“Filozofların aydınlatamadığı toplumu, şarlatanlar aldatır.” Condorcet
Milliyetçiliğin ve dinsel ideolojilerin dünyada yaygın olduğunu kimse inkâr etmez kanımca. Zaten dünyadaki gelişmeler de bunun bir işareti değil mi?
Geçen yıl İletişim Yayınları’ndan çıkan “Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus” başlıklı kitabımın tezlerinden biri şöyle: Dünya’da yaygın olan ulus tanımı, Fransız ve İngiliz düşünürlerinden ziyade, Alman romantik düşünürlerine, özellikle Fichte’ye dayanıyor.
Ulusu, dile, kültüre, soya, etnik kökene dayandıran Alman romantizminin gerici ulus anlayışı Türkiye’de de geçmişte taraftar bulmuştur. “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı eserin yazarı Tatar kökenli Yusuf Akçura, Türkler için daha yararlı bulduğu için, Alman kültürünü yeğliyordu. Osmanlıcılık, Panislamizm ve Pantürkizm gibi üç tarzdan birine daha ağırlık veren Akçura, Pantürkizm’in fikir babasıdır. ‘Osmanlı milleti’ biçiminde ortaya çıkan Fransız Ulus anlayışından, etnik Türklüğe vurgu yaparak, gerici Alman Ulus anlayışına geçişin öncüsü olmuştur. (François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenler, Yusuf Akçura (1876-1935)). Ona daha gerçekçi ve uygulanabilir görünen, etnik temelli Türklük düşüncesinin temellerini atmıştır.
Akçura’ya göre geçmişte Türk milleti İslamiyet’e hizmet etmişti, şimdi ise tersi olmalı; İslamiyet, milliyetçiliği kabul etmekle yetinmemeli, bütün gücünü milliyetçiliğin hizmetine vermeli. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nda Pantürkizm’i uygulamanın, bir dizi toprak ve nüfus kaybına yol açacağını görüyordu Akçura. Peki, ne yapılmalı? O, bu kaybın imparatorluk topraklarındaki başka unsurların Türkleştirilmesiyle telafi edileceğini düşünüyordu. Kimlerdi bu unsurlar? Kim olacak, tabii ki Kürtler, Araplar, Çerkezler vb. Alman etnik milliyetçilik anlayışından etkilenen Türk milliyetçiliğinin, başka milliyetlerin yok edilmesi, yok sayılması üzerine kurulduğu aşikâr değil mi? Alman romantizminin ulus anlayışının Fransa’daki ulus anlayışına nazaran daha gerici olduğu görüşü Türkiye somutunda açığa çıkmaktadır.
Bu arada yeri gelmişken Engin Erkiner’in kitabımla ilgili ‘Demokratik Ulus Talebi İlericilik Değildir’ başlıklı eleştirisi hakkında bir-iki şey söylemek isterim. Erkiner şöyle diyor: ‘Orkunoğlu Fransa denilince haritadaki Fransa’yı düşünüyor, sömürge imparatorluğunu görmüyor.’ Bir paragraf sonra ise, “Ulusla ilgili dönemin Almanyasına göre daha ilerici görüşler dar anlamda Fransa ya da haritadaki Fransa için geçerlidir; Fransa sömürgelerde merkez ülke için savunulan görüşlerin tersini uygulamıştır.”
Ben kitabımda Fransızların, dile, kültüre, kökene ve soya gönderme yapmayan ulus anlayışının daha ilerici olduğunu ve her tarafta uygulanmasını savunuyorum. Fakat Fransa, ülke için savundukları görüşlerin tersini kendi sömürgelerinde uyguluyorsa, bu ilerici tanımın yanlışlığını göstermez. Olsa olsa Fransızların tutarlı olmadıklarını gösterir. Zaten kitabımda da Fransızların da kendi ulus tanımlarından giderek uzaklaştıklarına, Alman ulus anlayışlarını benimsemeye başladıklarına işaret ediyorum.
Dolayısıyla Erkiner’in eleştirisi baltayı taşa vuran bu eleştiridir, boştur. Ayrıca Fransızların yanlış uygulamalarından da ben sorumlu olacak değilim ya! Öte yandan Demokratik Ulus anlayışının ilerici olmadığını ileri sürmek, ya konunun içeriğinin anlaşılmadığını ve kelimelere takılıp kalındığını gösteriyor; ya da konu anlaşılmıştır, ama sırf eleştiri olsun diye bir yazı kaleme alınıyor. Her iki durumda Erkiner’in aleyhine bir durum. Oysa ciddi bir eleştiri olmasını tercih ederdim.
Bu aralar muhtemelen Marksizm, Din ve Siyasal İslam başlığı altında yayınlanacak bir kitap çalışması içindeyim. Bu nedenle dikkatimin dağılmasını istemediğimden çok sık yazı yazamadığım için, okurların mazeretimi kabul edeceklerine inanıyorum.
***
Günümüzü anlamak açısından dinle ilgili birkaç noktaya değinmeyi gerekli görüyorum. İslam’da reform düşüncesi Ortaçağ’da atılmıştı. Daha sonraki dönemde, 19.Yüzyılda İslam düşüncesinin reformdan geçmesini savunan ilk düşünürler Mısırlı aydınlardır. Mısır’daki ilk dönem uyanış hareketi, çoğunlukla Müslüman entelektüeller tarafından gerçekleştirildi. İlk İslamcı etkin düşünürlerin Mısır’dan çıkması rastlantı değil. Bunun iki nedeni var: Birincisi, kısa süreli de olsa Mısır’ın 1798’de Napolyon Fransa’sı tarafından işgal edilmesi ve Napolyon’un getirdiği idari reformlara tanık olmaları; kısa süreli işgalinin ardından, iktidara gelen Kavalalı Mehmed Ali (1769-1849) paşanın reform politikalarının yol açıcı olması. İkincisi, diğer Arap ülkelerine nazaran Mısır’ın Osmanlı’dan daha erken bir tarihte özerklik kazanması sonucu Mısırlı entelektüellerin Avrupa’daki düşünce akımlarıyla ve idari örgütlenme biçimleriyle, modernleşme programıyla ilgilenmeleridir.
Bu Mısırlı düşünürlerden biri de Tahtavi (1801-1873) isimli şahıstır. 1826’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa tarafından Fransa’ya gönderilen kırk kişilik öğrenci grubunun başındadır. Tahtavi, Fransızca öğreniyor, 5 yıl Fransa’da kalıyor. Felsefeden mineraloji, matematik ve mitolojiye kadar çeşitli alanlardaki eserleri okuyor. Fransız filozoflarının (Voltaire, Rousseau, Montesquieu vb.) eserlerinden çok etkileniyor ve bazı eserleri Arapça’ya çeviriyor. Fransız yaşamından etkilenen Tahtavi, Batı’da “Anayasa” olduğunu, İslam ülkelerinde de “Anayasa” yapılması gerektiğini savunuyor.
19. Yüzyılda modernite ile uzlaşma yolları arayan diğer önemli yazarlar ise, yine Mısır kökenli. “Avrupa Aydınlanmasını kısmen coşkulu bir şekilde alımlayan bu düşünürler, Aydınlanma düşüncesiyle büyük ölçüde görüş birliği içindeydiler.” (Tachafine Chaara, Gewalt oder Demokratie – Eine Studie zum Politischen Islam, s. 56.)
Böylesi görüşleri ileri süren 19. Yüzyılın ikinci yarısında reformcu düşünürlerden biri Cemaleddin Afgani (1838-1897), diğeri ise onun öğrencisi Muhammed Abduh (1849-1905) idi. Bu reformculara göre, Müslümanların sömürgecilikten kurtuluşu için özellikle üç şey gerekiyor: Biri; Eğitim, ikincisi; Avrupa Bilimi, üçüncüsü; siyasal bilinç. Bu alimler, Batı’yı bütünüyle reddetmezler.
İlginçtir; 19 yüzyıldaki Müslüman düşünürler nispeten daha ilericiyken, 20.yüzyıldakiler daha muhafazakâr ve daha gerici düşünürler. İki isim vermek gerekirse, biri Mısırlı Hasan el Benna (1906-1949), diğer ise Pakistanlı Mevdudi (1903-1979) adlı şahıstır. Her ikisi de 20. Yüzyılda Siyasal İslam’ın teorisyenleri olarak görülüyor. Hasan el Benna, Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütünün kurucusudur ki, bu örgüt 1928 yılında kuruldu. Mevdudi ise 1941’de kurulan Cemaat-i İslam’ın önderidir. Müslüman Kardeşler örgütü, en çok Arap ülkelerinde yaygın ve etkin bir taraftar buldu. Pakistan Cemaat-i İslam ise, daha çok Hintalt kıtası, Güney Afrika ve Avrupa’da diasporada (Londra) belirli tabana sahiptir.
Bu örgütlerin kuruluşu da şaibelidir. Samir Amin’e göre, Müslüman Kardeşler örgütü Mısır’da 1920’lerde tam anlamıyla İngilizler ve monarşi tarafından; demokrat ve laik bir partinin, Wafd’ın, önünü kesmek için kuruldu. Nasır’ın ölümünden sonra CIA ve Enver Sedat tarafından kitleler halinde Suudi Arabistan’dan Mısıra getirildiler. (Samir Amin, Modernite, Demokrasi ve Din, s.96).
23 Şubat 2019’da Şarku’l Avsat sitesinde yazar Imadüddin Ceburi adlı şahsın Independent'ta yayınlanan bir makalesine yer verildi. 2015’de İngiliz hükümeti tarafından yayınlanan belgelere dayanarak yazılan makalede; Müslüman Kardeşler’in, 20.yy’daki siyasal İslam oluşumları kapsamındaki ilk hareket olduğu vurgulanıyor. Mısır’da kurulan Müslüman kardeşler örgütünün, İngiliz Emperyalist odaklar ile bağları olduğunu ortaya çıkarıyor.
Siyasal İslam’ın teorik temellerini atan düşünürlerden biri olan Pakistanlı Mevdudi ise, moderniteye, laikliğe ve demokrasiye karşıdır. Toplumun dinsel temelde bölünmesinden yanadır; Hindistan’da yaşayan Müslümanların ayrılıp, kendi devletlerini kurmasını savunmuştur. Nihayet 1947 yılında Hindistan, ayrılan Pakistan’ın İslami bir devlet olması gerektiğinde ısrar etmiştir.
Türkiye’de günümüzdeki Siyasal İslam, Dini maddi ve siyasal çıkarları için kullanmaktan başka bir projesi olmayan, geleceği müphem bir hareket. Türkiye’de Müslümanlık ile İslamiyeti ayıranlar var. Örneğin Diyanet İşleri'nin eski Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, 2016 yılında yayımladığı “İslam Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme” başlıklı kitabında İslamiyet ile Müslümanlığı birbirinden ayırmaya çalışıyor. Erdoğan’ın başbakanlık döneminde, 2010’da görevini bırakmak zorunda kalan Diyanet İşleri'nin eski Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’na göre “İslamiyet ve Müslümanlık aynı şeyler değil. Müslümanlık, İslamiyet’in uygulama şeklidir.” Müslümanlar devlet ve dinin birbirinden ayrılmasından yanayken, siyasal İslam, camilerden çıkmayı devlet ve dinin birleşmesini savunuyor.
Türkiye’de bazı dürüst İslamcı yazarlar da vardır. Örneğin kültür adamı olan Cemil Meriç, Marksizm’in hakkını teslim etmektedir. Şöyle diyor Cemil Meriç: “Sosyalizm, bize Batı düşüncesini tenkit etme imkânını verdi, .Bizi tenkide alıştırdı. Avrupa sömürgeciliğinin Asya’yı yiyerek büyüdüğünü öğretti.” (Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s. 292) Şunları da vurguluyor: “Marx, bizi peşin hükümlerden kurtardığı için büyüktür, bir uyanık bulunma metodudur, Marksizm” (Cemil Meriç, a.g.e, s. 143)
Yusuf Akçura, İslamiyet’in Türk milliyetçiliğine hizmet etmesini savunuyordu. Medeniyetler konusunda araştırmalarıyla ünlü Toynbee ilginç bir görüşü dile getirmişti: “İnsan toplumlarında, doğa ve tarih bize soru yöneltir; eğer bunlara cevap veremezseniz öldürür sizi.”
Tarih ve doğa, insanoğluna ve Türkiye sosyalistlerine soru soruyor: Hem Türk milliyetçiliğini, hem İslam dinini sosyalizme ve insanlığa hizmet edecek şekle dönüştürecek güce gelemezseniz yok olursunuz. Elbette, toplumları dönüştürmek zor bir iştir; Çünkü gerici bir halkı ileri ve devrimci yapmak kolay değil, en zor işlerden biridir. Bu görev sosyalistler için, belki de gelecek 100 yılın görevidir, tabii ki tabiat ana, ekolojik sisteme müdahale eden insanlıktan intikam almazsa!