni Şafak, 31 Ocak 2014, s.2.
[33] Joan Huizinga, Ortaçağın Gün Batımı, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitapevi, 1997.
[34] İlhan Arsel, Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları Din Adamları, Kaynak Yay., 3.basım, 1996, s.139.
[35] İslâmî çevreler, ya doğrudan insanların bu konudaki cahilliğine güvenerek İslâm’ın köleliği yasakladığı yalanını utanmazca söylemekten geri durmamışlar ya da İslâm hukuku alanında kariyer yapmış Hayrettin Karaman gibi bu konuya önem verenler kendilerine has bir yorum yaparak sorunu hafifletmeye çalışmışlardır. IŞİD’in Ortadoğu bölgesinde işgal ettiği topraklarda karşılaştığı Müslüman olmayan toplulukları köleleştirmesi ve köle pazarlarında satışa çıkarması İslâm ve kölelik tartışmasını gündeme taşıdı.
Kölelik meselesi Kur’an’da pek çok ayette ele alınmıştır. Bu ayetlerde kölelerle özgür insanlar arasında açıkça ayrım yapılmıştır. Örneğin; “Tanrı hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan, gizli ve açık olarak harcayan özgür bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu?” (Nahl Suresi, 75)
Bakara suresinde ise kısasa kısas meselesini ele alırkenki kıstasları İslâm alimlerince ittifakla yorumlanarak şöyle değerlendirilir: “Eğer efendi kölesini öldürürse kısas uygulanmaz. Çünkü köle efendisinin malıdır.” (Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, Cilt:7, s.198)
[36] Hasan Onat, “Dinde Zorlama Yoktur”, Hürriyet, 9 Temmuz 2014, s.8.
[37] Celalettin Yöyler, “İslâm Barış Dinidir”, Gündem, 1 Mart 2013, s.14.
[38] Hasan Onat, “İslâm’da Asıl Olan Hayat ve Barıştır”, Hürriyet, 21 Temmuz 2014, s.6.
[39] Yıldırım Deniz, “İslâm Sosyalizme Yakın Düşen Bir Din!”, Günlük, 7 Ocak 2011, s.14.
[40] Yusuf Kaplan, “Bir İslâm ‘Antropoloji’si Olarak Şeriat: İnsan/lık ve İhvan (2)”, Yeni Şafak, 12 Ağustos 2013, s.12.
[41] Levent Gültekin, Şatafatlı Mağlubiyet: İslâmcıların İktidarla İmtihanı, Doğan Yay., 2015.
[42] Olivier Roy, Kayıp Şark’ın İzinde, çev: Haldun Bayrı, Metis Yay., 2015.
[43] Prof. Dr. Hasan Köni, “Arap Baharı’yla ortaya çıkan taban Batı’nın beğendiği bir taban olmadı. Belki zaman içinde Batı şunu gördü: Ilımlı İslâm ya da radikal İslâm yok İslâm var. Bunlar 1948’den beri dayak yedikleri için ruhlarında radikalizm taşıyorlar.” (Leyla Tavşanoğlu, “ Prof. Dr. Hasan Köni: IŞİD Kontrolden Çıktı”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2014, s.12.)
[44] Can Uğur, “İslâmcılar Demokrasiyi Kendi Ölçütleriyle Belirliyor”, Birgün, Yıl:12, No:449, Cumhuriyet, 18 Ekim 2015, s.12.
[45] Şenay Yıldız, “Türkiye’deki Dönüşümde Kaybeden Gülen Cemaati”, Akşam, 25 Temmuz 2010, s.19.
[46] Rasim Özdenören, “İslâm ve Demokrasi”, Yeni Şafak, 3 Şubat 2013, s.11.
[47] Osman Ünlü, “Müslümanlar Niçin Geri Kaldı?”, Türkiye, 19 Ocak 2015, s.15.
[48] Süreyya Su, “Siyasal İslâma Karşı Sivil Dindarlık”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2015, s.21.
[49] “Karaman: Dinden Soğutuyor”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2015, s.5.
[50] “Prof. Dr. Ali Bardakoğlu: Dindarlık Serbest Pazara Uyarlandı”, Birgün, 12 Kasım 2010, s.8.
[51] Prof. Dr. Niyazi Kahveci, Çağımız ve Türkiye, Sinemis Yay., 2019, s.340.
[52] Defne Samyeli, “Prof. Nevzat Yalçıntaş: Fazla Zenginlik Dejenere Eder!”, Milliyet, 1 Eylül 2013, s.16.
[53] Demir Küçükaydın, “… ‘Terra İncognita’ya Uzaydan Bir Bakış (Marksizmin Yeniden İnşası-02)”, 24 Ocak 2022… https://demirden-kapilar.blogspot.com/
[54] Georgiy V. Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü Üzerine, çev: Nahide Özkan, Yazılama Yay., 2014, s.130.
[55] Paul Siegel, Dünya Dinleri ve İktidar, çev: Selin Dingillioğlu, Yordam Yay., 2013.
[56] Mücahit Bilici, “İslâmcılık ve Mukaddesatçılık”, Taraf, 7 Haziran 2014, s.10.
[57] Hayri Hazargöl, “İslâm ve Sol”, Yeni Yaşam, 18 Ocak 2019, s.10.
[58] Hüda Kaya, “İslâm ve Barış Bir İradedir”, Gündem, 26 Ocak 2015, s.5;
[59] Friedrich Engels’in Ortaçağ’daki sınıf savaşlarına ilişkin olarak altını çizdiği üzere: “Ortaçağ, felsefe, politika hukuk gibi ideolojinin tüm biçimlerini teolojiye bağlıyor. Yığınların duygu dünyaları yalnızca dinsel gıdalarla besleniyordu; bu bakımdan da yığınlara kendi çıkarları ancak dinsel kılık altında gösterilebilirdi.”
[60] “Bazen öyle geliyor ki şu dolar zenginlerini tanrı bizzat koruyor ve kolluyor.” “Nasıl olur da tanrı, iş adamlarının tanrısı olur ve etrafta milyonlarca insan aç sefil dolaşıp, onlardan sadece birisinin sahip olduğunun ufak bir kırıntısına bile sahip olamıyor? Bu nasıl adalet? İnsanın kanına dokunuyor.” (Cengiz Aytmatov.)
[61] İrlanda’da Katolik kilisesinde papaz ve rahibeler binlerce çocuğa cinsel tacizde bulunmuş. Zan altında kaldılar mı kilise onları korumak için tayinlerini, tanınmadıkları başka bir yere çıkarıyormuş. Onlar da gittikleri yeni yerlerde başka çocukları tacizi sürdürmüşler. Elli yıldır bu böyle devam etmiş. Olay patlak verince, Papa İrlanda’nın tüm piskoposlarını Vatikan’a çağırarak azarladı. Ratzinger’in, Papa olmadan önce Vatikan’da kardinalken, tacizcileri yargıya ihbar edenlerin afaroz edilmesini tavsiye eden komisyonun başında olduğu unutulmamalı. (Gündüz Vassaf, “Tanrı Çocukları Dinlerden Korusun”, Radikal, 28 Şubat 2010, s.23.)
[62] “Mısır’da ‘Yaz Gelinleri’ Rezaleti”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2012, s.12.
[63] Filipinler’de 12 yaşındaki kimsesiz bir kız çocuğu Papa’ya, inançlı olsun olmasın herkesin aklının bir köşesinde hep duran o en önemli soruyu sordu: “Bir sürü çocuk uyuşturucuya bulaşıyor, seks işçisi olarak çalışıyor. Tanrı neden bizlerin başına bunların gelmesine göz yumuyor?”
İslâmî inancın hassasiyetleriyle hızla empati kurup, ‘Charlie Hebdo’ katliamını tereddütsüz bir şekilde mantıklı bulan dini lider, küçük kızın bu sorusu karşısında tereddüt etti ve “Yanıtı olmayan soru” dedi!
[64] Taha Akyol, “İslâmcılık Nereye?”, Hürriyet, 9 Temmuz 2015, s.20.
[65] Taha Akyol, “İslâm Sosyetesi”, Hürriyet, 2 Ağustos 2014, s.18.
[66] Patrick Haenni, Piyasa İslâmı: İslâm Suretinde Neo-liberalizm, çev: Levent Ünsaldı, Maki Basın Yay., 2011.
[67] Platon’un ‘Devlet’te belirttiği üzere, “Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.” (Platon, Devlet, çev: Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, İş Bankası Yay., 2006)
[68] Ayşe Hür, “Medine Vesikası ve Ömer Paktı”, Radikal, 3 Kasım 2013, s.20-21.
[69] Küreselleşme karşıtı hareketlerin otonomist ve komünalist oluşumlar altında çeşitli yapılanmalara (devlet, parti, temsil vs.) karşı çıkıp başka türlü bir demokrasi kurmaya çalıştığı açık. Bunların teorik temelleri de, André Gorz (Elveda Proletarya), Ernesto Laclau (Radikal Demokrasi), Antonio Negri ile Michael Hardt (Çokluk) ve Alain Badiou (Olay) gibi filozoflara dayanıyor. “İktidar olmadan dünyanın değiştirilebileceği” (Holloway) noktasına kadar savrulan bu yaklaşımların, Zapatistalar gibi yapıları örnek göstererek kapitalist egemenliğe dokunmadan belirli alanlarda yerel özerk yönetimler oluşturup bunların sayılarını artırmayı amaçladıkları söylenebilir. İktidar ilişkilerinde yapısal bir kırılmaya (siyasal devrim) yol açacak araçlarla (demokratik merkeziyetçilik, öncü parti, meclis tipi yapılanmalar vs.) süreci nihayetlendirmede çekimser davranan bu yaklaşımları Kürt siyasal hareketinin de belli ölçülerde referans aldığı belli.
[70] Hayrettin Karaman, “İslâm, Demokrasi ve Medine Vesikası”, Yeni Şafak, 29 Mayıs 2014, s.2.
[71] Kamil Tekin Sürek, “Medine Sözleşmesi”, Evrensel, 29 Mayıs 2014, s.6.
[72] Dilek Zaptçıoğlu, Yeterince Otantik Değilsiniz Padişahım, İletişim Yay., 2012.
[73] Ludwig Feuerbach, aktaran: Joan Konner, Ateistin Kutsal Kitabı, çev:Ali Ünal, Notos Kitap, 2012, s.77.
[74] “Çoğu insan Kitabı Mukaddes’in anlayamadığı bölümlerinden rahatsızlık duyar; oysa Kitabı Mukaddes’in beni en çok rahatsız eden bölümleri anladığım bölümleridir.” (Mark Twain.)
[75] “Kendime, ‘Mesih’i seviyor musun?’ diye sordum. Düşündüm, düşündüm, ‘Hayır’ dedim. O isimde kimseyi tanımıyordum. Bir yığın hikâye dinlemiştim tabii ama benim sevdiğim yalnızca insanlardı.” (John Steinbeck.)
“İsa’yı ben oynamak istiyorum. Mantıklı bir tercih olurum. Ona benziyorum. Yahudiyim. Ve komedyenim. Üstelik ateistim, bu yüzden karakteri nesnel bir biçimde canlandırabilirim. Başka kim oynayabilir ki?” (Charlie Chaplin.)
[76] “Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar aynı Tanrı’ya inanıyor. Bu Yehova, Tanrı ve Allah olmak üzere üç farklı biçimde adlandırılan, İncil’deki Tanrı. Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar onun emirlerine uyduklarını iddia ederek birbirlerini öldürüyorlar.” (Eduardo Galeano, Aynalar: Neredeyse Evrensel Bir Tarih, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2020, s.76.)
[77] Walter Sinnott-Armstrong, Tanrısız Ahlâk, Çeviren: Attila Tuygan, Ayrıntı Yay., 2011, s.41.
[78] İlhan Arsel, Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları Din Adamları, Kaynak Yay., 3. basım, 1996, s.18.
[79] Umberto Eco, Gülün Adı, çev: Şadan Karadeniz, Can Yay., 1987.
[80] Kim Rollik, “The Culture Of Fear: The Use of Fear in a Modern Society and How People React to it in the Context of the United States of America and Civil Firearm Ownership”, Karlshochschule International University, 2019… https://www.academia.edu/41155260/The_Culture_Of_Fear
[81] Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, çev: Bülent Kale, Metis Yay., 2008, s.173.
[82] Ayşe Emel Mesci, “Utopia’da Yaşamak...”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2013, s.15.
[83] H. A. Nomiku, Haçlı Seferleri, çev: Kripton Dinçmen, İletişim Yay., 1997, s.29.
[84] Ayşe Hür, “Haçlı Seferleri’nin Açtığı Yara mı?”, Radikal, 16 Eylül 2012, s.24-25.
[85] Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt:I, çev: Fikret Işıltan, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1986, s.221.
[86] Amin Maalof, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, çev: Ali Berktay, Yapı Kredi Yay., 2007, s.13.
[87] “Misyonerlik Çağrısı”, Milliyet, 22 Ekim 2007, s.23.
[88] “Her 50 Kişiden Biri”, Taraf, 15 Temmuz 2014, s.16.
[89] “Vatikan’a ‘Rekor’ Sayıda Cinsel İstismar Şikâyeti Geldi: Bir Tsunami Dalgasıyla Karşı Karşıyayız”, 20 Aralık 2019… https://www.independentturkish.com/node/106666
[90] “Eski Papalık Elçisine Pedofili Tutuklaması”, Hürriyet, 25 Eylül 2014, s.7.
[91] “Kanada’da 36 Papaz, 29 Çocuğa Cinsel Tacizde Bulundu”, Birgün, 19 Kasım 2019, s.4.
[92] “Vatikan’ın 3 Numarasına Cinsel Taciz Suçlaması”, Cumhuriyet, 30 Haziran 2017, s.12.
[93] “Rahibeler Yetim Çocukları Grup Seks Partileri Veren İş Adamlarına Kiraladı”, 4 Şubat 2021…
[94] Mehmet Çiftçi, “İspanya Papazların Pedofili Âlemi İddialarıyla Çalkalanıyor”, Hürriyet, 24 Kasım 2014… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27642263.asp
[95] “Vatikan’da Rahipten İtiraf: Eşcinselim”, Cumhuriyet, 4 Ekim 2015, s.24.
[96] Avrupa’nın dört bir yanında papazların çocuklara cinsel tacizde bulunması skandalı Katolik Kilisesi’ni sarsarken, tahtının sallantıda olduğu belirtilen Papa XVI. Benediktus hasarı en aza indirme çabaları kapsamında 20 Mart 2010’da bir özür mektubu yayımladı.
İrlanda’da binlerce çocuğun din adamlarının tacizine uğradığı ve şikâyetlerin hasıraltı edilmeye çalışıldığı ortaya çıkarken İrlanda’nın 24 piskoposundan 4’ü istifa etti. İrlanda Başpiskoposu Sean Brady de, 1975’te, sübyancı bir rahibin kurbanı 2 çocukla görüşüp onlara sessizlik yemini ettirdiğini itiraf etti. Brady’nin kurbanlarını susturduğu sapık rahip bu olayın ardından 20 yıla yakın bir süre daha çocukları taciz etmeye devam ettikten sonra tutuklandı. Bu olayların sorumlusu olarak görülen Brady ise, istifa çağrılarına hâlen direniyor.
İrlanda’nın ardından Almanya’da da 2010 ocak ayında taciz iddiaları su yüzüne çıkmaya başladı. Berlin’deki Canisius Üniversitesi’nin rektörü, 1970’ler ve 80’lerde seçkin bir Cizvit lisesinde en az 50 cinsel taciz vakası yaşandığını kabul etti. Bu itirafın ardından, bir Alman din adamının ifadesiyle taciz suçlamaları “tsunami” boyutunu aldı. Hâlen Almanya’daki 27 piskoposluk bölgesinin 18’inde en az 300 taciz iddiası soruşturuluyor. 30 yıl boyunca Papa’nın kardeşi Georg Ratzinger tarafından yönetilen ünlü Regensburg korosu da skandalın içine çekilirken, çocukken koroda yer alan bir kişi insafsızca dövüldüklerini, cinsel tacize uğradıklarını anlattı. Şimdi emekli olan Georg Ratzinger, çocukların tokatlanmasından pişmanlık duyduğunu açıkladı, ancak cinsel taciz vakalarından habersiz olduğunu öne sürdü. (“Babaların Günahları”, Milliyet, 21 Mart 2010, s.23.)
[97] “Papa Çocuk Tacizcileri Adına Özür Diledi Ama...”, Radikal, 21 Mart 2010, s.2.
[98] BM Vatikan’a çocuklara cinsel istismarda bulunmakla suçlanan bütün rahipleri derhâl görevden alması çağrısında bulunmuştu. Vatikan ise raporun çarpıtıldığını ve taraflı olduğu açıklamasını yaptı. BM’nin Çocuk Hakları Komitesi, Vatikan’ın “suçlarını örten” rahiplerle ilgili dosyaları açması ve rahiplerden hesap sorulması gerektiğini belirtmiş ve Vatikan’ın işlenen suçların boyutunu ‘anlayamadığına’ dair ciddi endişeleri olduğunu ifade etmişti. BM raporunda, tüm dünya çapında rahiplerin on binlerce çocuğun cinsel istismar mağduru olduğu Vatikan bünyesinde görevli Katolik Kilisesi üyelerinin ‘çocuk istismarında bulunmasından derin endişe duyulduğu’ da yer aldı. Raporda, rahiplerin farklı bölgelerde görevlendirilmeleri uygulaması için, “rahiplerin çocuklarla temas hâlinde olduğu birçok ülkede çocuklar, cinsel istismar riskiyle karşı karşıya kalıyor” dendi. Vatikan, BM’nin istismara ilişkin verileri paylaşması talebini, verilerin yalnızca başka bir ülkeden yasal sürece ilişkin gelecek talep karşılığı paylaşabileceğini belirtip reddetmişti. (“Vatikan: BM’nin Çocuk İstismarı Raporu Çarpıtılmış”, Birgün, 7 Şubat 2014, s.14.)
Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı bazı din adamlarının rol aldığı taciz ve tecavüz skandallarıyla zor günler yaşayan Katolik Kilisesi’nden bir yetkilinin, kiliseye yönelik eleştirileri Almanya’da Nazi döneminde Yahudilerin soykırımına benzetti (“Vatikan, Yahudi Örgütlerini Kızdırdı”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2010, s.13.)
“Dawkins ve Hitchens’ın Papa’nın pedofili skandalı nedeniyle yargılanması talebi, uluslararası hukukun varlık nedenini anlamaya başladığımızın göstergesi: Üzerimizde iktidar kuranların sıradan vatandaşlarla aynı hukuki ve ahlâki normlarla yargılanmayacağı sanısı nihayet çatırdıyor.” (George Monbiot, “Uluslararası Hukuk Papa Sınavında”, The Guardian, 12 Nisan 2010.)
[99] “BM’den Vatikan’a Taciz Suçlaması”, Cumhuriyet, 6 Şubat 2014, s.12.
[100] “ABD Başkanı ‘Baba’ G. Bush’un ‘Yeni Muhafazakâr’ (Neo-Con) teorisyenlerinden Harvard Üniversitesi Profesörü Samuel Huntington, 1993’te Foreign Affairs adlı dergide yayınlanan ‘The Clash of Civilizations’ (Medeniyetler Çatışması) adlı makalesinde özetle, Soğuk Savaş sonrasında Sosyalist ve milliyetçi ideolojilerin yerini, İslâmcılık, Hinduculuk, Rusçuluk gibi akımların aldığını, Batının bireyciliği, liberalizmi, anayasacılığı, insan hakları savunuculuğu, veya demokrasi gibi ilkelerinin İslâmcı, Budist, Ortodoks vb. kültürlerde çok anlam ifade etmediğini söylemiş ve geleceğin temel çatışmasının dünyaya egemen olan Batı kültürü ile ‘dünyanın geri kalanı’ arasında olduğunu iddia etmişti. Hungtington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ kavramı büyük tartışmalara neden olmuş, çok kişi bunun ‘kendi kendi gerçekleştiren kötü bir kehanet’ olduğunu, yani bu kavramsallaşmanın bizatihi kendisinin ‘Batı medeniyeti’ ile ‘öteki medeniyetler’ arasındaki ayrımı körüklediğini iddia ederken, bazıları Huntington’un dünyadaki doğal gidişatı, en erken gören düşünür olduğunu söylediler.” (Ayşe Hür, “Şarkiyatçılık, Garbiyatçılık, İslâmcılık, ‘Yeşil Kuşak’…”, Radikal, 15 Kasım 2015… )
[101] “… ‘Gerçek İslâm bu değil?’ Hangisi peki? Gerçek İslâm, asıl İslâm, özü barış olan İslâm hangisi? Bunu kim ve ne zaman gösterecek?
İslâmi değerlere göre topluma, ülkeye, dünyaya yol göstermek isteyenler. Birileri yıllardır sizin adınıza, Sizin kutsal kitabınızdan alıntılar yaparak ve Allah adını dillerinden düşürmeyerek cinayetler işliyorlar!
Evet, adını koyalım: aşağılık, sinsi ve hiçbir şekilde savunulamayacak cinayetler bunlar! Sivil, silahsız masum insanları öldürüyorlar! Sizin adınıza! Sizin değerleriniz adına! Ve siz zaman zaman ‘gerçek İslâm bu değil’ demekten başka bir şey yapmıyorsunuz! Gerçek İslâm’ı, bize, topluma dünyaya ne zaman ve nasıl göstereceksiniz?” (Tarık Demirkan, “Gerçek İslâm Bu Değil!”, 15 Kasım 2015… http://sendika7.org/2015/11/gercek-İslâm-bu-degil-tarik-demirkan/)
[102] Jerry A. Coyne, “IŞİD İslâmcı Değilse Engizisyon da Katolik Değildir”, 6 Ekim 2014… https://direnisteyiz.org/haber/isid-islamci-degilse-engizisyon-da-katolik-degildir-jerry-a-coyne/
[103] “Terörizm Sınır Tanımıyor”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2014, s.12.
[104] Ezgi Başaran’ın Graham Fuller ile söyleşisi, Radikal, 1 Eylül 2014.
[105] İbrahim Varlı, “Emperyalizmin Kullanışlı Aparatları: Cihatçı Örgütler”, Birgün, 14 Mayıs 2021, s.4.
[106] Tatvan Belediyesi panosunda afiş: “Selam olsun Allah’ın Resulü’nün öcünü alan Kuaşi kardeşlere. Allah şehadetinizi kabul etsin. Siz vurulunca demokrasi, biz öç alınca terörizm”… Aczmendiler, katliamı yapanlar için İstanbul’da gıyabi cenaze namazı kıldı… Leman dergisine Ak Trollerden uyarı: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik edepsizlikte sınır tanımayan @lemandergisi #charliehebdo saldırısından ders çıkarmalı!”. (Baskın Oran, “İslâm (ve Türkiye) Nasıl Kurtulur”, Agos, 14 Ocak 2015… http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10238/İslâm-ve-turkiye-nasil-kurtulur)
[107] “Somali’de Altın Diş Avı”, Cumhuriyet, 11 Ağustos 2009, s.11.
[108] Örgütü destekleyen babası tarafından Kano eyaletinin kuzeyinde Boko Haram militanlarına verilen 13 yaşındaki Zahra’u Babangida polisin ayarladığı basın toplantısında başından geçenleri anlattı. Buna göre örgüt liderlerinden birisi “intihar eylemcisi nedir biliyor musun, bunu yapabilir misin” diye soruyor. Yanıtı “Hayır” olunca “cennete gideceği” vaat ediliyor. Yine reddedince “O zaman seni ya vururuz ya da zindana atarız” deniliyor. Hatta canlı canlı gömme tehdidi savruluyor. Babangida bombalı yeleği giyip iki kızla birlikte Kano’daki tekstil pazarına gitmeyi kabul etse de diğer kızlar gibi bombaları patlatmıyor. 10 Aralık’ta 4 kişinin öldüğü olayda yaralanarak hastaneye kaldırılıyor. (“Babası 13 Yaşındaki Kız Çocuğunu İntihar Saldırısı İçin Satmış”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2014, s.12.)
[109] “Kur’an Kursunda 400 Çocuğa Tecavüz ve İşkence”, Birgün, 29 Eylül 2019, s.5.
[110] “Suudi Blog Yazarı 20 Hafta Kırbaçlanacak”, Hürriyet, 10 Ocak 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27935845.asp
[111] “ABD’de IŞİD Katliamı: 50 Ölü, 53 Yaralı”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2016, s.7.
[112] “Hz. Muhammed Karikatürlerinin Sergilendiği Salonun Dışında Çatışma: İki Ölü”, Cumhuriyet, 5 Mayıs 2015, s.17.
[113] “New York’ta IŞİD Krizi, Cumhuriyet, 2 Kasım 2017, s.13.
[114] “Kilisede Dehşet”, Hürriyet, 27 Temmuz 2016, s.16.
[115] Vecdi Sayar, “… ‘Laikler Beyin Özürlü’ Öyle mi?”, Birgün, 3 Temmuz 2022, s.15.
[116] Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni, Derleyen: Behlül Özkan-Tolga Gürakar, Tekin Yayınevi, 2020.
[117] Fikret Başkaya, “Ne ile Cebelleştiğini Bilmek!”, Yeni Yaşam, 27 Aralık 2022, s.10.
[118] Ergin Yıldızoğlu, “Tarikatlar Çok Önemli!”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2022, s.10.
[119] Umut Yüksel, “İslâmcılığın Yalın Hâli: Tarikatlar”, Birgün Pazar, Yıl:16, No:215, 20 Aralık 2019-10 Ocak 2020, s.21.
[120] Prof. Dr. İbrahim Maraş, “İlahiyatların İslâmi ilimlere çevrilmesi, Türkiye’den Arap ülkelerine öğrenci gönderilmesi, göçmenler, sığınmacılar gibi sebeplerle önümüzdeki yıllarda karşımıza Taliban tipli anlayışlar ortaya çıkacak,” uyarısı yaptı. (İklim Öngel, “Prof. Dr. İbrahim Maraş: Tarikatlar Holdingleşti”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2022, s.6.)
[121] “Diyanet Müslüman-Türk-Sünnî egemen çizginin bir taşıyıcısıdır. Diyanet işlerinin kaldırılması gerekir. Bir defa Türkiye laik bir ülkede değildir. Türkiye Bizantist bir ülkedir. Yani Bizans imparatorluğu dönemindeki din devlet ilişkisi devam ediyor. Yani din devletin emrine verilmiştir. Bizantist ilişkide devlet dini güdümler, yönetir ve yönlendirir. Halkı itaat ettirmek için saray ve kral için dini kullanır. Şu anda Türkiye’de uygulanan budur. Tam demokrat olunması için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın olmaması gerekir.” (Ferhat Çelik, “İhsan Eliaçık: Din Devletin Emrinde”, Yeni Yaşam, 10 Ocak 2019, s.8.)
[122] Tayfun Atay, “Nitelikli Dindarlık mı, Niceliksel Dinbazlık mı?”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2017, s.3.
[123] Sefa Uyar, “Dini Değil, Ticari Yapılar: Holdingleşen Tarikatlar”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2022, s.6.
[124] Sefa Uyar, “Tarikatların Kontrolünde Camiler Var!”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2022, s.9.
[125] Orhan Bursalı, “Prof. Ersin Kalaycıoğlu ile Söyleşi (2): Türkiye’de Siyasal İslâm’ın Demokrasinin Parçası Olması, Ne Kadar Mümkün?”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1375, 26 Temmuz 2013, s.14-15.
[126] Sefa Uyar, “Adaletsizlik Büyüdü”, Cumhuriyet, 25 Temmuz 2022, s.4.
[127] Sefa Uyar, “Diyanet’ten Yeni Fetva: ‘Vadesiz Hesap Dinen Uygun Değildir’…”, 5 Eylül 2020… https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/diyanetten-yeni-fetva-vadesiz-hesap-dinen-uygun-degildir-1977191
[128] Mustafa Bildircin, “Artık Uzay’a da Diyanet Çıkar”, Birgün, 26 Ağustos 2022, s.5.
[129] Sefa Uyar, “Erbaş ve Personelinin Emekli Maaş ve İkramiyeleri Netleşti”, Cumhuriyet, 21 Ocak 2022, s.6.
[130] Özdemir İnce, Yıl 2022 Tarikatlar ve Cemaatler (6)”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2023, s.3.
[131] “3331 Tarikat Yurdu Var”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2022, s.8.
[132] “Ülkeyi İmamlar Yönetiyor”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2022, s.4.
[133] “Hilafet Çağrısı Yapan İmam Halil Konakcı, ‘Oruç Tutmayanların Sopalanmasını’ Savundu”, 24 Ağustos 2022… https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/hilafet-cagrisi-yapan-imam-halil-konakci-oruc-tutmayanlarin-sopalanmasini-savundu-1973194
[134] Sanatçı Gülşen Çolakoğlu’nun Ataşehir’de 2022 Nisan’ında verdiği bir konserdeki ifadeleri gerekçe gösterilerek “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçlamasıyla yargılandığı davanın ikinci duruşması görüldü. Duruşmada Önder İmam Hatipliler Derneği vekili avukat Seçkin Koç, ‘Sanık şarkıcı olduğunu iddia etmektedir. Sesinden çok kıyafetleri ve doğal olmayan cinsel yönelimleri desteklemesiyle gündeme gelmeye çalışmaktadır’ ifadelerini kullandı. (Rengin Temoçin, “Avukattan Skandal Sözler!”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2022, s.3.)
[135] Sefa Uyar, “Kadınları Rahat Bırakın”, Cumhuriyet, 19 Ağustos 2022, s.9.
[136] Mustafa Bildircin, “Diyanet’in Ordusu Daha da Büyüyecek”, Birgün, 29 Aralık 2022, s.6.
[137] Sefa Uyar, “Şimdi de ‘Sansür’ Hutbesi”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2022, s.6.
[138] Mustafa Bildircin, “782 Bin Çocuğa Diyanet Kıskacı”, Birgün, 9 Mart 2022, s.7.
[139] Mehmet Oflaz, “İmam Mehmet Şükrü Dörtbudak’ın Hedefinde Kadınlar ve Çocuklar Var”, 29 Ağustos 2022… https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/imam-mehmet-sukru-dortbudakin-hedefinde-kadinlar-ve-cocuklar-var-1975030
[140] Saadet Partisi lideri Karamollaoğlu, 6 yaşında bir kızın, 29 yaşındaki bir adamla evlendirilmiş olması konusunun bir an evvel gündemden çıkmasını arzuluyor. Konu, İslâma önyargılı bakanlar tarafından istismar ediliyormuş. Toplum rahatsız oluyormuş. “Bundan dolayı tarikatlar, Kur’an kursları kapatılsın olmaz”mış. Anlaşılan, Karamollaoğlu, konuyu tartışan, adalet isteyenleri “toplumdan” saymıyor. Belli ki onun “dünyasında”, yalnızca siyasal İslâmın “toplumu” var. Tarikatları da korumaya kararlı. DP Başkanı Gültekin Uysal da... Kılıçdaroğlu ve Akşener çok öfkeliler ama tarikatlar kapatılsın diyemiyorlar. Babacan? Davutoğlu? Düşünmeye değmez, geçiniz! (Ergin Yıldızoğlu, “Bir Rezalet İki ‘Hakikât Rejimi’…”, Cumhuriyet, 12 Aralık 2022, s.11.)
[141] Rıfat Kırcı, “AKP İktidarı Döneminde Arttı: ‘İlim, İslâm, Kur’an’la Kandırıyorlar”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2022, s.3.
[142] Mustafa Bildircin, “İlim Yayma’ya Kaynaklar Aktı”, Birgün, 13 Ağustos 2022, s.7.
[143] Mehmet Oflaz, “Ensar Soruşturmasına Engel”, Cumhuriyet, 2 Ocak 2023, s.6.
[144] “XV. yüzyılın sonlarına doğru dünyaya gelmiş ve XVI. yüzyılın ilk yarısını yaşamış olan Luther, aslında keşiş olmasına rağmen, kiliseye karşı gelmiştir. XVI. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Calvin de Batı dinsel anlayışında büyük reform hareketinin mimarlarındandır. Doğal olarak, İslâm dünyasında da, başta İbni Rüşd olmak üzere birçok düşünür ve din âlimi nakli bilgi ve dogmaya karşı çıkmıştır. Fakat, en son söylenmesi gerekeni baştan söylemek gerekirse; günümüzde gelinen noktada, maalesef, hemen hiçbir yoruma meydan bırakmayacak şekilde giderek katılaşan bir inanç sisteminin topluma dayatıldığı görülmektedir.” (İzzettin Önder, “Luther, Calvin Artık Lütfen Geliniz”, Evrensel, 24 Ocak 2015, s.5.)
[145] Bülent Serim, “Laikliğe Aykırı Anayasa Değişikliği”, Cumhuriyet, 12 Ocak 2023, s.2.
[146] “Selahattin Demirtaş: En İdeal Günah Keçisi Olarak Gösteriliyorum”, 12 Ekim 2022… https://etelgraf.com/selahattin-demirtas-7-haziran-1-kasim-surecinin-iki-tarafinin-da-aktorleri-tek-kelime-ozelestiriye-yaklasmazken-en-ideal-gunah-kecisi-olarak-gosteriliyorum/
[147] Ayşe Sucu, “Din ‘Uyuşturucu’ Olursa Din Olmaktan Çıkar”, Sözcü, 9 Ocak 2023, s.4.
[148] aktaran: Michel Ménache, “Özdemir İnce Şiirleri EUROPE’de”, Cumhuriyet Kitap, No:1717, 12 Ocak 2022, s.4.