İnci'yle birlikte Türkiye'deki ve sürgündeki altmış yıllık ortak hayatımızı ve mücadelelerimizi konu alan Vatansız-Heimatlos belgeselinin cuma akşamı Köln'deki gösterimi nedeniyle sürgün yaşamımızın müstesna mutluluklarından birini yaşadık...
Herşeyden önce, bu değerli belgeseli gerçekleştiren Esra Yıldız ile, Brüksel'de İnfo-Türk'te ve Güneş Atölyeleri'ndeki çekimler sırasındaki beraberliğimizden yıllarca sonra ilk kez bir araya geliyorduk.
Geçmişi daha eskilere dayanan bir başka mutlu kavuşma... Gösterimi organize eden Kultur Forum'un yöneticisi Osman Okkan ile birlikte bizler, 12 Eylül 1980 darbesini izleyen yıllarda sürgünde cuntaya karşı direnişin sorumluluğunu üstlenen iki örgütün yöneticileriydik...
İnci ve ben tüm zamanımızı merkezi Brüksel'de olan Demokrasi İçin Birlik Avrupa Örgütü'nün yönetimine ve yayın organı Tek Cephe'nin yayınına hasretmişken, bizden bir sonraki kuşağa mensup Osman Okkan da genç yaşında Federal Almanya İşçi Dernekleri Federasyonu (FİDEF)'in genel sekreterliğini üstlenmişti.
Daha sonraki yıllarda Osman da bizim gibi tüm yaşamını medyada, sosyal ve kültürel planlarda sayısız projelerin gerçekleştirilmesine hasretti.
Örsan Öymen'le birlikte çektiği Papa Suikastı adlı filmin yer aldığı monitör yayınıyla "Grimme" ödülünü kazanan Osman Okkan, Günter Wallraff ile birlikte En Alttakiler adlı multi-medya projede çalıştı... 1986 yılından itibaren Batı Alman Radyo ve Televizyon Kurumu (WDR) ve bu kurumun bünyesindeki “Köln Radyosu“nda gazeteci olarak çalışmaya başlayan Okkan, 20 yıl boyunca bir bölümü saygın ödüller kazanan çok sayıda belgesel filme ve programa imzasını attı.
Türkiye’de hakkında yayınlanan ve kendisini “terörist“ olarak tanıtan yalan haberler nedeniyle 17 yıl boyunca Türkiye’ye gidemeyen Okkan, televizyonların kültür kanallarında çağdaş Türk edebiyatının önde gelen yazarlarını, fotoğrafçı Ara Güler‘i tanıtan belgeseller hazırladı.
Hrant Dink’in yaşamını ve mücadelesini konu alan “Cinayet Dosyası: Hrant Dink“ belgesiyle “Altın Küre Ödülü“nü alan Okkan, onur başkanlığını Rakel Dink’in üstlendiği “Köln Hrant Dink Forumu“nun da kurucusu... Türk-Kürt-Ermeni dostluğunun gelişmesi için ısrarlı mücadele veren Okkan, bu amaçla Avrupa kültür ve siyaset dünyasının önde gelen isimleriyle birlikte “Politik Tutuklulara Destek Fonu“nun kurucuları arasında yer alıyor.
Köln'de sürgün dostlarla buluşma
Köln'de İnci'yi de, beni de mutlu eden bir başka olay, altı yıldır aralıksız yazmaya devam ettiğim Artı Gerçek'in kurucularından ikisiyle, değerli meslektaşlarımız Celal Başlangıç ve Ayşe Yıldırım ile buluşmamız oldu.
12 Mart 1971 darbesini izleyen yarım yüzyıllık sürgünümüzde tamamen kendi girişimimiz olan İnfo-Türk'ün çeşitli dillerdeki haber bültenleri, kitap ve broşürleri dışında, gerek Türkiye'de, gerekse yurt dışında çok sayıda gazete, dergi veya ajansa katkıda bulunmaya çalışmıştık. Türkiyeli göçmenlere hitap eden çeşitli dernek ve sendika yayınlarının gerçekleştirilmesinin yanısıra, yurt dışında yayınlanan Yazın, Tek Cephe, Demokrat Türkiye ve Barış/Aşıti’de görüşlerimizi dile getirmiştik.
Hepsinin mücadeleler tarihinde yeri vardı. Ancak 2017’de büyük sayıda tanınmış gazetecinin sürgünde bir araya gelerek Artı Gerçek’e hayat vermeleri medya tarihimizin bir ilkiydi…
Çakma darbe girişiminin ardından medyaya karşı başlatılan yeni terör dalgası nedeniyle mücadeleyi yurt dışında sürdürme kararlılığındaki gazetecilerden Celal Başlangıç, Koray Düzgören, Ragıp Duran, Ahmet Nesin ve Ayşe Yıldırım ile Brüksel'de buluştuğumuz günü unutmuyoruz. Bizleri ağırlayan Güneş Atölyeleri'ndeki çalışma arkadaşlarımız da ,bizim gibi mücadeleyi sürgünde devam ettirme kararı vermiş beş gazeteciyle bir araya gelmekten dolayı son derece duygulanmışlardı.
Vatansız-Heimatlos'un Köln'deki gösteriminde, İnci'yle birlikte kurucu üyelerinden olduğumuz Avrupa Sürgünler Meclisi'ni temsilen kırk yıllık dostlarımızdan araştırmacı-yazar Engin Erkiner de bizlerle birlikteydi... Üstelik, Avrupa Sürgünler Meclisi'nin ikimizi de onurlandıran değerli bir mesajını getirmişti.
Türkiye'de 60'lı ve 70'li yılların devrimci mücadelesine Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyalist Fikir Kulübü ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu saflarında, özellikle de yayın planında büyük katkıda bulunmuş olan Engin Erkiner'le ilk kez sürgünde buluşmuştuk... 1982-2010 yılları arasında "Avrupa'da ve Türkiye'de Yazın" adıyla hem Türkiye'de hem Almanya'da yayınladığı dergiye ben de yazıyordum... Hattâ 12 Mart darbesinin ve idamların 30. yıldönümü üzerine Yazın'da yayınlanan yazılarımızdan ötürü, Emin Karaca ve benim hakkımda dava açılmış, mahkeme Türkiye'ye döndüğüm takdirde tutuklanmam için sınır kapılarına talimat verilmişti.
Engin'le örgütsel birlikteliğimiz ise, bundan 11 yıl önce, yine Köln kentinde kurulan Avrupa Sürgünler Meclisi'nde başladı.
2012'de Avrupa Sürgünler Meclisi'nin kurucuları arasında yer alan değerli yazarımız Kemal Yalçın da Köln'deki belgesel gösteriminde bizlerle birlikteydi.
Hitler rejiminden kaçarak Türkiye’ye sığınan Almanların gerçek hayat hikayelerini 2011 yılında yayınlanan "Haymatlos-Dünya Bizim Vatanımız" adlı 640 sayfalık kitabında tanıtmış olan Kemal Yalçın'ın Vatansız-Heimatlos belgeselinin gösteriminde hazır bulunması etkinliğe ayrı bir değer katıyordu.
Diyasporanın seçimlerde Erdoğan'ı desteklemesi üzerine söyleşiler...
Evet, bu kadim dostlarımızla bir aradayken anı tazelemelerin, saçlarımızdaki akların, yüzlerimizdeki kırışıklıkların değerlendirmesini yapmanın yanısıra söyleşilerimizin yoğunlaştığı konuların başında doğal olarak Türkiye'deki son seçimin özellikle diyasporadaki yüksek çelişkili sonuçları geliyordu.
Nasıl olmasın ki, yirmi yıldır uyguladığı baskılar ve yoğunlaştırdığı insan hakları ihlalleri nedeniyle oy oranı Ankara, İstanbul ve İzmir gibi metropollerde yüzde 50'nin altına düşen, Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Tunceli gibi Kürt yoğunluklu illerde yüzde 20 ila 30'larda kalan bir Recep Tayyip Erdoğan, yurt dışının genelinde yine de yüzde 59,57'yi bulabilmişti.
Dahası, ABD, İngiltere ve Kanada gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde ancak yüzde 20'lerde oy alabilen Erdoğan, Türkiye göçmenlerin yoğunluklu olarak ilk yerleştiği merkezi Avrupa ülkelerinde seçmen desteğini koruyabilmiş, oyların Belçika'da yüzde 74,70'sini, Hollanda'da yüzde 70,59'unu, Almanya'da yüzde 67,22'sini ve Fransa'da 66,77'sini alabilmişti.
Gerek seçim öncesinde, gerekse seçimlerden sonra bu konuda yazdığım birçok yazıda bu çelişkili durumun nedenlerini belgelerle ve kendi sürgün yaşamımızdaki doğrudan tanıklıklarımızla defalarca ortaya koymuştum.
Vatansız'ın Köln'deki gösterimini izleyen söyleşide Osman Okkan'ın sorduğu bir soru üzerine görüşlerimi kısaca ifade etmeye çalıştım.
Kuşkusuz bugün merkezi Avrupa'nın gelişmiş kapitalist ülkelerinde oy kullanmakta olan tek tabiyetli ya da çifte tabiyetli göçmenler, yarım yüzyıl önce Türk Devleti'nin bezirgan hesaplarla bu ülkelerin yeraltı madenlerinde ya da yüksek riskli inşaat sektöründe çalışmak üzere bir "ucuz meta" gibi sattığı "gastarbeiter" ya da "travaillleur immigré" değil.
Örneğin bizim Belçika'ya siyasal sürgün olarak geldiğimiz 70'li yılların başlarında o ilk kuşak Türkiyeli göçmenler sadece Belçikalı değil, İtalyan, Grek, İspanyol, Faslı, Portekizli sınıf kardeşleriyle birlikte, en tehlikeli sektörlerde omuz omuza çalışmakta, aynı zor yaşam koşullarını paylaşmakta, hepsi ya sosyalist sendikanın ya da hristiyan sendikanın üyesi olarak sendikal mücadele saflarında yer almaktaydı.
O ilk kuşağa mensup emekçilerin sayısı tabiat kanunları gereği giderek azalırken, onların çocukları ve torunları, Avrupa okullarında ve bulundukları ülkenin dilinde eğitim gördükleri için daha güvenli ve yüksek ücretli sektörlerde çalışmaya başlamış, önemli bir bölümü de ticaret, ulaşım ve üretim sektörlerinde işyeri sahibi olabilmişlerdi. Göç ülkesinde kazandıkları Euro'larla Türkiye'ye iş insanı ya da turist olarak her gidişlerinde ülke vatandaşlarının yoksulluğuyla kıyaslanamayacak bir konumda olmalarının verdiği güvence, iki tabiyetli göçmenlerin ülkede köklü bir iktidar değişikliğinin bu ayrıcalıklı konuma son verebileceği endişesiyle mevcut düzenden ve o düzenin sahiplerinden yana oy kullanılmasında büyük rol oynuyor.
Ama daha da önemlisi, Avrupa ülkelerinde daha 70'li yıllarda ırkçı ve islamcı örgütlenmelerin başlaması, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Avrupa'da Ermeni ve Grek diyasporlarınınkine karşı bir "Türk Lobisi" oluşturma amacıyla tüm Türk derneklerinin ve camilerinin büyükelçiliklerin ve onların yönetimindeki Türk Diyanet Vakfı'nın baskı ve kontrolü alınmasıydı... Sol düşünceli muhaliflerin vatandaşlıktan atılarak Türkiye'deki mal varlıklarına el konulmasıyla başlatılan, Erdoğan iktidarında da Interpol'e gönderilen rengarenk bültenlerle binlerce insanı hedef alan devlet terörü, buna karşılık yurt dışında giderek daha da güçlenen Türk kapitalistlerine sürekli yeni ayrıcalıklar tanınması, Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda ve Avusturya'daki AKP-MHP zaferinin ana nedenlerini oluşturuyor.
Bay Kılıçdaroğlu'nun hezimetteki sorumlulukları
Bu gerçekler ortadayken seçime katılan muhalif partilerin, başta CHP olmak üzere, gerek seçim ittifaklarının oluşturulmasında, gerekse adayların gösterilmesinde yaptıkları hataların da Türkiye'ye demokrasi mücadelesinde yeniden beş yıl daha kaybettirilmesinin bir başka nedeni olduğunda hiç kuşku yok.
TBMM'nin üçüncü büyük partisi olduğu gibi Kürt halkının ve sol güçlerin önemli bir kesiminin desteğine sahip bulunan HDP gerçek bir demokratikleşme ve barış ortak programı için hazır olduğunu defalarca açıklamışken, CHP'nin sırf aşırı sağcı, ırkçı ve ümmetçi seçmenlerin oyunu alabilmek için HDP'yi dışlayarak beş sağ partiyle ittifak halinde seçime gitmesi, üstelik bu partilerin hiç hak etmedikleri halde TBMM'de 48 sandalye ile temsil edilmelerini sağlaması, en büyük siyasal skandallardan biri olarak tarihe geçecektir.
Sadece o mu?
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun, tıpkı geçen iki seçimde olduğu gibi, Cumhurbaşkanı adayının belirlenmesinde işlediği yeni gaf, Türkiye'nin tüm demokasi güçlerinin hüsrana uğramasının ikinci önemli nedenidir.
Tekrar anımsatalım:
Kılıçdaroğlu, bundan tam dokuz yıl önce, 10Ağustos 2014 seçimlerinde, MHP lideri Devlet Bahçeli ile kafa kafaya vererek cumhurbaşkanlığı için CHP adına da aşırı sağcı Ekmeleddin İhsanoğlu'nu aday göstermekte beis görmemişti.
Bu skandal tercihin üzerinden bir yıl geçmeden aynı İhsanoğlu 23 Haziran 2015'te yapılan parlamento seçimlerinde MHP listesinden milletvekili seçilerek gerçek kimliğini ortaya koyarak TBMM'de Devlet Bahçeli'nin arkasında saf tutmuştu.
Kılıçdaroğlu'nun 14 Mayıs oylaması öncesinde Sol'a ve Kürt halkına hoş görünmek için yaptığı konuşmaları ikinci tur oylamaya giderken nisyana gömerek aşırı sağın sivri isimleriyle yeni pazarlıklara oturması ise affedilmez bir skandaldı.
Ama en vahim olan, Türkiye Cumhurbaşkanı olma obsesyonuna kendini kaptıran Kılıçdaroğlu'nun, bu konuda bir yılı aşkın süredir kamuoyuyla alay edercesine birbirini nakzeden konuşmalar yapması, demeçler vermesiydi...
Birinci tur oylamada yenilgiye uğradıktan sonra, ikinci tur oylamada AKP ve MHP yanlısı seçmenlerin oyunu alabilme hesabıyla 25 Mayıs'ta Babala TV'de özel programa çıkan Kılıçdaroğlu, bir soru üzerine, "Ben kimseye gidip de ben adayım demedim. Onun altını özenle bir çizeyim. Ama beraber olduğumuz diğer liderler adaylık konusunda sizin olmanız gerekir diye bir düşünce ifade ettiler" deme cüretini gösterdi.
Oysa, bu yazının görselinde kullandığım Cumhuriyet Gazetesi'nin 27 Nisan 2022 tarihli sayısının manşeti de gösteriyor ki, Bay Kemal seçimlerden bir yıl önce, CHP'nin Grup toplantısında cumhurbaşkanlığına aday olduğunu ilan etmiş bulunuyordu.
O toplantıda yazılı metni bırakıp sürdürdüğü konuşmada "İçimde bu halk için biriktirdiğim büyük bir kavgam var. Ya bana katılın ya da yolumdan çekilin. Pes etmeyeceğim, durmayacağım" diyerek cumhurbaşkanı adaylığına karşı çıkacak olanları da resmen tehdit etmişti.
Cumhurbaşkanı adayı üzerinde Millet İttifakı partileri arasında dahi bir mutabakat sağlanmamışken ve de Akşener'in bu adaylığa gerektiğinde köprüleri yıkacak, ittifakı çökertecek kadar karşı olduğu bilinirken, Kılıçdaroğlu'nun cumhurbaşkanı olacağını garantilemişçesine "Ben Bay Kemal... Yapacağım... Edeceğim..." türü tekil meydan okumalarını, kendisi şimdilerde örtbas etmeye çalışsa da, de biz unutmuş değiliz...
Dileriz ki, 2024 seçimleri öncesi kongreler sürecine giren CHP'de gerçekten demokrasi ve barıştan yana olanlar da unutmuş olmasın!
Yine dileriz ki, Türkiye insanı, 2014'ün İhsanoğlu'lu, 2018'in İnce'li, 2023'ün Kılıçdaroğlu'lu hezimetlerini 2028'de ya da öne alınacak bir erken seçimde bir kez daha yaşamasın!