“Yaşamak;
Teslim olmadan,
Boyun eğmeden,
Geçen gün, postadan irice bir zarf çıktı. İçinden çoktan toza-toprağa karıştığını düşündüğüm yüzlerce sayfa elyazması not, fotokopi, vs. 1980’li yıllarda biriktirdiğim… Zarf, eski bir dosttan. Emel Akal. Kitaplığını elden geçirirken bulmuş, “İçlerinden bazı matbu evrakları Kadın Kütüphanesi’ne gönderdim. Bunları da sana gönderiyorum,” notuyla birlikte toparlayıp göndermiş, sağ olsun.
“Zaman zaman içinde” derler ya, öyle bir şey. Notların çoğu, 1986’da, 12 Eylül sonrasının ilk 8 Mart etkinliği “Ve kadınlar… Bizim kadınlarımız…” gösterisi için çıkardığım notlar… Etkinlikte Türkiye sosyalist hareketinde yer alan kadınlardan göçüp gidenlerin anısına, sağ olanların ise varlıklarına bir selam göndermeyi hedeflemiştik… Tabii bir de bu coğrafyada kadınların kurtuluş mücadelesinin bizim kuşaklarla başlamadığını, yüzyıl başlarına dayanan bir geçmişi olduğunu… Etkinliği dört kadın (Hale Kıyıcı, Füsun Öztürk, Gülden Sevgili ve ben) kafa kafaya verip kararlaştırmış, topladığımız notları metinleştirmesi için (toprak incitmesin) Orhan İyiler’e, gösterinin görsel malzemesini hazırlaması için İsa Çelik’e, gösteride sunuculuğu üstlenmeleri konusunda ise sevgili Celile Toyon ile Vala Önengüt’e müracaat etmiş ve her birinin coşkulu, özverili desteğini almıştık…
Dokuz aylık, bizi bir aileye dönüştüren sıkı çalışmanın ardından, 8 Mart 1986’da Beyoğlu’nda merdivenlerine dek, tıklım tıklım dolu bir sinema salonunda gerçekleşmişti etkinlik… Geriye Hale Kıyıcı’nın köşelerinden bulup çıkardığı, bu coğrafyanın sosyalist hareketine emek vermiş, yasaklı varoluşlarının bedelini kadınlar olarak çok daha ağır ödemiş ablalarımızın, tütün işçisi, sendikal önder Zehra Kosova’nın, Mediha Özçelik’in, TKP emektarı Zeliha Okyalaz’ın (“Postacı Burhan’ın eşi), yumruğu havada sahneye dimdik koşar adım çıkıp işkence tezgâhında can veren TKP’li eşi Emine’ye değgin anılarını bizlerle paylaşan Şoför İdris’in gözlerindeki, fazlasıyla hak ettikleri sevgi ve saygıyı bir nebze olsun almış olmanın ışıltısı kaldı, asla aklımdan silinmeyen…
Diyorum ya, “zaman zaman içinde…” Etkinlik sonrası, bu yüzlerce sayfa notu saklamış, sonra da “Belki bir işe yaratırız,” diye Mayıs 1989’da İstanbul’da düzenlenen 1. Kadın Kurultayı’nın ardından yaşanan ayrışma sonrası buluştuğumuz sosyalist kadın arkadaşlarla paylaşmıştım. O zaman bir işe yaratamamıştık… Yıllar sonra, bir zarfın içinde, elime ulaştılar…
O zaman gelin, geçen otuz küsur yılın ardından, birlikte bir işe yaratalım o notları…
Buyurun… Bu coğrafyada sosyalizm kavgasıyla kadın mücadelesini birleştiren ve bu uğurda ağır bedeller ödeyen kadınların yaşamlarından kesitler[2]…
Halime, Rahime ve Fatma Yoldaşlar…
Mustafa Kemal’in emriyle lağvedilen Yeşil Ordu Cemiyeti’nin kimi mensuplarıyla birlikte Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı kuran Tokat mebusu Nazım Bey’in sorgusu sırasında İstiklal Mahkemesi Reisi ile aralarında ilginç bir diyalog geçer. Tarih, Ocak 1921…
“REİS: Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin emirleri üzerine Yeşilordu Cemiyeti’ni bir kısım arkadaşlarınızla ilga etmiş oldukları hâlde siz, bazı arkadaşlarınızla birlikte cemiyeti ipka ve Halk İştirakiyun Fırkası namıyla bir fırka hâline tahavvül eylemişsiniz. Ve bu fırkanın resmen kuruluşundan evvel arkadaşlarınızdan Bursa mebusu Şeyh Servet, Erzurum mebusu Asım ve Karasi mebusu Asım ve gene Karasi mebusu Basri beylerle mebus Memduh beyi alarak Hacı Musa Mahallesi’nde bir eve götürmüş. Bu evde sonradan kim olduklarını öğrendikleri Salih (Baytar Salih-b.n.), Ziynetullah, Hüsnü beyler ve zat-ı alinizle yüzleri açık, sırtlarında birer manto bulunan Halime Yoldaş, Rahime Yoldaş ve denen üç de kadın ki cem’an yedi kişiden mürekkep bir heyetle buluşmuşlar…”
Kurulmakta olan yeni rejimin ilk “komünist davası” sayılabilecek bir yargılamada, sanıkların “komünist parti” kurmanın yanı sıra, “yüzleri açık, sırtlarında birer manto olan” üç kadınla aynı mekânda bulunmakla suçlanmaları, çarpıcıdır. Bu toplantıya katılan kadınların suçu ise “çifte”dir: gizli bir “komünist” faaliyette yer almak; üstelik de bunu erkeklerle aynı mekânda, “yüzleri açık” olarak gerçekleştirmek…
Nazım Bey’in üç kadına ilişkin savunması, kabul etmeli ki pek parlak değil: “Biz Ziynetullah’ın evinde otururken o üç kadın geldi. Biz bunları Ziynetullah’ın haremi, hemşiresi ve akrabası sandık. Bunlar Ankara sokaklarında dahi aynı kıyafette, yani uzun mantolarla ve başları örtülü gezerler. Bunlar İstanbul’daki bazı ailelerde artık adet olduğu üzere erkek misafirlerden kaçmazlar ve onlara izaz ve ikram ederler. Vakıa bu bize de garip geldi ama kabahat bizim değildi…”[3]
Demek ki, 1920’lerde bu ülkede bir yandan yoksulluğa, sömürüye, emperyalizme karşı komünist saflarda mücadele veren, bir yandan da erkek yoldaşlarının bağnazlığıyla baş etmek durumunda kalan devrimci kadınlar yaşıyordu.
Peki, kimdi Halime, Rahime ve Fatma Yoldaşlar?
Halime Yoldaş, Cemile Nuşirvanova’dan başkası değildi… İzmirli, olasılıkla Tatar göçmeni bir anne ile Süleyman Selim Bey’in kızı. Darülmuallimat’ı bitirip Bezmialem Valide Sultaniyesi’nde öğretmenlik yaparken Rusya’dan gelme Ziynetullah Nuşirvan ile evlendi. Kocasının Matbuat Müdürlüğü’ne Rusça mütercim olarak atanması üzerine, o “mahut” toplantının yapıldığı Ankara’ya yerleştiler. Ziynetullah Nuşirvan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası kurucuları arasında yer almış, 9 Mayıs 1921’de “Hıyanet-i vataniye”den 15 yıl kürek cezasına çarptırılmıştı. Ancak SSCB ile ilişkiler çerçevesinde 29 Eylül 1921’de diğer mahkûmlarla birlikte affa uğrayacaktı.
Halime (Cemile) Yoldaş’ın, 1921’deki THİF görüşmelerine “yüzü açık” bir şekilde katılmaya cüret eden diğer kadınlardan, kardeşi Rahime Yoldaş ile birlikte, Ankara’daki ilk komünist mayalanmalarda bir hayli etkili olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin 1921 Martı’nda bizzat örgütledikleri Türkiye tarihinin ilk 8 Mart etkinliğini şöyle anlatıyorlar (akt. M. Tunçay):
“Bir yandan burjuva cellatlarını protesto etmek, bir yandan da işsiz kadınların ağır durumlarının hafifletilmesini talep etmek amacıyla komünist Süleyman Selim yoldaşın Ankara dolaylarındaki bağında kadınların genel toplantısı yapıldı. 8 Mart Uluslararası Kadınlar Bayramı’nın önemini açıklayan, Şerif Manatof yoldaşın bildirisi okundu. İkinci sorun olarak, kadınların durumunu düzeltmek, onlara iş sağlamak için bir kadın örgütü seçildi. Önceden hazırlanmış olan tüzük onaylandı. Sonra BMM’ne Türk kadınları adına bir bildiri gönderilerek komünistlere, Mustafa Suphi ve arkadaşlarına gösterilen vahşilikler protesto edildi. Kadınlar örgütünün Ankara’daki ilk 8 Mart bayramı Türk(iye b.n.) komünist hareketi tarihinin sayfalarında şerefli bir yer tutmaktadır. Cemile Nuşirvanova, Rahime Selimova.”
Cemile ve Rahime yoldaşlar, Ziynetullah Nuşirvan’ın afla tahliyesinin ardından Komintern’in dördüncü kongresine katılmak için Sovyetler Birliği’ne giderler (Temmuz 1922). Ancak bu yolculuktan önce Cemile Nuşirvanova’nın Ankara’daki Sovyet elçiliğinde Paris Komünü anısına düzenlenen bir toplantıya katıldığı anlaşılmaktadır. Nuşirvanova, yaşamının geri kalanını sürdüreceği SSCB’nde “Türkiye Komünist Kadınlığı Murahhası ve Kadınlar Şubesi Müdiresi” sanıyla hareket ettiği anlaşılıyor.
Rahime (Selimova) hanım ise, ablasıyla birlikte THİF çalışmalarına katılmış ve ardından gizli TKP’nin üyesi olmuştur. Ankara’da öğrenci iken, hamile olan ablasının yerine Sovyet Büyükelçiliği’nde düzenlenen bir törene katılıp burada bir konuşma yaptığı için okuldan uzaklaştırılmıştı. SSCB’ne gittikten sonra Bakû’de Mustafa Suphi’nin yoldaşlarından Kayserili İsmail Hakkı ile evlenecek, ancak bu evlilik uzun sürmeyecekti.
İstiklal Mahkemesi reisinin sözünü ettiği üçüncü kadın, Fatma Yoldaş ise Hacıoğlu Salih (Baytar)’in eşidir ve ne yazık ki hakkında 1922’de gencecik yaşında, öldüğü dışında fazla bir bilgi yoktur... Geride dört çocuk bırakarak… O yılların zorlu koşullarında, bu kısacık ömre dört çocukla birlikte bir de komünist mücadeleyi sığdırmak…
Naciye Yoldaş
Türkiye Komünist Partisi’nin kadın militanlarından biri de Naciye Hanım. Mustafa Suphi ile birlikte Karadeniz’de boğdurulan (Arap) İsmail Hakkı Bey’in kardeşi… 1920 Eylülü’nün ilk haftasında Bakû’de toplanan Şark Milletleri Kurultayı’na katılan Türkiyeli delegeler arasında yer alan Naciye Yoldaş. Bakû’ye gidişi, Almanya’da sürdürdüğü pedagoji eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul’a dönerek Şefik Hüsnü çevresiyle ilişkiye geçmesiyle bağlantılıdır. Naciye Hanım, Kurultay’a Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi’ni temsilen delege olarak katılan ağabeyi ile birlikte gitmiş, Kurultay’da Divan’da görev almış ve bir de konuşma yapmıştır.
“Doğu’nun kadınlarının şu anda başlattıkları hareketi, toplumsal hayat içinde kadının yerini narin bir bitkinin veya zarif bir taş bebeğin yeri gibi görmekten memnuniyet duyacak uçarı feministlerin bakış açısından görmemek gerekir,” diyordu Naciye Hanım, Bakû Kurultayı’ndaki konuşmasında. “Bu hareket şu anda tüm dünya ölçeğindeki genel devrimci hareketin ciddi ve zorunlu bir sonucu olarak görülmelidir. Doğu’nun kadınları yalnızca bazılarının sandığı gibi çarşafa bürünmeden sokağa çıkma hakkını elde etmek için mücadele etmiyorlar. (…) İnsanlığın yarı nüfusunu oluşturan kadınlar, eğer erkeklerin rakibi olarak kalırsa, eğer erkeklerle eşit haklara kavuşamazsa, insan toplumunun ilerlemesi elbette ki olanaksızdır; Doğu toplumlarının geri kalmış durumu bunun tartışmasız kanıtıdır.
Yoldaşlar, emin olunuz ki, toplumsal hayatın yeni biçimlerini gerçekleştirmek için harcayacağımız tüm çabalar ve çekeceğimiz tüm acılar, ne kadar içten olurlarsa olsunlar, eğer siz gerçek yardımcılar olarak kadınlara gitmediğiniz takdirde sonuçsuz kalacaktır.
Savaşın yarattığı özel koşulların sonucu olarak, Türk kadını türlü toplumsal görevlerin yerine getirilmesi için evini ve aile topluluğunu terk etmek zorunda kalmıştır. Fakat, Türk kadınlarının savaş sırasında o zamana dek erkeklerin bulundukları konumları üstlenmeleri ve yük hayvanlarının bile aşamayacağı yolların bulunduğu Anadolu’nun bazı bölgelerinde birliklerin kullanacağı silah ve cephaneyi çekerek taşıması, çok önemlidir. Ama bu, eşit haklar elde edilmesi anlamına gelmiyor. (…) 1908 Devrimi’nin başlarında kadınlar lehine bazı gelişmeler olduğunu yadsımıyoruz, ama bu yetersiz ve öngörülen amaçlara ulaşmakta etkisiz gelişmelerin önemini büyütmemek gerekir.
Kadınlar için başkentte ve diğer bazı kentlerde birkaç orta okulun veya lisenin açılması; hatta kadınlara özgü bir üniversite yaratılması, yapılması gerekenlerin binde birini bile oluşturmaz. Siyaseti, zayıfın güçlü tarafından sömürülmesine ve ezilmesine dayanan Türk hükümetinin kadınlar için daha radikal ve önemli ölçülerde kararlar alması zaten beklenemezdi. (…)
Komünistler bütün kötülüklere son vermek için sınıfsız bir toplumun kurulması gerekliliğine inanırlar, bu sonuca erişmek için bütün burjuvalara ve ayrıcalıklı sınıflara karşı amansız bir savaş sürdürürler. Doğulu komünist kadınların savaşı daha da zorludur çünkü ayrıca erkeklerin istibdadına karşı savaşıyorlar. Siz Doğulu erkekler eğer geçmişte olduğu gibi kadınların kaderine kayıtsız kalırsanız, emin olun ki, ülkelerimizi ve onunla birlikte kendinizi ve bizi mahvedeceksiniz. Alternatif ise bizim de haklarımızı kazanmak için diğer ezilenlerle birlikte ölümüne bir savaşa girişmemizdir. Kadınların belli başlı taleplerini kısaca ortaya koyacağım.
1) Haklarda tam bir eşitlik.
2) Kadınlar için erkeklerinkiyle aynı ölçülerde genel ya da mesleki eğitim fırsatı.
3) Evliliğe ilişkin kadın ve erkek arasındaki haklarda eşitlik. Çokeşliliğin kaldırılması.
4) Kadınların bütün idari ve yasama birimlerinde istihdama kısıtlamasız kabul edilmesi.
5) Bütün kent, kasaba ve köylerde kadınların hakları ve korunması amacıyla şûrâların örgütlenmesi.
Hiç kuşku yok ki bu talepleri ileri sürmeye hakkımız var. Komünistler bizim de eşit haklara sahip olduğumuzu kabul ederek bize el uzattılar; biz kadınlar onların en sadık yoldaşları olacağız. Hâlâ yolları seçilemeyen karanlıklar içerisinde olabiliriz. Hâlâ bizi yutacak uçurumların kenarında olabiliriz. Ama korkmuyoruz. Zira biliyoruz ki, gün doğumuna erişmek için gecenin içinden geçmek gerekir.”[4]
Kurultay’ın hemen ardından, 10 Eylül 1920’de Bakû’de yurtiçi ve yurtdışındaki çeşitli komünist örgütlerin birleşmesi ile kurulan Türkiye Komünist Fırkası’nın kuruluş kongresinde Naciye Hanım’ın, Parti’nin kadın politikalarının oluşmasında etkin görev aldığı görülüyor. Gündemin 6. maddesi görüşülürken söz alan Naciye Yoldaş’ın layihası ilginçtir:
“Türk kadınlığının aile arasındaki vaziyeti tam manasıyla esarettir. Cemiyet bir mücrimi [suçluyu] nasıl hapsederse, kendi içinden çıkarırsa, kadınlar da alelıtlak [genellikle] kadın olmak cürmünden dolayı evlere hapis olunur. Fakat bu hapsin azabını çeken yalnız kadınlar değildir. Bütün millet bundan muzdarip bulunuyor. Zira kadının cemiyetle olan münasebeti kesilince eve bakmak ihtiyacını erkek yükleniyor. Şu itibarla zaruret-i maişet [geçim sıkıntısı] vücuda geliyor. Şu vaziyet kadına körü körüne itaati, esareti tahmil ettiği [yüklediği] gibi izzet-i nefsini de cerihadar ediyor [incitiyor, yaralıyor].
Mamafih harbin bir netice-i zaruriyesi [zorunlu sonucu] olarak Türk kadını az çok serbesti bulmuş ve temin-i maişet [geçimini temin etme] için sokağa fırlamağa mecbur olmuştur. Bunu kadın için bir mukaddeme-i halas [kurtuluş başlangıcı] addediyorum. Fakat hayata karışan kadınlar, kadınlığın bir kısm-ı ekalliyetidir [azınlık bölümüdür]. Bugünkü cemiyetin şeraiti [koşulları] nazar-ı dikkate alınacak olursa, hayatın zaruretleri karşısında bu kadar cüz’i bir kemiyetin [niceliğin] eriyeceği ve eski istihalenin yeniden başlaması endişesi zuhur ediyor.
Türk kadınının resmi dairelerde memur olması pek yenidir. Türkiye’de memur kadınların ekseriyeti maarife ve mekteplere mensuptur. Fakat bunda da erkeğin imtiyazı gözetilerek bir muallime aynı seviyedeki muallimle, hatta daha yüksek bile olsa, maddeten bir olamıyor. Kadın, istihdam olunduğu bütün dairelerde aynı madun [ast, aşağı] muameleyi görüyor. (…)
Türkiye’de erkekleri işgal eden [meşgul eden] garip mesaiden biri de kadınların tesettürüdür. (…)
Memleketin kuvve-i teşriiye [ve] icraiyesi [yasama ve yürütme gücü) bütün memleketin hayatını, ihtiyacını bir tarafa atarak; güya artık her iş bitmiş gibi kadının örtünmesi, başının tuvaleti, çarşafının biçimi, hasılı kadının haric’ kıyafeti ile iştigale başlarlar. (…)
Bereketsizlik, kaht [kıtlık], müselsel [ard arda gelen] yangınlar, muharebeler, mısır ekmeği, velhasıl ne içtimaı tereddiler [toplumsal yozlaşmalar), milli felaketler, buhranlar varsa, kaffesinin amil-i mutlakı [tümünün mutlak etkeni] kadının açılması olarak ileri sürülüyor. Polis karakollarına, adliye idarelerine, emniyet-i umumiyeye, lazım gelen yerlere bu gibi yolsuzluklara sebep olan kadınların derhâl tutularak tevkif edilmesi, terzil olunması [küçük düşürülmesi] için emirler verilir. Bütün bu tazyikata [baskılara] rağmen, Türk kadınlığı son zamanlarda payitahtta mühim uyanıklık gösterebilmiş, siyasi ve iktisadi faaliyetler izhar etmiştir [ortaya koymuştur]. (…)
Bugünün ihtiyacı hayatın boş yiyicilerini içerisinden atarak, “Çalışan, yer” hakikatini her tarafa anlatmaktır. Fakat halkın başına yumruklarını indirerek, isyan seslerine kulaklarını tıkayarak yaşayanların, artık ebediyen sönmeleri zamanı gelmiştir. Binaenaleyh [dolayısıyla], Türkiye Komünist Fırkası herşeyden evvel Türkiye kadınını kurtarmak için bir Türkiye Komünist Kadın Teşkilatı vücuda getirmeye çalışmalıdır.
Yaşasın kadın ve erkeği hayatın bütün yollarında birleştiren kızıl güneş!
Yaşasın Türkiye Komünist Fırkası!
15 Eylül 1920”[5]
Böylelikle, TKP, büyük ölçüde Naciye Hanım ve kardeşi İsmail Hakkı Yoldaş’ın girişimleriyle Kuruluş kongresinde şu kararları alacaktır:
“1- Tarihin hataları ve içtimai hastalıkları kat’i surette tashih ve tedaviye karar veren Türkiye Komünist Kongresi, kadınlık âleminin kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek layık olduğu dereceye is’adı [yükseltmek] için icap eden kat’i tedbirlere tevessül eder [başlar, girişir].
2- Beşeriyetten sınıf farkını kaldırmak şiarıyla ortaya atılan Komünistler, tabiatıyla kadınları cemiyetin içerisinden ihraç etmek [dışlamak] gibi bir ikilik hatasını irtikab edemez [işleyemez]. Komünistler nasıl hazır yiyicileri mahvederek tam bir müsavat-ı hukukiye [hukuk önünde eşitlik] yaratıyorsa, kadınlık, erkekliğin farklarını da kaldırarak, hukuk ve vezaif cihetiyle [görevler bakımından] hakiki bir birlik teşkilini kabul eder.
3- Türkiye’de kadınların hayat-ı umumiyeye daha serbestane iştirak edebilmelerini temin için şimdiye kadar erkeklere tahsis edilmiş olan içtimai [toplumsal] müesseselerden kadınların da aynı hak ve selahiyetle istifade etmeleri elzemdir.
4- Kadınlarla erkekleri yekdiğerinden ayrı bulundurmak, onları müessesat-ı içtimaiyyenin (toplumsal kurumların) haricinde yaşatmak, kadınlarda anlayış kuvvetini yanlış yollara saptırmak ve bu yanlış telakkiler kadını büsbütün geri bir hayat idamesine sebep olmuştur. Binaenaleyh, beşeriyetin diğer nısfı [yarısı] olan kadınların erkeklerle mütevaziyen ve mütesaviyen [denk ve eşit olarak] hareket etmeleri ve layık oldukları tekamülün [gelişimin] temini için lüzumu kadar fedakarlıklar ihtiyar olunur [ortaya konulur]. 15 Eylül 1920”[6]
TKP bu ilkelerin hayata geçirilebilmesi için kadınlara yönelik özel tedbirler gerektiğinin bilincinde olduğunu, aynı Kongre’de kabul edilen programına, emekçi kadınlara ilişkin şu maddeleri dahil ederek gösteriyordu:
34- se) Umumiyetle kadın işçilerin vaz-ı hamlden (doğum) sekiz hafta evvel ve sonra için yevmiyeleri tamamen verilmek şartıyla işten istisna edilmeleri;
cim) Emzikli kadınlara iş zamanında her üç saatte yarım saat emzirme teneffüsü verilir.
49- elif) Erkek ve kız çocuklarına şamil olmak üzere 17 yaşına kadar mecburi ve meccani (parasız) tahsil;
te-) Anaları kulluktan kurtarıp umumi istihsal işlerine sokabilmek üzere küçük çocuklar için çocuk yuva ve bahçeleri gibi mektepten evvele ait müesseseler açmak.
Üzerinden yüz yıl geçtikten sonra emekçi kadın (ve gençlik) hareketinin hâlâ aynı talepleri ileri sürüyor olması, içinde yaşadığımız sistemin doğası konusunda yeterli fikir vermiyor mu?
Yaşar Nezihe (Bükülmez) Yoldaş
Genç Cumhuriyet rejiminde işçi sınıfının, emekçilerin ve emekçi kadınların davasını güdenlerden biri de, bir şair: Yaşar Nezihe (Bükülmez).
Yaşar Nezihe 13 Ocak 1882’de İstanbul’da, Silivrikapı’da harap bir evde doğdu. Babası ailesini belediyede kantar memurluğu yaparak geçindirmeye çalışan bir yoksul. Ve de içkici… Her biri bebekliğinde/ çocukluğunda ölen dört kardeşten arta kalan. Altı yaşında yitirdiği annesini sevgiyle hatırlıyor. Kendisini teyzesi büyütmüş. Okuma yazmayı kendi gayretiyle öğrenmiş bir çocuk.
Babasının 1898’de işten çıkartılması, zorluklarla dolu yaşamını daha da güçleştirecekti. Ama şiir yazmaktan asla vaz geçmedi. İlk şiirler Terakki ve Malumat gazetelerinde yayınlanan Yaşar Nezihe hanım, 1912’de babasını kaybetti. Yaşamını Esirgeme Derneği’nde, Şark Eşya Pazarı’nda işçilik yaparak kazanmaya çabaladı. Yine şiirler yazıyordu: Sabah, Kadın, Nazikter gibi dergilerde.
Oğlu Vedat’la son derece güç günler geçirdiği I. Dünya Savaşı sırasında ona direnme gücünü şiirleri veriyordu. Hele ki ilk şiir kitabı Bir Demet Menekşe’nin yayınlanması (1915). Tabii bir de üye olduğu Amele Cemiyeti aracılığıyla yakın ilişki kurduğu Dr. Şefik Hüsnü’nün Aydınlık dergisi çevresi…
Şiirlerinin Aydınlık’ta yayınlanmaya başlaması, sosyalist hareket içerisinde giderek tanınmasına yol açacaktır. Nazım Hikmet’in kendisine çok yakınlık gösterdiği, her karşılaşmalarında “abla” diye elini öptüğü aktarılır.
Ama işi yalnız şiir değildir. Örneğin Mayıs 1920’deki tramvay işçileri grevini etkin biçimde desteklemiş, grevci işçileri coşturan konuşmalar yapmıştır…
1925 Aydınlık tevkifatında gözaltına alınan Yaşar Nezihe, yargılanmasına gerek olmadığı hükmüyle serbest bırakıldı. Ancak bu tevkifat sonrasında sosyalist hareketle ilişkileri gevşeyecekti…
Müdafaa-i Hukuk-u Nisvan Cemiyeti’nin de üyesi olan Yaşar Nezihe hanım, yıllarca Hilal-i Ahmer’de (Kızılay) dikiş dikerek yaşamını sürdürecek, doksan acılı ve yoksul yılın ardından, 1972’de yaşamını yitirecektir.
Şiirlerinde kendi çektikleri, halkın acılarıyla karışır:
“Mahalleden iki gündür verilmiyor ekmek
Kolay değil gece gündüz bu açlığı çekmek
Zavallı milletin aç karnı dört buçuk senedir
İaşe meselesi hâllolunmuyor bu nedir…
Satıldı evlerin eşyası hep bir ekmek için
Ne yaptı millet acep bu azabı çekmek için
Kiminde kalmadı yatmak için yatak yorgan
Doyunca bulamadı bir çokları yazık kuru nân
Şaşırdı yollarını genç kadınlar oldu zelîl
Eden bu milleti açlıktır bu rütbe sefil (…)
Elimde iğne, kalem var da ben de muhtacım
Yetim Vedad’ım ile kırksekiz saattir açım
Çalışmak isterim iş yok, bu hâle hayranım
Bu aç yetime bakıp ağlarım, perişanım
Vatan harabe fakir millet aç, sefil, üryan
Bugün düşüncesi halkın biraz kömür ile nân…”
Kimileri “mücadele saflarını terk etmek”le eleştirse de, el kadar çocukken dere kenarlarından ebegümeci, papatya tohumu toplayarak satıp okul parasını çıkartan, ihanetlere, şiddete belenmiş üç düşkırıklığı evliliği arkasına dönüp bakmadan bitirebilen, iki oğlunu açlıktan, bakımsızlıktan toprağa verse de onurunu yere düşürmeden hayatını sürdüren, soyadı kanunuyla kendine aldığı “Bükülmez” soyadına layık, iki ayağı üzerinde kalabilmeye adanmış bir yaşam mücadelesi, bir emekçi kadın şairdi o…
Mübadil Tütün İşçisi Kadınlar…
Yaşar Nezihe’nin de muhatabı olduğu yoksulluk ve yoksunluk koşulları, genç Cumhuriyet rejiminin yöneldiği kapitalistleşme güzergâhının kaçınılmaz sonucu olarak, bir avuç türedi burjuva “vur patlasın, çal oynasın” bir “lüküs hayat” sürerken, nüfusun büyük kısmını pençesine almıştı. Dış pazarı, sömürgeleri olmayan genç burjuvazi, sermaye birikimini ancak yoğun emek sömürüsüyle gerçekleştirebilecekti; Takrir-i sükûn ve buna dayanılarak girişilen baskıların desteğiyle ücretler açlık sınırının altında seyrederken, fiyatlar dizginlerinden boşanmıştı. Kontrolsüz hayat pahalılığı karşısında işçi ve köylülerin Kızılay, Himaye-i Etfal gibi hayır kurumlarından başka sığınağı kalmamıştı.
1930 tarihli gazeteler, Cibali’de çalışan bir kadın tütün işçisinin eline ayda 25-30 lira geçtiğini yazmaktadır. Aynı günlerde Ticaret Odası endeksi, bir ailenin savaş öncesi 11 lira olan aylık giderlerinin, 145 liraya fırladığını göstermektedir.
Örneğin Bursa’da kadın ipek büküm amelelerinin gündeliği 40-50 kuruş arasında seyrederken, bir ekmeğin fiyatı 12 kuruştur.
“Nazlı” genç burjuvaziyi teşvik kredileri, vergi muafiyetleri, gümrük duvarları, grev-sendika yasakları ile besleyen iktidar, konu işçiler-emekçiler olduğunda, alabildiğine nekesleşmektedir. Bu nedenledir ki, ucuz ve uysal emek deposu olarak görülen kadınlar yığınlarla sınaî üretime çekilirken, çocukları ya bir avuç “hamiyetperver” derneğin inayetine ya da doğrudan sokağa emanet edilmektedir. Böylelikle, örneğin 1932 yılında doğan çocukların yüzde 44’ü, daha altı yaşına varmadan ölmüştür. Köylülerde bu oran, yüzde 50’nin üzerinde seyretmektedir. Ülkede bir tane çocuk hastanesi vardır ve yatak sayısı 40’tır!
Böylesi bir tabloda, emekçiler seslerini yükseltmiyorlar mıydı hiç? Olur mu öyle şey? Tüm baskılara, tevkifatlara rağmen, emekçiler itirazlarını ortaya koyuyorlardı. Kadın emekçiler de…
Emekçiler arasında en örgütlü ve direngen kesim, Drama’dan, Kavala’dan, İskeçe’den, İskilip’ten mübadeleyle getirilip çoğu İstanbul’a yerleştirilmiş tütün işçileriydi. Örgütlülükleri, mücadelecilikleri atadan geliyordu; Ana-babaları 1908’de yabancı kumpanyalara karşı antiemperyalist grev ve direnişlerde pişmiş, babaları seferberliğe katılıp savaşmıştı. İşe yerleştirildikleri Ortaköy, Cibali, Kasımpaşa (ve İzmir ve Bursa) tütün fabrikalarında kendilerine sunulan sefalet koşullarına boyun eğmeyeceklerini kısa sürede ortaya koydular. Çok ağır bedeller ödemeyi göze alarak[7], TKP’li oldular, bildiriler dağıttılar, örgütlenme çalışmaları yürüttüler, ajitasyon-propaganda çalışmalarını sürdürdüler, grevler örgütlediler…
Örneğin tütün amelesi Emine ve Şaziye… 1936 Ocağında kocalarıyla birlikte tutuklandılar. Emine ve kocası (Şoför) İdris, Şaziye ve Kocası Abbas. Sansaryan’da gördükleri işkenceden sonra ne Emine ne de Şaziye sağlığına kavuşamayacaktır. Emine 1939’da yitirir yaşamını.
Onların mücadele geleneğini diğerleri omuzlayarak onyıllar boyu taşırlar… Mediha (Özçelik), Zeliha (Okyalaz), Zehra (Kosova)…
Hele ki Zehra Kosova… 1995 8 Mart’ında DİSK’ten aldığı Kadın Emek Ödülü’yle simge bir isim hâline gelen Zehra Kosova, çekirdekten yetişme bir tütün emekçisi, yaşamını mücadeleye adamış bir komünisttir: “Hayat bizim için her zaman acımasızdı, ayrılıklar, yokluklar ve yoksulluklar başkasına değil sanki hep bize düşüyordu. Ama yine direnecektim. Eşim askerde, çocuğum kucağımda ve inandığım bir dava var önümde… Ama yine de mücadeleme devam etmeye söz veriyorum.”[8]
Mücadelesi hem ekmek, hem işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi, hem de siyasal “topyekûn kurtuluş” mücadelesidir. “İlkokul mezunu olarak başladığı işçilik hayatına içerisinde aktif olarak bulunduğu sendika faaliyetleri ile devam etmiş, tütün işçileri arasında örgütlenme çalışmalarında her zaman ön sıralarda yer almış, çeşitli dayanışma eylemleri ve iş bırakmalara öncülük etmiş, Türkiye Komünist Partisi’nde yıllarca görev yapmış, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nde de bulunmuş, birçok kez tutuklanmış, işkenceler görmüş bir işçiydi.
Çalıştığı yerlerde tanıştığı arkadaşları vasıtasıyla TKP (Türkiye Komünist Partisi) ile tanışır ve 1934’te parti tarafından Moskova’daki Doğu Halkları Emekçi Üniversitesi’ne (KUTV) gönderilir. Burada tanıştığı Mustafa İskender ile 8 Mart’ta evlenir.
Zehra, 1937 Nisan sonlarında arkasında bir daha göremeyeceği kızı Ayten’i bırakarak Türkiye’ye geri döner. Ayten içinde hep bir sızı olarak kalacaktır.
Türkiye’de eşiyle birlikte önce Samsun ve Bafra’da tütün işçileri arasında örgütlenme çalışmalarını yürüten Zehra, daha sonra İstanbul’a döner ve sendikal mücadeleyi yönlendiren öncü kadınlardan biri olur.
Tütüncüler Sendikası’nın kuruluşu ile birlikte Zehra, Türkiye’nin ilk kadın sendika yöneticisi olur.
1946 Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, 1951 TKP ve 1957 Vatan Partisi davalarıyla ilgili tutuklanır. Yargılamanın ardından ise beraat eder. ”[9]
Emine, Şaziye ve Zehra’nın mücadelesine 30’lu, 40’lı yıllar boyunca yüzlerce işçi kadının mücadelesi katılır. 1927 Eylülü Adana-Nusaybin demiryolu hattı grevinde grev kırıcılarının sürdüğü trenin önüne yatan, jandarma kurşunlarına hedef olan direnişçi kadınlar… 1930 Ağustosu’nda “tahrikçi” beyanname ve gazete basıp dağıtmaktan yakalanan Hatice, Fatma ve Mesrure hanımlar… 1930-40 arasında üç kere yargılanıp her seferinde hüküm giyen Münire hanım… 1930’da tutuklanıp bir yıla mahkûm olan 17 yaşındaki Çamlıca Kız Lisesi öğrencisi Nihal… 1932’de tahrikattan tutuklanan Melahat, Makbule ve Melek hanımlar…1933’de duvarlara “muzır beyanname” yapıştırmaktan götürülen Hayriye hanım…
Ama 1930-40’lı yılların iki mücadeleci kadınını özellikle zikretmek gerek: Hem kadın kurtuluş mücadelesinin, hem de düşünce ve ifade özgürlüğünün yılmaz iki savaşçısı Sabiha Sertel ve Suat Derviş…
Sabiha Sertel
Sabiha Sertel, 1895 Selanik doğumludur. Balkan Savaşı ardından ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi, burada gazeteci-yazar Zekeriya Sertel ile evlendi. Toplumsal bilinci, denilebilir ki işgal altındaki İstanbul’da biçimlenmişti; daha 1919’da Zekeriya Sertel ile birlikte yayınladıkları Büyük Mecmua’da bir yandan işgale ve mandacılığa karşı çıkıyor, bir yandan da kadınların özgürlüğünü savunuyordu. Ancak yaptıkları sadece gazetecilik değildi; ulusal kurtuluşu destekleyecek yönde hücre faaliyetlerinde bulunmaktaydılar.
İşgal güçleri baskılarını arttırınca karı-koca yüksek öğrenimlerini tamamlamak üzere ABD’ye gittiler. Ve burada Marksizm’le tanıştılar. O andan itibaren “sınıf” pusulasını ellerinden bırakmayacaklardı.
1923’de ülkeye dönerler. İki çocuklarıyla birlikte… Ankara’da kısa süreli bir memuriyetin ardından, İstanbul’a atacaklardır kapağı. Sabiha Sertel, eşinin Yunus Nadi ile birlikte çıkardığı Cumhuriyet gazetesinde bir köşe sahibi oldu. Ve kadınların iktisadi, siyasal, toplumsal ve cinsel bağımsızlığına dair son derece çarpıcı yazılar kaleme aldı. Ardından, Serteller Cumhuriyet tarihinin belki de en tutarlı muhalif basın girişimini başlattılar: Resimli Ay dergisi her türlü baskıya, toplatma kararlarına, sansüre, gözaltı ve tutuklamalara karşın 1924-1931 yılları arasında sürdürecektir yayın yaşamını. Ve sayfalarını dönemin “lanetli”lerine açar boydan boya: Nazım Hikmet, Sabahaddin Ali, Suat Derviş, Vâlâ Nureddin, Sadri Ethem… 1925’de Şeyh Sait ayaklanması bahane edilerek girişilen “gazeteci avi”ndan Zekeriya Sertel de nasibini alacak, Sabiha Sertel, kendi tabiriyle “Bab-ı âlî kurtları” arasında bir buçuk yıl boyunca tek başına çıkartacaktır dergiyi. Hemen her sayı için savcılığa ifade vererek…
Ancak kızılca kıyamet, Sabiha Sertel’in bir Amerikan dergisinden çevirerek yayınladığı “Liderin Psikolojisi: Savulun Geliyorum” başlıklı yazıyla koptu. Savcılık yazıdan “diktatörlük” telmihi kapmıştı: Sertel bu kez “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla çıktı yargıç karşısına. Savcı, 20 yıl hapsini istiyordu, yargıç 2 ayla yetindi…
Resimli Ay’ın kapanmasından sonra bir süre çeviriyle uğraşan Sabiha Sertel, eşinin Tan gazetesini alması üzerine yeniden gündelik yazılara başladı. Hemen her yazısından sonra savcıya ifade vermeyi sürdürerek…
İkinci Dünya Savaşı günleri ülkenin emekçileri için de muhalifler için de zorlu günlerdi. Hükümet İngiltere ile Almanya arasında gidip gelir, savaş simsarları karaborsadan vurgunlarını katlarken, savaşın yükü emekçi kesimlere yıkılmıştı. Yarım milyonun üzerinde genç silah altına alınmış, iş günü 12 saate çıkartılmış, bütün sendikalar, işçi örgütleri kapatılmış, grevler yasaklanmıştı. Tan, Gün, Yeni Dünya, 24 Saat gibi gazetelerin çevresinde toplanan antifaşist, sosyalist kalemler, Sabiha Sertel, Sabahattin Ali, Esat Adil Müstecaplı, Faris Erkmen, Suat Derviş, Behice Boran, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav gibileri, savaşın ortalarında iyice Almanlardan yana dönen siyasal iklime karşı mücadele veriyor, bir yandan da sosyalist hareketin sorunlarını tartışıyorlardı.
Hükümetin buna tahammülü yoktu. Tanin’den Hüseyin Cahit’in kışkırttığı Turancı, Pantürkist güruh, iktidarın ve güvenlik güçlerinin koruyucu kanatları altında 4 Aralık 1945’de Tan ve Yeni Dünya gazetelerini basarak makineleri kırdılar, mürettiphaneyi dağıttılar, kağıt bobinlerini sokaklarda yuvarladılar…
Tan matbaası baskınından kim yargılandı, dersiniz? Doğru tahmin ettiniz, Sabiha ve Zekeriya Sertel hakkında 1946’da gazetede yayınlanan yazılarla ilgili dava açıldı, Sertel’ler tutuklanıp cezaevine konuldular. Haklarındaki ceza temyizde bozulunca serbest kaldılarsa da, ülkede yapabilecekleri bir şey kalmamıştı. Yurtdışına çıktılar. En kısa zamanda dönebilmek umuduyla. Ama bu, en azından Sabiha Sertel için mümkün olmadı. 1968 Eylül’ünde Bakû’de sürgünde hayata gözlerini yumdu.
Suat Derviş
Bu ülkenin sosyalist kadınlarının tarihini anarken Suat Derviş’i es geçmek olur mu? Küçücük gövdesi, iri gözleri, kıvılcımlı zekâsı, olanca tezcanlılığı, gözüpekliğiyle sosyalist kadın yazar.
Parisli modacılara parmak ısırtan giysileri, sevecenliği, rahatlığı, içtenliği, dikbaşlılığı… kısacası kendine özgü olan her şeyiyle en yakın çevresi tarafından dahi sindirilemeyen… Ama “elâlem ne der?” kaygısını hep kendinden uzak tutmuş…
Romanları Macarca, Sırpça, İspanyolca, İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, Çince… velhasıl yedi düvelin diline çevrilip, da çoğu kendi ülkesinde ancak yakın zaman önce yayınlanabilen. Türkiye’den önce yayınlandığı Fransa’da Ivo Andriç’in Drina Köprüsü’nden daha başarılı bulunan. 1930’ların acar gazetecisi, 1940’ların gözükara antifaşisti…
Suat Derviş 1905’de Çamlıca’da bir eski konakta geldi dünyaya. Babası operatör Dr. İsmail Derviş, annesi Abdülaziz’in mızıka-i hümayûn şefi Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım’dı. Okuma yazmayı daha okula gitmeden, kendi kendine söktü ve o andan itibaren tam bir kitap kurdu oldu.
Dik başlıydı… Zorla giydirdikleri çarşafı, fes giyilmesini yasaklayan kararnamenin yayınlandığı gün fırlatıp attı.
Ama öncülüğü çarşafla sınırlı değildi. Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk Türkiyeli kadın gazetecidir örneğin. Romanı Fransızca yayınlanan ilk yazardır ya da. Bab-ı âlî’nin ilk basın mensupları sendikasını Neriman Hikmet’le birlikte o kurmuştur. İkinci Dünya Savaşı ortalarında, Türk siyasi hayatının Nazizm’e meyletmesine karşı bayrak açan ilk gazetecilerdir, Sabiha Sertel ile birlikte…
Ekmeğini kalemiyle kazanmaya 1927’de ailesiyle birlikte göçüp, babasını yitirdiği 1932 yılına dek yaşadığı Berlin’de başlayacaktır.
Yurda döndüğünde aynı mesleği devam ettirecektir: kalem erbabı. Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde, okurları kadın konusundaki sosyalist fikirlerle tanıştıracak olan, odur:
“Demek istiyorum ki kadının bugünkü vaziyeti tabiat kanunundan doğma değildir. Bir takım dini telakkilerin, terbiyenin ve iktisadi şartların neticesidir. Esasen cemiyetin temeli kadın değil midir? Evet, kadın; yani ana! Beşeriyetin iptidai devrelerinde ‘kütlelerin izdivacı’ tesmiye edilen ilk kadın ve erkek rabıtaları devrinde çocukların babası bilinmezdi. Fakat ilk çocuğun bile bir annesi vardı. Tabiat baba denilen mesul bir şahıs tanımazdı, yavrularını annesine yüklerdi. İlk içtimai varlık anne ile çocuktur. Cemiyet bu çekirdeğin etrafında toplanmıştır. Baba cemiyetin tekâmülünden sonra gelir. İlk devirlerin babası ailenin reisi değildir. Reis anne idi. O vakitler kadın çarşıda pazarda ticaret eder, erkek evde iplik büker, yemek pişirirdi. Bu içtimai fonksiyon ayrılıkları hiçbir şeye delalet etmez. Kadın beyninin teşekkülü erkeğin beyninden farklı değildir. (…) Kadının erkek hâkimiyetine girmesi zekâsının dünya işleriyle uğraşması karşısındaki aczinden değildir. Bu yumruk esaretini şüphesiz ki sonradan iktisadi bir esaret takip etmiştir. ‘Pederşahi’ aile devresi muhakkak ki kadının hâkimiyeti devresinden çok daha uzun sürmüştür. Bu yüzden kanun, örf, adet, anane, ahlak telakkileri hep erkek lehine kurulmuştur.” (Cumhuriyet, Mart 1933)
Dört kez evlenir: İlk eşi güreşçi Seyfi Cenap Bey, ikincisi gazeteci İzzet Sedes. Bu evlilikleri Almanya’ya gitmesinden önce yaşanmış ve bitmiştir. Üçüncü evliliğini yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ile gerçekleştirir… Ve dördüncüsü, belki de bütün bu kırık hikâyelerini temize çektiği, TKP genel sekreteri Reşat Fuat Baraner ile…
Suat Derviş’le Reşat Fuat’in 1940’da başlayan evliliği, Reşat Fuat’in yaşamını yitirdiği 1968’e dek sürecektir… Aranmalarla, gizlenmelerle, yargılanmalarla, mahpusluklarla, sürgünlerle birlikte…
Reşat Fuat’la evliliği, bu ele avuca sığmaz, isyancı kadını Bab-ı Alî’de iyiden iyiye “sakıncalı” hâle getirecektir. Ama yılmaz, müstear isimle yazmaya koyulur. Onlarca, yüzlerce makale. Durum öyle bir raddeye gelir ki, yazarlar Suat Derviş’ten yazı satın alıp kendi imzalarıyla yayınlarlar.
Ama imzalı yazıları, eşi Reşat Fuat’la birlikte çıkardıkları Yeni Edebiyat’ta hâlâ yayınlanmaktadır. Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attila İlhan, Orhan Kemal ve daha nice imzayla birlikte… Ancak 26 sayı yayınlanıp, sıkıyönetim kararıyla kapatılacak dergi, sosyalist edebiyatın köşe taşıdır…
Türkiye sosyalist hareketinin tarihi bir bakıma kesintisiz bir tevkifatlar tarihidir: 27, 30, 31, 32, 35, 39, 40, 46, 51-52… Komünistler birbirlerini, kolej mezunları gibi tevkifata uğradıkları yıllardan tanırlar. Suat Derviş 44’lüdür, Reşat Fuat ise mükerrer.
Sekiz aylık cezasını tamamladıktan sonra, sevgilisi, eşi Reşat Fuat’ı “içeride” bırakıp, hayatı giderek çekilmezleştiği ülkesinden ayrılarak Paris’e göçer ve yazarlık çalışmalarını orada sürdürür. Memlekete eşinin tahliyesiyle1961’de dönecek, yaşamını kalemle yaşamayı sürdürecektir. Reşat Fuat’ı yitirdikten sonra da…
Ve kavgadan bir an olsun ayrılmaz. Nisan 1970’de Türkiye Devrimci Kadınlar Derneği’nin kurucularından biri olur. Neriman Hikmet, Zehra Kosova, Mediha Özçelik ve Taylan Özgür’ün annesi Necla Özgür ile birlikte… Kuruluş toplantısında “TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi” olarak tanıtılınca isyan edip haykıracaktır: “Ben yazar Suat Derviş’im, kimsenin karısı olarak yâd edilemem!”[10]
68 ve izleyen kesit, ülkenin çalkantılı yıllarıdır. Dönemin devrimci gençlerine, yaşı ileri, yüreği genç Suat Derviş’in kapısı hep açıktır. Yoksulluğunu, ekmeğini paylaşır onlarla. Bu nedenle evini basan polislere kafa tutarak, başı dimdik gider nezarethaneye…
23 Temmuz 1972’de yaşamını yitirdiğinde, sofrasını paylaştığı devrimci gençlerden sağ kalan, içeride olmayan, aranmayan birkaçı uğurlayacaktır onu son yolculuğuna…
* * *
Notlar burada kesiliyor… Sanırım gerisi kayıp, çünkü etkinlikte diğerlerini de anmıştık. Behice Boran’ı… Donanma davasından yargılanıp 10 yılını cezaevinde geçiren Vatan Partili Fatma Nudiye Yalçı’yı… 1940’ların ikinci yarısında Sabiha Sertel ve Suat Derviş ile birlikte bir kadın örgütlenmesi için çalışan tıbbiye öğrencileri Sevim Tarı (Belli) ve Tevhide Bozoklu ile Adalet Hanım’ı… 1950’li, 60’lı yılların gözüpek militanı, 1980’de faşistlerce katledilen Doktor Sevinç Özgüner’i… TİP senatörü Fatma Hikmet İşmen’i… 68’in devrimci gençleri Gülay Ünüvar, Hatice Alankkuş, Meral Yakar’ı…
Ne mutlu ki bu öykü, etkinliğin bittiği yerde kesilmiyor. Tam tersine, yıllar geçtikçe artan sayıda devrimci kadın kendi renkleri, talepleri ve iddialarıyla harekete katıldılar. Bugün devrimci erkeklerin eşleri, sevgilileri, kardeşleri olarak değil, kendileri olarak, kendi adlarına bu toprakların en heyecan verici, en zorlu, en onurlu geleneklerinden birini üstlendiler… Kürt coğrafyasında, varoşlarda, atölyelerde, fabrikalarda, sokaklarda, meydanlarda, barikatlarda efendilere ve bekçilerine zehir ediyorlar hayatı. Şiarları mı? Gayet basit:
“Bizsiz bir sosyalizm mi? Asla!”
20 Nisan 2021 19:58:14, İstanbul.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Aclan Sayılgan (1968), Solun 94 Yılı.
Attila İlhan (1988), O Karanlıkta Biz, Bilgi Yayınevi.
Ali Ergin Güran (haz.) (1975). Aydınlık, Fevkalade Amele Nüshaları, Katkı Yayınları.
Atila Türk (haz.) (1976). Aydınlık, Fevkalade Gençlik Nüshası. Odak Yayınları.
Fatma Hikmet İşmen (1976), Parlamento’da 9 Yıl
Fethi Tevetoğlu (1967), Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler (1910-1960).
Kerim Sadi (A. Cerrahoğlu) (1975), Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı. Katkı Yayınları.
Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayınevi.
- (1982) Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler, Belge Yayınları
Sabiha Zekeriya Sertel (1978), Roman Gibi. Cem Yayınevi.
Tarih ve Toplum Arşivi (Fahri Aral’ın yardımlarıyla)
Cumhuriyet Gazetesi arşivi
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:238, Mayıs 2021…
[1] Nâzım Hikmet.
[2] Ne yazık ki yazıya geçirmek üzere toplanmadıkları için notların kaynakları yok. Bu nedenle yazının sonuna genel bir kaynakça vermekle yetiniyorum.
[3] Aynı sorguda, toplantıya katılmakla suçlanan Şeyh Servet Efendi’nin sözleriyse daha da ağır: “Ertesi gün Ziynetullah Bey’in evinde toplandık. Fakat hakikaten benim de müteessir olduğum bir hâl karşısında kaldık. Evde her ne kadar mütesettire (tesettürlü, b.n.) olsalar da müzakere esnasında İslâm hanımlarının bulunması münasip değildi. Çünkü muhitimizin an’anelerine muhalif ve suistimale çok müsait bir hâldi.” Şeyh Efendi bu hâli yadırgamakla birlikte “taassuba hamledilmemesi” için sesini çıkarmadığını söylüyor…
[4] https://kizilbayrak48.net/ana-sayfa/degerlendirmeler/kadin/gun-dogumuna-erismek-icin-geceyi-asmak-gerekir
[5] https://kizilbayrak48.net/ana-sayfa/degerlendirmeler/kadin/turkiyede-kadinlik-hareketi-hakkinda
[6] yag.
[7] 1930’lu yıllar boyunca gazetelerde şu tip haberlere rastlamak sıradandı: “Bün 34 kişi daha tevkif edildi. 1 Ağustos’ta şehirde bildiri yapıştırma girişiminde bulunan komünistler hakkındaki soruşturmaya devam edilmektedir. Polis müdüriyetince dün de 34 kişi maznunen (zan üzerine) tevkif edilmiştir. Sanıklar arasında tütün işçilerinden beş kadın da vardır. Yakalananların hepsi Türkdür.” (Cumhuriyet, 11 Ağustos 1930) ya da, “Komünistlerin merkezi bulundu/ Teşkilatın şümullü olup olmadığı tetkik ediliyor. Hükümet konağı civarında berber Osman’ın dükkânında yapılan aramalar sonucu, Osman’la birlikte eniştesi modacı Kerem, Sanatlar Mektebi’nden Mustafa, terzi Şükrü, tornacı Mustafa ve İbrahim ile İbrahim’in zevcesi Melahat, kardeşi Makbule ve annesi Melek hanımlar tutuklandı, tütün amelesinden bazı kadınlar sorgulandıktan sonra serbest bırakıldı. Evlerinde yapılan araştırma sonucu Türkiye’de tahrikat yapan komünist şebekesinin merkezi ortaya çıkmıştır.” (Cumhuriyet, 16 Şubat 1932)
[8] Tuğba Özer, “Tütüne ve mücadeleye verilen bir hayat: Zehra Kosova”. Cumhuriyet, 17 Ağustos 2019, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/tutune-ve-mucadeleye-verilen-bir-hayat-zehra-kosova-1537459.
[9] a.y.
[10] Burak Albayrak, “Unutturulan Kadın Suat Derviş”, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2017/07/23/unutturulan-kadin-suat-dervis