Sabahları insanlara -yazılı da olsa- “Günaydın” diyebilmek güzel.
Ama gel gör ki insanlar o sözü bile tam yazamayacak kadar bıkkınlar.
“Günaydın ey insanlık!”
“Gnydn! (Yorgun bir sarı cücük)”
“Nasılsın?”
“Sabah uyandım (Gülümseyen sarı bir cücük), of yine yağm. (Asık suratlı bir sarı cücük)”
Şimdi insanlar böyle yazıyor, böyle yazışıyor, böyle sarı cücüklü yazıları okuyorlar.
En önemli günlük iletişim aracı ya Facebook, ya Twitter.
İki satır yazıyorsun, karşıdaki yüz sayfalık roman okumuş gibi doyuyor.
Üstelik kullanılan dil de bir acayip.
O acayip dili e-maillerinde bile kullanıyorlar.
“Slm. Nas..Öp. Ok…”
Sonra bir araba sarı cücük.
O cücüklerle ilk karşılaştığımda “Bunlar ne” diye sormuştum, “İsmayli” diye yazmıştı arkadaş. “Smayl” diye de düzeltmişti.
Gülüyorsa gülümseyen bir cücük resmi, üzüntülüyse ağlayan cücük, kızgınsa asık suratlı cücük…
Kelimeye, tümceye ne gerek var.
Cücükler anlatıyorlar her şeyi.
İnsanlar güldüklerini belirtmek için “Hah, ha, ha..” yada “Güldüm” yazmaktan bile acizler. Gönder gülen bir cücük olsun bitsin.
Sonra “Chat” yani “Çatlaşma” giriyor araya.
“Mrb.”
“Selam, bu ‘Mrb’ ne oluyor?”
“Merhaba!”
“Peki o Mrb.nın yanındaki sarı cücük ne oluyor?”
“Sana gülümsüyor.”
Sen bir araba yazı yazıyorsun, karşıdan yanıt olarak sarı bir cücük geliyor.
Haydi telefondan vazgeçtik, insanlar klavye tuşlarına aşık olduktan sonra konuşmayı unuttular, ama o klavyeleri de tam kullanmıyorlar. Neden?
Zamanları yok.
Aynı anda beş-on kişi ile “Çatlaşıyorsa” nasıl yetiştirsin sana tam cümleyi.
“En son okuduğun kitap hangisi?”
“Kitap mı? Pek zmnm olmuyor.”
“Tuvalette oku, ayda bir kitap bitirirsin!”
“Amn, sen de, o kokunun içinde.. (Yüzünü buruşturmuş bir cücük.)”
Niye okusun insanlar?
Aç interneti, iki tıkla, her şey önünde. Bak özete, geç. Konu anlaşılmıştır!
Satır aralarındaki gizi aramak eskide kaldı efendiler, hanımlar.
Günümüz “Cücük” dünyası.
Cep, çanta, popo telefonlarını hiç saymayın. Onlar her yerde ansızın çalabiliyorlar.
“Tuvaletteyim…kabız olmuşum!”
Ben teknik konusunda ilkel kalmış bir yaratığım. Hiç istemedim ama istesem de kimseye cücük falan gönderemiyorum. Kısa ve öz yazılar da yazamıyorum zaten, dilim de elim de geveze.
Aha yine yazıyorum. Bu da gökteki ayın güzelliğini unutup, bilgisayar başında sabahlayan tüm cücük hayranlarına gelsin!
„Dolunay
Belediye otobüsü şoförü Harun evden içeri girer girmez, “Haticeee” diye bağırdı, “Hatice, neredesin, gel hele, gel de şu güzelliğe bak!”
Saçları bigudili, yanakları silme kremli, bornozlu Hatice sol elinin işaret parmağının tırnağını ojeleyerek belirdi banyonun kapısında ve tersin tersi bir sesle, “Neye bağırıyorsun akşamın darında” diye çıkıştı Harun’a.
Harun, Hatice’nin sağ koluna yapıştı, “Gel, hele gel, bak şu pencereden” diyerek onu oturma odasına doğru çekti. Aynı anda çığlığı yetiştirdi Hatice:
“Ayyy, ne yaptın, ojeleriiimmm!”
“Hay ben senin ojelerinin” diye homurdandı içinden Harun, ama Hatice’yi çekmeye devam etti.
“Bırak kolumu ayol, delirdin mi sen? Hem neden ayakkabılarını çıkarmadın?”
“Çıkarmadım, çünkü seni dışarıya çıkaracağım.”
“Ne varmış dışarıda akşam akşam?”
“Akşam olduğu için var zaten” dedi Harun.
“Delirtme adamı Harun, kolumu çekmeyi de bırak” diyerek kendini geri çekti Hatice, banyonun kapısına dayandı, “Ne varmış dışarıda” diye sordu.
“Ay” dedi Harun, “Ama ne ay. Böylesini gördüysen ellerimi yerim.”
“Ne olmuş aya” diye homurdandı Hatice.
“Dolunay, ama ne dolunay. Ben diyeyim futbol sahası kadar, sen de bizim mahallenin hepsi. Yusyuvarlak, bembeyaz, ışıl ışıl.”
“Hepsi hepsi ay değil mi” dedi Hatice, “Sanki hiç dolunay görmedin? Varsa var, ne yapayım? Tırnaklarımı ojelemem gerek.”
“Ojele, ama acele et, bu akşam mutlaka çıkmalıyız dışarıya.”
“Ne varmış dışarıda?”
“Ay var dedim ya. Seni taksiye bindireceğim, yürütürsem kör olayım, Çamlıca’ya de oraya, Bebek’e de oraya, Hisarlara de oraya götürmezsem adiyim.”
“Ne yapacağız oralarda” dedi Hatice bezgin bir sesle.
“Aya bakacağız, içeceğiz..!”
“Benim içki içmediğimi bilmiyormuş gibi bir de ceğiz diyorsun. İçeceksin, ay da bahanesi oluyor. İçeceksin, sonra da sabaha kadar senin zırvalarını ben dinleyeceğim.”
“Tamam ulan içmeyeceğim…”
“Bana ulan deme hakkını ne zaman elde ettin” diye bağırdı Hatice.
“Özür dilerim sevgilim, ama ne olur, gel çıkalım dışarıya.”
“O dediğin yerleri de en az otuz kırk kere gördün!”
“Ben senin her yerini de bin kez gördüm ama her defa başka olmuyor mu Hatice” diye inledi Harun.
“Ne demek istiyorsun şimdi?”
“Yok güzelim, yok ruhum, bir şey demek istediğim yok, ama gel çıkalım…”
“Be adam dışarıdan yeni geldin. Otur evinde.”
“Ne dışarısı be güzelim? Sabahtan akşama aynı otobüsün içi, aynı duraklar, inenler binenler bile neredeyse aynı.”
“Dışarıdaki ay da aynı” dedi Hatice.
“İyi de çıksan ne kaybedersin?”
“Saçlarım tamam değil bu bir, tırnak ojelerimi bozdun onları düzeltmem gerek bu iki, ağda yapacağım bu üç…”
“Sen bunları tamamlayıncaya kadar da sabah olacak bu da dört” dedi Harun memeden uzaklaştırılan bir çocuğun üzgün sesiyle. “Bir kere be, bir kere olsun seninle bir yere gidemeyecek miyim?”
“Nereye gidelim dedin de gitmedim adam” diye çıkıştı Hatice.
“Nereye gittin ulan” diye bağırdı Harun. “Ananın evine gitmenin ötesinde nereye gittik seninle? Yağmur yağar, mevsim yazdır, gel biraz ıslatalım kendimizi derim, manyak ilan edesin, kar yağar, gel üstüne uzanıp fotoğraf çekelim derim, çocuk muyum ben diye karşı çıkarsın, sonbahar olur gel şu sarı yaprakların üzerine uzanalım derim, börtü böcek sarar her yanımı diye mızıldanırsın, bahar olur bir kelebeğin ardında koşmazsın, gel sinemaya, tiyatroya gidelim derim…”
“Aaa, gitmedik mi yani, gitmedik mi sinemaya, hem neydi adı, üç kahramanlar mı, yok üç silahşörler mi nedir diye saçma bir filme götürmemiş miydin beni. Bir aşk filmi olsa neyse…”
“Be kadın o dediğin on yıl önceydi…On yıldır bir yere çıkmadık. Sabah gidip akşam geliyorum, üç söz konuşalım diyorum televizyon seyrediyorum rahatsız etme diyorsun. Televizyon bitiyor bilgisayar başlıyor, al sana iki saat onunla bununla çatlaşmak! Ulan iki söz be iki söz konuşamıyoruz. Telefonla, o kadınla saatlerce konuşuyorsun; yavrum, güzelim evleri iki adım ötemizde kalk gidelim bir çaylarını içeriz siz de eni boyu konuşursunuz diyorum, kıçın yerden kalkmıyor, telefon faturaları da bana geliyor. ”
“Terbiyesizleşme Harun, şimdi de masraflar mı geliyor gündeme.”
“Geliyor ya. Her hafta ayrı oje. Her hafta aseton, tırnak temizlik malzemesi, saç boyaları, pudralar, kremler, kokular, her çıkan yeni ağda çeşidi evde…internet, sky, anasının dini! Kim ödüyor bunların parasını? Git kendine bir iş bul diyorum, meşgul olursun, evden çıkmış olursun, kendine güvenin artar diyorum…”
“Bakamayacaktın evlenmeseydin. Ben babamın evinde sanki böyle değil miydim?”
“Tamam, böyleydin, ama… Yav iki söz konuşamıyoruz, öpmeye kalksam rujun, okşamaya kalksam saçın bozuluyor. Gel yatalım diyorum, geçen hafta yatmamış mıydık diyorsun, ikide bir başın ağrıyor, ama sabaha kadar hayaletlerle çatlaşıyorsun. Gel bir çocuk yapalım diyorum, genç ömrünü çocuk bakımıyla harcayamayacağını söylüyorsun. İnsanlar gençken çocuk yaparlar, birkaç yıl sonra nah yaparsın o çocuğu. İkimizin de yaşı kırkı geçti, sen hala gençlik türküsü söylüyorsun…”
“Genç değilim öyle mi, demek onun için ikide bir fazla mesai ayağına eve geç geliyorsun. Hangi genç şırfıntıyla kırıştırdığını bilmiyorum sanma.”
“Kimseyle kırıştırmadım ulan, ama böyle giderse…”
“Ne olurmuş böyle giderse?”
…
Hatice yaşlılıktan artık yerinden kalkamayan annesinin dizlerine kapanmış ağlıyor, “Beni neden boşadı, gül gibi geçinip giderken bu adama ne oldu” diye sızlanıyordu.
“Ay” dedi annesi, “Besbelli dolunay tuttu adamı.”