Göçmen edebiyatı denilince akla ilk önce anılar, şiir, denmeler, biyografiler ve nihayet öyküler gelir. Tek tük de olsa roman denemelerinin yanında öykülerin farklı bir ağırlığı hemen göze batar. Öykülerin genelde yaşanmış olayları yansıtmaları, her anlatılanın öykü tadı vermemesinin ana nedenlerinden sadece birisidir. Her hayatın roman olamayacağı gibi, her başımızdan geçen olayın da öykü olamayacağı bir gerçektir. Edebiyat derinleştikçe de anlaşılacağı üzere kurmaca, düşünsel yapılan seyahatlerin, sanat ve estetikle süslendirilip güzelleştirilen metinlerin genel toplamıdır. Bunun yeteri kadar anlaşılıp kavranması, estetik bir tercih olarak yazarların sanat ve edebiyat anlayışlarına yansımaları süreç sorunudur.
İlk dönemin ürünleri arasında farklı kültürel dünyalarda yaşanılan komik hikayelerin, garip, gülmece unsuru güçlü ögelerin ön planda olması kaçınılmazdı. Edebiyatın bir çok disiplini 50 yıl sonra hayatın sadece komedi içerikleriyle yüklü tiyatrolardan oluşmadığını görmüş ve buna göre ne kadar sancılı süreçlerden geçerse geçsin, kendisini yeniden yapılandırabilmiştir. Zamanla tiyatronun da dramatürgiyle olan köklü ve tarihsel bağları anlaşılıp kavranacak ortaya bugünkünden çok daha kaliteli eserler muhakkak verilecektir.
Göçmen öyküleri köyünün, bağının, tarlasının özlemiyle yola çıksa da zamanla yerini derin hasretliklerden sıyırabilmiş, içinde yaşadığı zamana ve mekana uyan anlatılar, kahramanlar, öykü tadı veren öyküler çıkartabilmiştir. Yol öyküleri, aşk öyküleri, siyasi öyküler, mülteci öyküleri, gündeme, yıla uyan öyküler olarak çok çeşitlilik çizgisinde gittikçe yayılan ve benimsenen bir tarzla hızla çoğalmakta. Öykünün bugüne bu denli gelebilmesi yine oldukça sancılı evrelerden geçmiş, adeta yalnızlıkları kaderleriymiş gibi görünen yazarlar oradan buradan hızla köşelerinden çıkarak kamuoyunca tanınmaya ve okunmaya başlanmışlardır. Bunun da yine zamanla tatlı ve gelecek vaat eden bir rekabete dönüşebilme olasılığı oldukça yüksek.
Öykü denilince onu küçümsemek, kolay ve çabuk okunur özelliğinden yola çıkarak basitleştiren mantık sığ ve hatalıdır. Öykü edebiyatın en zor disiplinlerinden biridir. Öykünün dilimizde babası Sabahattin Ali'dir. Onun yarattığı toplumsal gerçekçi ekol hala bugün bile aşılamamış, yer yer Orhan Kemal'i, Sait Faik Abasıyanık'ı, Yaşar Kemal, Aziz Nesin ve yeni dönem kuşaktan özellikle kadın yazarlarımızdan Aslı Erdoğan'dan Suzan Samancı'ya, Aslı Tohumcu'dan Sema Kaygusuz'a bir çok yetenekli kalemi etkilemiştir. Öykünün romandan da eski bir tarihi ve mirası olmasına rağmen uluslararası boyutlarda hala bir öykücümüzün olmamasını dar ve tek yanlı düşünmeyle açıklayabiliriz. Öykünün mirasını ve kazanımlarını, yurtdışı yansımalarını ise önümüzdeki yıllarda gittikçe artan yazarlar ve yapıtlarına bakarak, tabi umut da veren bir ivmeyle hep beraber göreceğiz.
Roman gibi bir çok derin detayı barındırmaması, pratik olarak orasından burasından anlatıya nereden istenirse oradan başlanılması şiir gibi acaba hangi sözcük daha uygun düşer sancısına uzak olması, ön araştırmalar gibi oldukça zaman alan ve bilgi gerektiren incelemelere ihtiyaç duyulmaması öykünün yazılmasını tabiki kolaylaştırır. Populist bir dille kaleme alınanı kolay okunan ve anlaşılan öyküler, şimdilik piyasanın tuttuğu kalıplar. Ama okurun zamanla edebi derinliği arttıkça bu tarzın pek okur bulamayacağını da şimdiden görmek gerek.
Öykülerin günlük hayatımızı güzelleştirdiğini, şenlendirdiğini, renk ve canlılık kattığını hiç birimiz inkar edemeyiz. Hergün en azından yatmadan önce okunan bir öykünün bizlere, düş zenginliğimize, fantezi ve zihinsel birikimize, kültürel altyapımıza sayısız olumlu etkisi tartışılmaz boyutlardadır. Bir öykü okunmadan giden gün, yitirilmiş, boşa yaşanmış, eksik yaşanmış, acınacak sefil bir gündür.
02.03.2013