“Çünkü bütün şiirler
Çiğnenmiş çiçeklere özlemi anlatır.”[1]
“Şiirimizin sahipsizliği beni şaşırtıyor,”[2] betimlemesiyle malûl bir zaman diliminde, Eugene Ionesco, “Her umutsuzluk mesajı, herkesin özgürce çıkış yolu araması gereken bir durumun ifadesi”yken; “Şiir birey olma yoludur”;[3] “Şiir, ozanın gerçek yaşamıdır”;[4] “Şair, sorumlu bir toplumsal öznedir.”[5]
Çünkü “Şiir ütopyadır, özgürlük arayışıdır. Hakikâte ulaşma yöntemidir.”[6] “Anlamı damıtan”[7] “sınırsızlığın zamanıdır.”[8]
Kolay mı?
“Şairin hayatı şiire dâhil” vurgusuyla Cemal Süreya’nın “Şiir, anayasaya aykırıdır; doğanın ahlâkı kovduğu yerdedir; yasadışıdır,” notunu düştüğü sarsıcı gerçeklik konusunda Andrei Tarkovsky, “Şiir benim açımdan bir dünya görüşü, gerçekle olan ilişkimin özel bir biçimidir. Bu açıdan bakıldığında, şiir, insanlara hayatı boyunca eşlik eden bir felsefedir”; Alphonse de Lamartine, “Şiir, büyük zekâların rüyalarıdır,” derler.
İşte bundan ötürü José Martí’nin, “Kabaran bir dalga gördüğünde sen/ Şiirimi görüyorsun demektir/ Yükselir göğe, fakat bazen/ O hafif ve uykulu bir yelpazedir/.../ Öyle bir hançerdir ki şiirim/ Çiçeklenir elde kabzesi/ Şiirim bir çağlayandır/ Suyu berrak, kristal gibi/.../ O fışkıran bir yeşilliktir/ Pırıl pırıl; ve alev kızıllığında./ Şiirim yaralı bir geyiktir/ Bir sığınak arayan ormanda/... Şiirim kardeştir cesarete/ Yalın, içten ve özlüdür/ O, kendisinden kılıç yapılan/ Çelikle aynı örste dövülmüştür,”[9] dizeleri ya da Vladimir Mayakovski’nin, “Ben şair olarak/ her şeyimi,/ tüm gücümü,/ sana/ ve haklı davana/ adıyorum, işçi sınıfı!” mısraları anlatır şiirin “neden/ niçin”ini…
Evet John Berger’in saptamasıyla, “Şiir kanayan yaraya seslenir”ken; “Şiir sözcüklere kanat takar,”[10] diyen Ahmet Telli ekler: “Şiir dünyayı aşklaştırmaya yarar!
Şiir, içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız bu karanlık dünyanın yerine ışıltılı, kardeşçe ve yaşama sevincinin rüzgârıyla dolu bir dünyayı geçirir; bunun olabilirliğini gösterir ve ‘hep birlikte’liğe çağrı çıkarır. İnsanların köşeye sıkıştırılmışlıklarına karşı, onların birlikte gösterebilecekleri tükenmez gücü; tek düşürülmüş bireyin horlanmasına ve aşağılanmasına karşı, insan tekilinin el değmemiş zenginliklerini ve yaratıcı coşkularını sezinletir…
Gerçek, yalanla yer değiştirdiğinde o, (Şair) kendi hakikâtini kurar; gerçek diye belletilen yalanların perdesini aralayarak, hakikât olanı gösterir. Bu nedenledir ki, iktidar odaklı hangi güç varsa, şairi ve şiiri sakıncalı bulmuştur. Şiir ise itirazlarını yükseltirken, ölüme karşı yaşamı, karanlığa karşı şavkı, savaşa karşı barışı, sömürüye karşı alın terini, kısıtlamalara ve zulme karşı özgürlüğü savunmaya devam eder; bir yandan da her türlü ötekileştirmeye karşı durur.”[11]
Ya şair mi?[12]
Pablo Neruda, “Şair, her şeyden önce yaşadığı toplumun sorunlarına, giderek tüm dünyaya karşı sorumludur,” derken; ekler Jorge Luis Borges de: “Şair başına gelen her şeyi kendine verilmiş bir şey olarak görmelidir; bahtsızlığı bile.”
* * * * *
Örnek mi? “Zihin fukara olunca, akıl ukala olurmuş…
“Gerçeğin ışığı, fikirlerin çarpışmasından doğar…
“Kendini insan bilenler, halka hizmetten usanmazlar...
“Kimsenin lütfûna olma talip, bedeli cevheri hürriyettir...
“Devlet, halkın ne babasıdır, ne hocasıdır, ne vasisidir, ne lalasıdır,” diyen Namık Kemal…
Herkesin, o zamana dek sıkça kullanılmayan hürriyet, gavga-i hürriyet (özgürlük kavgası), didar-ı hürriyet (özgürlüğün güzel yüzü), vicdan, inkılap, ihtilal, zincir-i esaret (tutsaklık zinciri), ümmid-i istikbal (gelecek umudu)” gibi kavramlarla tanıştıran Namık Kemal’i 2 Aralık 1888’de kaybettik.
“Ölürsem görmeden millette ümit ettiğim feyzi/ Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun ben mahzun,” diyen Onun 48 yıllık yaşamı, aynı zamanda özgürlük aşkının, müthiş bir mücadelenin adıdır.
Friedrich Engels’in “Savaş tarihinde buna benzer kahramanca bir direnme örneğinin gerçekten bulunabileceğini sanmıyorum” dediği, görülmemiş bir direniş olan Silistre savunmasını oyunlaştırdığı ‘Vatan Yahut Silistre’, 8 Nisan 1873’te Gedikpaşa Tiyatrosu’nda ilk kez oynadığında İstanbul’u sarsınca Namık Kemal tutuklanıp Mağusa’ya sürgüne gönderilmişti.
O teslim olmadı, zindanda son anına kadar yazdı: “Dünyada zalimin yardımcısı alçaklardır/ Köpektir insafsız avcıya hizmetten zevk alan… Zalim ne kadar korkusuz da olsa, zulmün temelini biz yine de yıkarız/ Dünyanın dibine atsalar da bizi/ Yerküreyi patlatır çıkarız.”[13]
“Vatanım bütün yeryüzü, milletim insanlıktır…
“Din şehit ister, gökyüzü kurban,/ Her zaman, her tarafta kan, kan, kan...
“Yiyin efendiler, yiyin,/ bu doyumsuz sofra sizin./ Doyuncaya, aksırıncaya,/ tıksırıncaya kadar yiyin!
“Şeytan da biziz cin de,/ ne şeytan var ne melek var./ Dünya dönecek cennete/ insanla, inandım…
“Eğilmek, esaret zincirinden ağırdır boynuma./ Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim…
“Gerçek bildiğin yolda,/ yalnız da olsan yürüyeceksin,” diyerek; “Fikri Hür İrfanı Hür”[14] bir şair olarak anılan Tevfik Fikret de Namık Kemal ile aynı mücadele ekolündendi.
Onun için insanlaşma savaşımının öznesidir gençlikti.[15] Geleceği kurmanın yolunun yaratıcı, aydın gençler yetiştirmekten geçtiğini düşünürken; ‘Sabah Olursa’ başlıklı dizelerinde “Siz ey yarınki uzayın küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!” “Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler/ Kıyamete kadar sürmez... Umudumuz bu: ölürsek biz, yaşar mutlak/ Yurt sizinle şu zindan karanlığından uzak!” diyerek umudunu yeni bir kuşağa bağlamıştı.
‘Ferda’ şiirinde ise, “Gençler, bütün yurdun bütün umudu şimdi sizdedir./ Her şey sizin, yurt da sizin, şeref de sizin... Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;/ Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!” diyen Tevfik Fikret, gençlere tutkundu.[16]
Mücadeleci şair, aydınlığa, eşitliğe, özgürlüğe susayanların sesi oldu, insana, insancıllığa büyük önem verdi. Yeniliği, gelişmeyi, bilimi destekledi. “Tarih-i Kadim” şiiriyle edebiyatımızda gerçek bir kavga başlattı.[17]
İnsanlar için eşitlik, özgürlük talep etti; ne ezen ne ezilen olsun, ne tapan ne tapılan olsun istedi. İnsana önem verip; “Toprak vatanım, nev-i beşer milletim… insan,/ insan olur ancak buna izanla inandım!”[18] diyen hürriyet aşığı beynelmilelciydi…
* * * * *
Coğrafyamızda aydın olmak, onurlu yaşamak, hele ki muhalif kalarak bu tavrı sürdürmek geçmişten günümüze her zaman çok zor olageldi. Egemenler her zaman bedel ödettiler. ‘Bedava Yaşıyoruz’ da “Kelle fiyatına özgürlük,” diye haykıran Orhan Veli de onlardandı.
1938’de 28 yıl hapse mahkûm edilip, cezaevinde çile dolduran Nâzım Hikmet, 1949’a gelindiğinde, içerde 12 yılı geride bırakmıştı. Yurt dışında onun özgürlüğü için mücadele edenler vardı. Eylül ayında Tristan Tzara öncülüğünde ‘Nâzım Hikmet’i Kurtarma Komitesi’ kurulmuştu. Picasso, Aragon, Camus, Sartre, Simon de Beauvoir, Yves Montand bu komitede yer alıyorlardı.
Dışarıda kampanyalar yapılıyorken; Türkiye’de yaprak kımıldamamasına içerleyip, duyarsız kalmayan Orhan Veli sorumlusu olduğu ‘Yaprak Dergisi’nde bu sessizliğe karşı (elbette Orhan Veli imzasıyla) bir yazı yayımlayıp; Nâzım Hikmet için imza toplayan aydınların çabalarını anlattıktan sonra bu davranışını gerekçesini de şöyle açıklıyordu: “Aydınlar tarihimizde bir kara leke olarak kalacak bir işin sorumluluğuna ortak olmak istemiyorlar!”
Orhan Veli “Kayıtsız kalanlar bu suça ortaktır” diyerek bildiriyi noktalıyordu.[19]
Ondan bize, hürriyet aşkı ile cesaret kaldı.
Tıpkı Temmuz’ların en karanlığında, Sivas kıyımında yitirdiğimiz Metin Altıok ile Behçet Aysan cesareti gibi…
Behçet Aysan nesnelerin şairiyse, Metin Altıok fiilin şairiydi…
Behçet Aysan şiiri, “dönmeyecek olana şarkı”, eflatun bir şarkıydı, Metin Altıok şiiriyse hafif adımlarla gitmekte olanın…[20]
Ve Şükran Kurdakul sevdalı bir yazardı; “Ülkesi ağıdistana dönmüş bir ozan” olarak da 40 kuşağının genç savaşçısıydı… Henüz 19 yaşındayken “komünizm propagandası”, yani 142. maddeden tutuklandı.
“Asıl güç”ün “kalem”de, “birlikte çalışma”da, “biz” demede olduğu bilincini edinmişti O. 1947’de arkadaşlarıyla birlikte, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “En yavuz evladı bu memleketin/ Nâzım ağabey hapislerde çürür,” dediği ‘Bir Şey’ başlıklı şiirinin son iki dörtlüğünün de çıktığı ‘Genç Nesil’ dergisini çıkardı. 1950’lerdeki ‘Yeryüzü, Beraber’le başlayan dergicilik tutkusunu ‘Yelken ve Eylem’le sürdürdü.
1951 TKP tutuklamalarında Şefik Hüsnü, Reşat Fuat Baraner, Mihri Belli, Behice Boran, Sadun Aren, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Ruhi Su’nun da olduğu koğuşta nasıl yaşadıklarını anlattı.
1964’te TİP’in Balıkesir İl Başkanı, 1967’de MYK üyesi oldu. 1964’te Türk Edebiyatçılar Birliği Genel Sekreteri, 1976’dan sonra TYS ikinci başkanıydı. PEN Yazarlar Derneği Kurucu Genel Başkanı, Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı yöneticisi oldu.
Şiirini “İzmir’in içinde Amerikan neferi/ Yiğit olan evinde duramaz gayrı... Götürün İzmirlere doğru bizi dünyalar kadar/ Kitabınızın ardından, inancınızın ardından/ Aydın yüzünüzün bilince ulaştığı yerde/ Bütün kitapların eyleme dönüştüğü yerde/ Sesleriniz geliyor özgürlük alanlarından/ Bir bayrak yarışı bu, mutlaka geçeceksiniz/ Güzel başladınız çocuklar, güzel bitireceksiniz,” dizeleriyle 1960’larda yükselen toplumsal, siyasal kavgayla buluşturdu.
12 Mart’tan baskılarına da “Biz ki acılar döneminden/ Ellerimizi kirletmeden geçtik/ Direncim senin olsun/ Sevgim senin olsun...” dedi.[21]
Bir mücadele insanıydı; tıpkı Sennur Sezer gibi…
“Kadınım, kadın duyarlığıyla yazıyorum. İşte bu kadar,” diye haykıran O da, şairdi, sosyalistti, şiiri de toplumsal gerçekçiydi… Yaşamı boyunca emeği yüceltti. Bireyden topluma şiiriyle köprüler kurdu.
Yeni bir ses arayışı ise hiç dinmedi… Onda hep bir “annelik” vasfı, “ana bakış açısı” vardı: “Evliyim/ İki çocukluyum/ Ozanım/ Düzeltirim/ Çocuklarımdır/Bütün çocukları dünyanın…”
Yanlış anlaşılmasın yalnız kadınların hâllerini yazmadı… Kadın ya da erkek, sesi olmayanların sesi olmak için, umudu olmayanlara umut, gücü olmayanlara güç vermek için yazdı şiirlerini: “Bırakma yaşamayı bırakma umudu/ Daha çok yok sabaha…”[22]
‘Sesimi Arıyorum’da, “Don vuran ağaç sürgün verecek,/ Kaya çatlayacak, tohum yeşerecektir,” diye sesleniyordu Sennur Sezer, “Şiirin ve Umudun Yorulmaz İğnesi” diye anılırdı…[23]
Vicdanın şairiydi. Onun için şiir çağının yankısıydı. Kadınları ve direnen insanları yazdı. Emekçi insanların yaşamlarına tanıklık etti.
Gerçekçi şiir damarını hiçbir zaman bırakmadı, onu geliştirdi. Hak ederek yaşadı. Sözünü sakınmadı, her şeyin hakkını verdi. Sennur Sezer’in kendisi bir işçiydi. Liseyi bitirmeden Taşkızak Tersanesinde işçiliğe başlamıştı. Dolayısıyla kendi sınıfını şiirini de yazmıştır bir bakıma…
Dilsel, şiirsel, toplumsal, düşünsel, siyasal bütün beslenme kaynaklarını; insanın varlığından, varoluşundan, toplumsal yaşam içindeki çatışmasından almıştı. Ve aldığı ne varsa şiirine sözcüklerle yansıdı.
Her koşulda direnmek, dik durmak onun temel bir özelliğiydi. Sızlanan bir insan hiçbir zaman olmadı. Şiiri emekle kuran, aşkı düşleriyle kuran ve bir kavganın takip edilmesini isteyen önemli bir şairdi O; İsmail Afacan’ın, “Sennur Sezer deyince akla gelen ilk şey dirençtir,”[24] ifadesindeki üzere!
Ve Ataol Behramoğlu’nun, “60 Kuşağının en iyi, en özgür şairiydi” dediği Refik Durbaş.[25]
“Elim sanata düşer usta/ Dilim küfre, yüreğim acıya/ Ölüm hep bana/ Bana mı düşer usta?/ Sevda ne yana düşer usta/ Hicran ne yana/ Yalnızlık hep bana/ Bana mı düşer usta?/ Gurbet ne yana düşer usta/ Sıla ne yana/ Hasret hep bana/ Bana mı düşer usta?” dizelerini kaleme alan Refik Durbaş’ı unutmak mümkün mü?
O, günlük yaşam içinden güç koşullarda yaşayan emekçilerin duygu ve özlemlerini yalın ve çarpıcı bir duyarlıkla ördüğü şiiriyle kuşağının önde gelen şairlerindendi elbette.
Şiir yaşamına İkinci Yeni anlayışıyla başlamış olmasına rağmen İkinci Yeni’nin etkisinden kurtularak şiirlerine zaman içerisinde toplumcu bir eğilim kazandırdı. Hüzün başattır Onun şiirlerinde ama umut her dem duyumsatır kendini:
“Bu bahar erken geldi/ ölümün vakti çiçeği açmamıştı henüz günlerin/ ecel erken geldi, acı da, hüzün de/ ama hiç sönmedi umudun alevi/ ağıyor işte aydınlığın bedeninden su/ ve daha canlı inancın yüreği”
Yazdıklarıyla ve duruşuyla emekten ve insani olandan yana bir profil çizdi. Şiiri gibi arı ve duru… Şiirlerinin konusu genel olarak toplumun içinden sıradan insanlar ve manzaralar oldu. Bazen bir çırak çocuğun acılarını, hüzünlerini dile getirir, bazen öldürülmüş gençlerin ardından ağıt yakar.
“Ölüm ilgilendirmiyor artık seni, işkence ilgilendirmiyor/ ışıklar içinde yüzün yüreğinde tarifsiz bir telaş sabah,/ vardiyadasın bir dokuma tezgâhında öğle,/ bir yürüyüştesin pankartlar afişlerle dalga dalga akşam nöbetini tutuyorsun.”
İşçilerden sanayi çıraklarına, otobüs muavinlerinden çay ocaklarına, toplumun emekçi kesimlerinin rüyalarını ve gerçeklerini, büyük bir sevgiyle şiire taşıdı; sokağın diliyle şiirin dilini ustaca birleştirerek kendi şiir dilini oluşturdu.
Şiirlerindeki gibi tevazu sahibi içten ve sevgi doluydu. Sadece iyi bir şair değil, aynı zamanda duruş sahibi bir aydın, iyi bir insan örneğiydi.
10 Ekim 2015 Ankara Katliamı ile ilgili şu dizeleri kaleme alır: “ankara garı’nda ölüler yatıyor/ on dokuz yaşında delikanlılar/ hayalleri çalınmış genç kızlar/ yırtık ayakkabısıyla bir üniversiteli/ bir çocuk, gülümsemesi/ yarım kalmış yüzünde gündüzleri güneşte/ geceleri yıldızların altında/ ölüler yatıyor/ ankara’da, gar’ın önünde ölüler yatıyor barışın ders kitabı bir elinde/ bir elinde emeğin rüyası/ biri dokuz yaşında/ birinin kalbinde sevgi ve sevda/ ölüler yatıyor ankara’da, gar’ın önünde./ ölüler yatıyor/ toprağa damlıyor kanları.”[26]
* * * * *
Sonra da Attilâ İlhan…
Ona dair “Büyük bir şair olmanın yanında, bir düşünür ve gerçek bir Türk aydını idi,”[27] saptamasını ikinci bölümünü bir yana bırakırsak; şair Attilâ İlhan’a fena hâlde ihtiyacımız var!
“Memleket bir kurtlar sofrasına döndü mü, isyan haktır” diyen direnişçi Attilâ İlhan’a...
“Kimi sevsem, sensin!” diyerek, sonsuz aşkı ve hep sevmeyi her daim körükleyen Attilâ İlhan’a...[28]
Evet, evet hâlâ ihtiyacımız var; ayrılıklar sevdaya dahilken…
Bir de Salih Bolat’ın satırlarındaki Ahmet Erhan: “Bazı arkadaşlar onu Türk edebiyatının Baudelaire’ine, Rimbaud’suna benzetiyor. Yanlış. Belki de eksik. Çünkü Ahmet Erhan’ın acısı onlarınki gibi bireysel bunalım kaynaklı değildi. Ahmet içinde yaşadığı somut gerçeklikten kaynaklanan bir acı çekiyordu. Örneğin, 12 Eylül faşizmini yaşamıştı. En yakın ortak arkadaşlarımız Behçet Aysan’ın ve Metin Altıok’un Sivas’ta katledilmelerinden sonra, ‘Sivas’tan sonra şiir yazılmaz’ demişti…
Ahmet’le ‘Alacakaranlıktaki Ülke’nin sokaklarında birlikte hüzünlendik, öfkelendik…
Nihayetinde ‘Toprağımda bir çığlık olur da büyür/ yaşama sevincim...’ derdi Ahmet Erhan…”[29]
Bir de “Eşitlik zayıflık değil bilgeliktir./ İyi olmaktan bu kadar korkmayın…
“İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru…
“Ben gidip hayal kuracağım. Siz oturup gerçeğinizi sevin…
“Anlamakla katlanmak arasında tükendim…
“Susmak yalnızlığın ana dilidir…
“Büyüklerin bunca uzun yaşadığı bir ülkede,/ bir onur dersi midir çocukların ölümü?
“Dönmek yenilmektir biraz da,/ yarım kalmasıdır çıkışlarımızın,/ korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli/ küflü kabuklarına sığınmaktır…
“Canı cehenneme rahat uyuyanın./ Kapısını örtenin perdesini çekenin./ Yüreği yalnız kendiyle dolu olanın./ Duvarları ancak çarpınca görenin./ Canı cehenneme başkasının yangınıyla/ evini ısıtıp yemeğini pişirenin,” dizeleriyle müsemma şiirleriyle hemhâl 40. yılında Şükrü Erbaş hepimizin kulağına şunları fısıldar:
“İyi ki yazmışım diyorum ben de. İyi ki kalbim, dünyanın bütün mazlumlarının kederiyle ve rüyasıyla çarpmış. İyi ki onca güzel türkü ve masal, gönül beşiğim olmuş. İyi ki gaz lambasının duvarlara çizdiği o büyülü resimlerin zamanında büyümüşüm. İyi ki devrim düşüncesi beni insanların hizasına getirmiş. İyi ki Ömür Hanım, o büyük yalnızlık içinde elimden tutmuş. İyi ki elma bahçelerinin, üzüm bağlarının, mısır püsküllerinin rüyasıyla sabahlara çıkmışım. İyi ki...”[30]
Sonra elli yılı aşan şiir birikimiyle, adını ellili ve altmışlı yılların başında ortaya çıkan “İkinci Yeni” akımı içinde duyuran Ülkü Tamer…
Onun için o akımın en önemli temsilcilerinden Cemal Süreya şunları derdi: “Nuh’un gemisi gibiydi Ülkü Tamer’in ilk şiirleri: kalabalık, şenlikli, her türlü imgenin erkeğini ve dişisini barındıran, terzilerle, dülgerlerle, tilkilerle, kirpilerle, sansarlarla ve her şeyle dolu. Hayatın, ölümün ve her şeyin amatörüydü Ülkü Tamer bu şiirlerde... Baştan itibaren İkinci Yeni’nin önemli gelişme halkalarından biri de o oldu... En soyut atılımını bile çok yalın bir dille yapan bir şairdir o... Kısa şiirlerinin çoğu karnaval bileti gibidir, sevinçle doludur; uzunları ise hemen hemen her zaman trajik öğelerle çalışır.”[31]
Yazdığı şiirlerin imge zenginliği, ezgisel özellikleri ve anadilinin söz cambazlıklarının sayısız örnekleriyle şiirin ne olduğunun somut örneklerini veren Ülkü Tamer, bu konuyu hâlâ merak edenler için, sanki onların kafalarındaki soruları duymuşçasına Sıragöller kitabında “Şiir İçin Cevaplar” düşünüyor:
“Şiir gecenin kardeşidir,/ gündüzün annesi:/ yürekteki büyükbabadır şiir.//
Şiir ateşin habercisidir./ yangının kundakçısı./ Yanardağın üstündeki kuştur şiir.”[32]
* * * * *
“Kendi varlığımın sesi olayım dedim yazık ki kadındım…
“İnsanı sessiz kalmaya zorlayan acı onu bağırmaya zorlayan açısından çok daha ağırdır...
“Ben vicdanını yitirmiş zamandan korkuyorum...
“Hangi yaşta ölürsek ölelim, tamamlanmamış cümlelerimiz olacak,” vb’leriyle belleklerimizde yer eden Füruğ Ferruhzad’ı 13 Ocak 1967’de kaybettik. Sadece İran’ın değil, dünyanın önemli bir sanatçısı, kadın kimliğine dair başkaldırının bir öznesiydi. “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla,” dizesindeki gibi, yıllar geçse de hem eserleriyle hem de kadın mücadelesindeki rolüyle gündemde kaldı…
Füruğ gerek yaşamı gerek yazdıklarıyla İran gibi kapalı bir toplum yapısında kadına reva görülen ayrımcılığın karşısında oldu. Salt yönetime değil, erkek egemenliğine de başkaldırdı: “Gel, ey erkek, ey bencil varlık/ Gel, kafesin kapılarını aç/ Beni ömür boyu zindanda tutmuşsan eğer/ Bari bir anlık olsun serbest bırak.”
Siyasal ve kültürel bilinciyle yazdıklarının ve duruşunun ağır bedeller gerektiğinin farkındaydı. Yaşadığı dönem bir yanıyla Şah’ın, bir yanıyla da mollaların kadın dünyasını baskı altında tuttuğu bir dönemdir. Ağır bedellere rağmen geri adım atmadı…
Şiirleri içindeki yaraya dokunuşlar gibidir. Ondaki asıl özellik, cesaretle ve otosansür kullanmadan yazmasıdır. Duyarlılık ödünç alınmamıştır, yaşamıyla yazdıkları birebir örtüşür niteliktedir. Sistem ve toplum tarafından gazaba uğraması da bu yüzdendir.
Rıza Beraheni’nin deyişiyle: “Denebilir ki İran yazın tarihinde, Füruğ’dan önce, hiçbir kadın ne âşıkane şiir söylemiş ne de bir erkeğe hitaben şiir söylemiştir.”[33]
Füruğ şiirleri; içli, derin, muhalif ve imgeseldir. Estetik söylemden taviz vermeden, çelikten bir duruş sergiler. Özellikle kadın okurlar, içlerinde çoğalan çığlığı, onda şiire dönüşmüş bulur.
Füruğ, şiirlerinde son derece açık ve gizem dışıdır. Onun duruşu (şiiri), aynı dönem şairleri olmamasına karşın, Gülten Akın ve Nilgün Marmara; Amerikan şiirinin dünya rüzgârı Sylvia Plath’i anımsatır.
Füruğ muhaliftir… Ondaki muhalif duruş, sadece kendi ülkesindeki Şah yönetimin anti-demokratik uygulamaları için değildir. Şair kimliğinin getirdiği, insanlık adına “evrensel bir duruş”tur.
Şah dönemi baskılarına karşı, korkusuz bir duruş sergileyen Füruğ, insanlık var oldukça yaşamaya devam edecektir.[34]
Tıpkı Cegerxwin (kimi kaynaklarda Cigerwin olarak geçer) gibi…
1900 yılında Mardin’in Hesar köyünde doğdu; babası yoksul bir köylü. Bu yüzden çocukluğu yokluklar yoksunluklar içinde geçmiş. Daha dokuz yaşındayken anne ve babasını yitirir. Kendi çabasıyla yaşamını sürdürmeye çalışır. Ağaların yanında çobanlık yapar, çifte koşulur. Daha küçük yaşlardan itibaren tüm imkânsızlıklara rağmen okumak ve yazmak için büyük çaba gösterir. İlk gençlik yıllarında eğitimli biri olmanın güçlü arzusunu taşır. Bu yıllarda şiire ilgi duyar ve yazmaya başlar.
Osmanlı’ya bağlı olan Suriye’ye göçer, aynı zorluklarla burada da karşılaşır. Okumaya karar verir ve kendi imkânlarıyla medrese eğitimi alır. Sonraları sosyalizmi benimser, Celadet ve Bedirxan kardeşlerin çıkardığı Hawar dergisinde çalışır, şiirlerini yayınlanır. Bir zaman, Irak’taki üniversitelerde Kürtçe dil dersleri verir
Cegerxwin, yaşadığı çalkantılı dönemin birçok olayına ya bizzat katılmış ya da tanığı olmuş ve bunu şiirlerine yedirmiş bir şair. O’nun şiirlerinde bir halkın yaşadığı acıları görürüz. Poetikasında ulusal kimliğin yanında ezilen tüm halklara uzanan bir evrensel tutum ve sınıfsallık da vardır:
“Ey heval Robson/ Ev cîhana xweş/ Besî teva ye, çı sıpî çı reş/ Dıvê derbaskın rû bı ken û geş/ Dewlemend, serbılınd,/ Tev bı hevra rınd/ nemînın sêwî, bırçî û tazî/ Ne kuştın, ne şer, ne qîr, ne gazî…” (Ey Robson arkadaş/ Bu cihan hepimize yeter/ Kara, beyaz derililere/ Güleryüzlü geçirmeliyiz, sağlıklı/ Refah içinde, alnı açık/ Bir arada, iyi, güzelce/ açlar, çıplaklar, öksüzler kalmasın./ Ne öldürülme, ne savaş, ne haykırış, ne bağırış…)[35]
* * * * *
Bir de Cevat Çapan…
Onun şiirini okurken, sahte bir parlaklığın baştan çıkarıcılığını göremezsiniz. Sizi nitelikli şiir dünyasının içine sokar, şiirin ateşi sizi yavaş yavaş sarar.
Şiirin en yalın tür olduğunu, fazlalıklardan arındıkça, aza indirgenmiş yoğunluk gerektirdiğini poetikasıyla ispatlar.
Onun şiirinde hayata dair bütün unsurları bulabilirsiniz. Acılar da vardır, yaşama sevinci de, lirizmle ironi birleşmiştir. Kusursuz bir oranda iyimserlik vardır. Ne eksik, ne fazla, bu iyimserlik aslında gizli bir tahammül gücü verir.
Şiir günü bildirisinde ne demişti: “Bir yandan ezenleri, ezilenleri; öbür yandan geceleri yıldızları, kokuları, tepeden tırnağa çiçek açmış ağaçlarıyla insanı deli eden bu dünyayı düşünerek katılacak bu kutlamaya.
Özgürlük ve dayanışma özlemi içinde, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamaya bir çağrı olduğunu düşünecekler şiirin. Yalnızca Edirne’den Ardahan’a kadar değil, Çin’den Peru’ya kadar uzayan bir umutla.”[36]
Söz konusu bildiri, sanki Onun şiirini; toplumsallıkla bireyselliğin hayatı birlikte kuşattığını açıklarken; Cevat Çapan’ın şiirlerini, tıpkı mizacı/ kişiliği gibi, güler yüzlü, barışçı, sessiz, sakin, dengeli, umutlu, dinamik, alçakgönüllüdür.
O, gerçeklerden, gerçekliklerden yola çıkarak bir şiir gerçeği ortaya koyar. Bu gerçek, her kitabında biraz daha bilgiye, kültüre, imge yoğunluğuna, yolculuklara kapı aralar. Bu aralanan kapıların kimisinde bir şiir, okura bir hedef kor, kimisinde okuru ortada bırakır, hedefi ona sorar, düşler anlattırır... Yani hepsinde de insan vardır, insanı anlatır...
İnsanı en iyi anlatan bilim insanlarından Freud’un, “Daha fazlasını öğrenmek istiyorsanız şairleri okuyun” sözünü sanki bir anlamda Cevat Çapan kanıtlar.[37]
Sonra da Bedri Rahmi Eyüboğlu…
“Biz ölünce toprak kardeş/ Doğru eşek cennetine/ Acele etmeyişimiz bundan ötürü/ En akıllılarımız buyurdular ki/ Cennetin en alası yeryüzünde/ Ama bizim en akıllılarımız/ Yeryüzündeki eşek cennetinde” dizelerindeki üzere ölümü alaya alan ve “Sevmek güzel meslek” diyecek kadar yaşamı, resmi, şiiri ve kadınları seven Bedri Rahmi, sanatın evrensel unsurlarını yöresele taşıyanlardandı.
“Hüzün geldi başköşeye kuruldu./ Yoruldu yüreğim yoruldu…
“Biz dünyadan gider olduk,/ kalanlara selam olsun./ Ama hep böyle gidecekse,/ kalanlara haram olsun,” dizeleri dillerden düşmeyen Bedri Rahmi kendini hem ressam hem şair diye tanıtırdı. “Benim hayatım ikiye bölünmüş. Bazıları beni yazar, şair diye tanıyor, bazıları ressam diye. Ressamlara sorsalar ‘Nasıl bir ressamdır.’ Onlar ressamlığını bilmiyoruz ama şairler iyi şiir yazdığını söylüyorlar. Şairlere soruyorlar onlar da aynı şekilde ‘Şiiri hakkında bir şey söylemeyiz ama ressamlar iyi ressam olduğunu söylerler’.” diyordu. Bence Bedri Bey tüm bu söylenenlerin bir senteziydi. Hepsiydi! Ne resim yapmadan ne de yazmadan durabiliyordu.[38]
O hem ressam, hem de ‘Karadut’un şairiydi…
Ve de “Kimseyi kırmayayım diyorum,/ bir de bakıyorum/ kendim paramparçayım!
“Kırarlar diye hayal kurmaktan vazgeçilmez…
“Sana içimi döksem beraber toplar mıyız?
“Ne iş mi yaparım?/ Yolculuk ederim/ Göğe bakarım…
“Neler çekmiş halkım türküler şahit,
“Ustalık kazanılır; ama çocuk olmak yitirilirse, şiirin büyük damarlarından biri yok olur,” diyen İlhan Berk, çağdaş şiirin geçirdiği tüm evreleri fazlasıyla şiirinde yaşatan bir şairdi.
Hep arayıştan, yenilikten yanaydı, ona ‘şiirin uçbeyi’ dendi.
Şiirini sürekli geliştirdi. Bunu yaparken de özellikle Batı şiirinden etkilendi. Bu nedenle de kendi “Ben, dünyanın en borçlu şairiyim” sözünü sıkça kullandı.
Yazmanın cehennem, resim yapmanın mutluluk getirdiğini savundu.
İkisini birlikte sürdürdü. “Resimle benim ilişkim bir çeşit aşk ilişkisidir./ Resim benim bir parçamdır,” diyerek.[39]
Sonra da İkinci Yeniciler “Cumhuriyetten yaralıdırlar,” diyen Ece Ayhan.
Bunun anlamı siyasi, ekonomik ve kültürel olarak Cumhuriyet’in kurucu partisinin şiddetine maruz kalmaktı. Söz konusu şiddet sadece çıplak şiddet değil, kültürel, ekonomik ve siyasi politikaların, insan hayatında yarattığı tahribattı.[40]
Ece Ayhan şiirlerini aykırı bir biçem üzerine kurardı. Sözcükleri parçalar, birleştirir, değiştirir, uydurur ve eğip bükerek kendi şiiri için uygun hâle getirirdi.
Şiiri kelimelerle oluşturulan karmaşık bir yapıya dönüştürme uğraşı içerisindedir. Cemal Süreya’nın “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı. Çağdaş şairler kelimeleri bile sarsıyorlar” ifadesi bu durumu özetler niteliktedir.
Sebahattin Eyüboğlu kendisi için “Şiiri rahat bıraksın!” dese de o şiiri hiçbir zaman rahat bırakmamıştır. Ece Ayhan, kullandığı kelimelere takılanlara da şöyle cevap verir. “Karaşın sözcüğünü benim ortaya attığımı sanıyorlar, hâlbuki öyle değil. ‘Karaşın’ sözlükte var, ‘sarışın’ın tersi!”
Ece Ayhan, bu şiirlerinde bilinçaltındakileri yüzeye çıkaran sürrealist bir şiir anlayışına yaslanmıştır. Ahlâk kaygısı dışında, içinden gelen şiiri yazmıştır. “Ortodoksluklar” kutsalı darbeden bir şiirdir. “Ortodoksluklar” politik bir şiirdir, anarşist bir şiirdir. Yöneticileri, hiyerarşiyi reddeder. Saltanat karşıtıdır. Sivil şiirdir, bireycidir, öz yönetimi savunur.[41]
Aykırıydı…
* * * * *
Aşkı, hayatı ve mücadeleyi teslim alınamayan dizeleriyle savunan Onlar, zamana direnebilenler ölümsüzlerdir…
13 Ağustos 2020 18:31:15, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Newroz, Eylül 2020…
[1] Behçet Necatigil.
[2] Ataol Behramoğlu, “Şiir Tükenmez”, Cumhuriyet, 18 Mart 2019, s.13.
[3] Zafer Doruk, “Salih Bolat: Şiir Birey Olma Yoludur”, Birgün, 27 Ekim 2019, s.15.
[4] “PEN Şiir Ödülü Şair ve Mimar Şair Cengiz Bektaş’a”, Evrensel, 20 Mart 2018, s.12.
[5] Ömür Özçetin, “Veysel Çolak: Şair, Sorumlu Bir Toplumsal Öznedir”, 13 Haziran 2019… https://www.evrensel.net/haber/381136/sair-ve-yazar-veysel-colak-sair-sorumlu-bir-toplumsal-oznedir
[6] Zeki Kayar, “Şiir Ütopyadır, Özgürlüktür”, Yeni Yaşam, 24 Aralık 2019, s.11.
[7] Asım Öztürk, “Anlamı Damıtandır Şiir”, İnsancıl Dergisi, No:350, Eylül 2019, s.40-42.
[8] Asım Öztürk, “Sınırsızlığın Zamanıdır Şiir”, İnsancıl Dergisi, Yıl:30, No:354, Ocak 2020, s.26-28.
[9] José Martí, Göklerde Eriyip Gitmek İsterdim, çev: Ataol Behramoğlu, Can Yay., Kasım 2011.
[10] Reyyan Bayar, “Ahmet Telli: Şiir Sözcüklere Kanat Takar”, Cumhuriyet Kitap, No:1469, 12 Nisan 2018, s.12-13.
[11] Zeynep Oral, “Corona Günlerinde Şiir”, Cumhuriyet, 22 Mart 2020, s.14.
[12] “Şairane davranış nedir, diye sordu kral. Bilinmez ki majesteleri, ancak olup bittikten sonra farkına varırız.” (José Saramago, Filin Yolculuğu, Çev: Pınar Savaş, Turkuvaz Kitap, 3. Basım, 2011, s.15.)
[13] Öner Yağcı, “Namık Kemal’i Anlamak”, Cumhuriyet, 7 Aralık 2019, s.13.
[14] Abdullah Tekin, “Tevfik Fikret’i Anımsamak”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 2019, s.2.
[15] Öner Yağcı, Tevfik Fikret, Telgrafhane Yay., 2018.
[16] Öner Yağcı, “Tevfik Fikret’in Aynasında Gençlik”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2019, s.16.
[17] Emin Karaca, Türk Edebiyatında Kavga, Kibele Yay., 2017.
[18] Hikmet Altınkaynak, “Tevfik Fikret İçin…”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2019, s.13.
[19] Nazım Alpman, “Orhan Veli’den Günümüze Aydın Tavrı”, Birgün, 26 Eylül 2019, s.7.
[20] Ayşegül Tözeren, “Behçet Aysan ve Metin Altıok Şiiri”, Evrensel, 2 Temmuz 2018, s.12.
[21] Öner Yağcı, “Şükran Kurdakul”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2019, s.15.
[22] Zeynep Oral, “Sennur Sezer 75 Yaşında…”, Cumhuriyet, 10 Haziran 2018, s.15.
[23] İsmail Afacan, “Sennur Sezer, Ortak Değerlerimizin Çoğalması İçin, Ne Güzel Bir Olanak”, Evrensel, 30 Mayıs 2018, s.12.
[24] İsmail Afacan, “Kaya Çatlayacak Tohum Yeşerecektir”, Evrensel, 12 Haziran 2018, s.12.
[25] Haydar Ergülen, “Refik Abi”, Birgün Pazar, No:613, 9 Aralık 2018, s.13.
[26] Hicri İzgören, “Acının Kütüğüne Kayıtlı”, Yeni Yaşam, 6 Aralık 2018, s.11.
[27] Önder Ege, “Attilâ İlhan Düşüncesinde Kuvayi Milliye, Atatürk ve Sultan Galiyev”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2019, s.2.
[28] Zeynep Oral, “Şimdi, Fena Hâlde Attilâ İlhan...”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2018, s.15.
[29] Salih Bolat, “Kan Kardeşim Ahmet Erhan”, Birgün Pazar, Yıl:16, No:675, 16 Şubat 2020, s.16.
[30] Emrah Kolukısa, “Şükrü Erbaş: İyi ki Şiir Yazmışım”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2019, s.17.
[31] Cevat Çapan, “Güzellikten Geliyorum, Güzelliklerden”, Cumhuriyet Kitap, No:1582, 11 Haziran 2020, s.8.
[32] Ülkü Tamer, Sıragöller, Cem Yay., 1974.
[33] Hicri İzgören, “Uçuşu Hatırlarda”, Yeni Yaşam, 13 Şubat 2020, s.11.
[34] İsmail Biçer, “Füruğ Ferruhzad: Cesur ve Unutulmaz”, Birgün, 12 Eylül 2019, s.14.
[35] Hicri İzgören, “Sevdalı Cegerxwin”, Yeni Yaşam, 25 Ekim 2018, s.11.
[36] Doğan Hızlan, “İyi Bir Şair, İyi Bir Şiir Çevirmeni”, Hürriyet, 21 Eylül 2017, s.22.
[37] Hikmet Altınkaynak, “Yılın Şairi Cevat Çapan”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2019, s.13.
[38] Gülseren Südor, “Evrenselden Yöresele Bedri Rahmi Eyüboğlu”, Evrensel, 21 Eylül 2018, s.12.
[39] Hikmet Altınkaynak, “Her Yerde Şiir Var”, Cumhuriyet, 29 Kasım 2018, s.16.
[40] Hüseyin Kalkan, “Cumhuriyet’ten Yaralı Olmak”, Yeni Yaşam, 29 Ocak 2019, s.11.
[41] Sedat Gülmez, “Ece Ayhan ve 50. Yılında Ortodoksluklar Şiiri Üzerine”, Evrensel, 12 Temmuz 2018, s.12.