„Tarih tekerrürden ibarettir.“ sözündeki mutlak çıkarımı kaderci bir anlayışa yol açtığı için doğru bulmuyorum. Ama ben bunu doğru bulsam da bulmasam da birtakım tarihsel olaylar farklı koşullarda, farklı isimler altında, farklı coğrafyalarda tekrar edip duruyor. Bunu görmezden gelmek de mümkün değil.
Peki tarih neden tekerrür ediyor?
Bu sorunun cevabı ezberimizde hazır: „Çünkü tarihten öğrenmeyi bilmiyoruz?“
Ezberlediğimiz bu cevabın karşısına iki soru daha koyalım:
1) Tarihten neden öğrenemiyoruz?
2) Tarihten nasıl öğrenebiliriz?
Yukardaki soruları cevaplamaya kalkarsak, birinci sorunun birden fazla cevabı olduğunu tespit etmek güç olmaz. Ancak bu nedenlerin en başında devlet kurumlarının tarihe taraflı yaklaşması ve bilimsel tarih yazımını engellemesi gelmekte.
Resmi ideolojinin aslolan tarihi inkar ettiği, kurmacaya dayalı bir kahramanlık tarihi yazdığı, ve yazdığı bu tarihi -başta öğretim kurumları olmak üzere- hayatın her alanında zorla ezberlettiği aklı başında herkesin farkedebileceği bir gerçek. Tabi buna bağlı olarak, politik durum karşısında kendini var etmeye ve geliştirmeye çalışan alternatif tarih yazımının zorlukları da ortada. Bu zorluklarla baş edebilmek için alternatif tarih yazımının mutlak nesnelliği merkezine koyması, yani toplumsal hafızanın ortaya koyduklarını doğru değerlendirip, eldeki yazılı belgeleri de güvenilirlik ve ispatlanabilirlik durumuna göre kategorize ettmesi şart.
İşte Nezahat Turan Gündoğan ve Kazım Gündoğan'ın kendi bölgeleri olan Dersim ve çevresinde yaptıkları sözlü tarih çalışması bu yanıyla alternatif-bilimsel-nesnel çalışma tarzına örnek olacak nitelikte.
Nezahat ve Kazım'ın 2014 yılından bugüne kadar yaptıkları çalışmaları şu şekilde sıralamak mümkün:
- Munzur Akmazsa (Belgesel Film-2004)
- İki Tutam Saç-Dersim'in Kayıp Kızları (Belgesel Film-2010)
- Hay Way Zaman (Belgesel Film-2013)
- Vank'ın Çocukları (Belgesel Film-2016)
- Dersim'in Kayıp Kızları-Tertele Çenequ (Kitap-2012)
- Keşişin Torunları- Dersimli Ermeniler 1 (Kitap-2016)
Bu yazıda disiplinlerarası etkileşimin somut örnekleri olması bakımından üç belgesel film çalışmasını ele alıp tarih ve yazınbilimsel açıdan değerlendirmeye çalışacağım.
Filmlerin içeriksel kurgusu:
İki Tutam Saç/Dersim'in Kayıp Kızları, Hay Way Zaman ve Vank'ın Çocukları adlı üç belgeselin içeriği, mekanı, anlatılan zaman dilimi ve anlatım zamanı aynı. Her üç filmde de 1938´de TC devletinin asimilasyon ve yok etmeye dayalı politikasının Dersim ve çevresinde nasıl uygulandığı hakkında bilgi ediniyoruz. Katliamla ilgili bilgilendirme sözü edilen anlatılan zaman dilimindeki birinci el belgelerle(gazete yazıları, yazışmalar, fotoğraf ve film arşivleri üzerinden) yapılırken, aynı zamanda dönemin mağduru olan tanıkların ifadeleriyle tamamlanarak sözlü tarih tekniği geliştiriliyor. Yazılı belgelerdeki dil kullanımı bile hakim olan devletin imha ve asimilasyona yönelik politikasını ele veriyor. Özellikle gazete haberlerinde bölge insanlarının devlet tarafından potansiyel suçlu olarak görüldüğü ve -sözde isyan ettikleri için- “cezalandırıldıkları” başlıklara yansıyor. Ancak o dönemin magdurlarından hayatta kalabilmeyi başaran tanıkların ifadeleri, bölgede bir isyan değil, etnik temizlik, yani soykırım yaşandığını açıkça ortaya koyuyor. Bu yazılı belgelerin bazıları özellikle Hay Way Zaman adlı filmde gazete küpürleri, fotoğraf ve film arşivleri olarak veriliyor. Aynı filmde o dönem katliamda görev almış askerlerin tanıklığı da meseleyi iki taraftan(Mağdur ve Suçlu) göstermesi bakımından önemli.
Mağdurların Tanıklık İfadeleri
1938´de(anlatılan zaman dilimi) çocuk yaştayken, belgesel çekimi sırasında(anlatım zamanı) yetmiş yaşının üzerinde olan kadınlar ailelerini nasıl kaybettiklerini, ailelerinden nasıl koparıldıklarını, kendi gözleriyle gördükleri katliamları ve hayatta kalabilmek için asimilasyona neden ve nasıl boyun eğdiklerini ya da direndiklerini anlatıyorlar.
İki Tutam Saç-Dersim'in Kayıp Kızları adlı belgeselde iki kız çocuğunun kayboluş hikayesi onların ailesinden geriye kalanların dilinden anlatılırken, Fatma İçin ve Huriye Aslan çocukken yaşadıkları travmaları hafızalarında kaldığı kadarıyla son derece gerçekçi ve özgün bir dille anlatıyorlar. Hay Way Zaman'daysa yine Türkleşmek ve Müslümanlaşmak zorunda kalan küçük bir kürt-alevi kızın -Emoş Gülver´in hikayesine tanık oluyoruz. Onun hikayesi de Huriye ve Fatma'nın yaşadıklarından çok farklı değil. Vank'ın Çocukları adlı son film ise tabu halinde saklanan başka bir gerçeği daha ortaya koyuyor; Dersim bölgesinde yüz yıllarca yerleşik hayat sürmüş olan Ermeniler'in varlığını... Filmde sonradan sürgüne gönderildiği Konya-Beyşehir´de „kürt kızı“ olarak bilinen Fatma Kiremitçi'nin gerçekte ermeni Aslıhan Kiremitçiyan olduğu kızı Zeynep tarafından tespit ediliyor. Yine filmin çekimi süresince Aslıhan Kiremitçiyan´ın her biri bir yere dağılmış olan ailesine akrabalarına ulaşılabiliyor.
Yönetmen Nezahat Turan Gündoğan'ın yaşananları kendi tarihsel koşulları ve gelişim süreci içerisinde ele alması, nesnelliğin içeriksel kurguya yansıması olarak değerlendirilebilir. Ayrıca filmlerin bugünkü politik literatürde „yüzleşme“, „hesaplaşma“, „gerçeklerin aydınlatılması“ olarak ifade edilen alternatif tarih yazımının hedeflerine de doğrudan hizmet ettiği söylenebilir.
Her üç filmde de tanıklığa dayalı anlatımların sözlü tarih çerçevesinde kayda geçirilmesi elbette çok önemli. Ancak söyleşilerde dikkat çeken ikinci bir unsur daha var, o da şu ki; katliamda hayatta kalabilen birinci kuşakla, -gerçeği öğrendikten sonra ondan büyük oranda etkilenen- ikinci kuşak arasındaki diyalog. Bana göre tarihsel ve toplumsal travmanın görünümlerinden biri olan bu diyalog aynı zamanda güncel toplum-psikolojisinin analiz edilmesi açısından da önemli bir role sahip. Sırf bu yanıyla bile olsa her üç belgeselin disiplinlerarası bir niteliği olduğundan sözedilebilir.
Kuşaklar arası diyalog
İki Tutam Saç-Dersim'in Kayıp Kızları adlı ilk filmde aynı aile içindeki kuşakların sorunsala belirli bir harmoni içinde yaklaştığına tanık oluyoruz. Bu harmoni Huriye Aslan ve Fatma İçin´in akrabalarıyla birlikte oturup eski günleri konuşmaları, şakalaşmaları, „arabaya doluşup hep birlikte“ Dersim´e gitmeleri şeklinde ekrana yansıyor. Dersim´e gidildiginde oradaki diğer köylülerin „bizim de kayıplarımız var.“ diyerek gelen misafirlere kendi kayıplarından bahsetmeleri yine bölgede yaşananların aile içinde ve aileler arasında sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarıldığını gösteriyor. Bu sahneleri toplumsal hafızanın dolayısıyla kuşaklar arası sözlü tarih aktarımının filme yansıması olarak yorumlamak mümkün.
İkinci film Hay Way Zaman'da kuşaklar arası diyalog daha farklı, belki biraz daha mesafeli ve mesafeli olduğu için de daha “acı” haliyle karşımıza çıkıyor. Emoş Gülver´in kızı birinci-temel anlatıcı olarak filmde -sadece sesiyle yer alıyor. Sonradan haberdar olduğu annesinin yaşam öyküsü, başka bir deyişle gerçek etnik kimliği resmi tarihten öğrendikleriyle çeliştiğinden, bu onun hayata bakışını da değiştirmiş. Yaşadığı travma filmde kullandığı sözlü metne -o kontrol etmeye çalışsa bile- açıkça yansıyor. Annesinin doğup büyüdüğü yerlere gitme arzusu, onun heyecanı ama en çok da oraya giderken kendini o bölgeyle bütünleştirme ihtiyacı anlatıcının ses tonununda farkediliyor.
Vank'ın Çocukları adlı üçüncü filmdeki kuşaklar arası diyalog yine birinci filmdeki gibi harmoni içinde yansıyor. Orada da büyük bir ailenin katliam sırasında dünyanın her bir tarafına dağılan fertlerinin buluşmasına ve kuzenlerin -farklı inanç ve kültür sistemlerinde asimile oldukları halde- yeniden aile olarak biraraya gelmesine tanık oluyoruz. Yapılan söyleşiler sadece katliama tanıklık eden birinci kuşağın değil, aynı zamanda onların çocuklarının da -bilinçaltı psikolojisiyle- travmadan nasıl etkilendiklerini ispatlar nitelikte.
Her üç filmde de kuşaklar arası sözlü tarih aktarımı, ekrana sürekli susmakla konuşmak arasında gidip gelen çelişkili bir durum olarak yansıyor. Katliamı yaşayan, ölümlere tanıklık eden birinci kuşak hayatta kalabilmek için susarken, bunu sonradan öğrenen ikinci kuşak -ısrarla, çok acı da olsa- geçmişe dair her küçük bilgiyi değerlendirmek, oradan bir sonuca varmak istiyor. Bir yap-boz oyununun parçalarını toplamaya çalışır gibi…
Filmlerdeki müzik, görsel ve kurgusal estetik
Yönetmen Nezahat Turan Gündoğan ve yapımcı-araştırmacı-yazar Kazım Gündoğan´ın titiz çalışmaları sadece içerikteki nesnelliğe değil, aynı zamanda filmin görsel ve kurgusal estetiğine de yansımakta. Özellikle görsellerdeki renklendirme ve sahne düzenlemesindeki özgün doğallık son derece etkileyici. İki Tutam Saç-Dersim´in Kayıp Kızları adlı ilk belgeselin girişinde iki tutam saçı bir kumaş parçasına sarıp saklayan bir kadının konuşması hemen ardından ekrana peş peşe yansıyan iki ayrı kadının konuşma metniyle tamamlanıyor:
„Baktım, orda asker saçımı hemen makineye vurdu, beni keloğlan yaptı…!“
Görsel ve işitsel algıya aynı anda hitap eden sahne kurgusu izleyicinin ister istemez “saç” motifini yoğun biçimde algılamasına sebep oluyor. Yine aynı filmde dil kullanımındaki yöresel ifadeler, söyleşi yapılan kişilerin rahatlığı-doğallığı, kendi aralarında konuşurken şakalaşmaları, ya da karşılıklı susup sessizliği dinlemeleri dikkat çeken unsurlar. İngilizce altyazılı olan filmde konuşmaların zaman zaman kürtçe-zazaca dillendirilmesi, hatta son film Vank´ın Çocukları´nda ermeni alfabesinin, türkü ve ağıtların ekrana yansıması adeta çok kültürlülügün altını çizer gibi.
Hay Way Zaman adlı filmde dikkat çeken başka bir şey de konuşmalar arasına serpiştirilen soğuk-ürpertici bir suskunluk. Bu en çok sebepsiz bir neşeyle konuşurken birdenbire susan ve derinlere dalan Emoş Gülver'in çekimlerinde farkediliyor. Bu yanıyla Emoş Gülver'in doğduğu köye gittiğinde gösterdiği tepki de son derece etkileyici. O ana kadar hatırlamak istemediği anılarına mesafeli yaklaşan, hatırladığı yarım-eksik bilgilerle soruları neredeyse “üçüncü tekil şahıs” dilinden cevaplamaya çalışan Emoş Gülver köyde açık bir alana geldiği vakit, ilk kez abisinden bahsedip ağlamaya başlıyor. Yine kuzeniyle karşılaştığında gösterdiği tepki de kabuk bağlamış bir yaranın kabuğunun kalkması sanki... On yıllarca saklanmış, üzerine hiç konuşulmamış bir travmanın nasıl acı verdiği filmin sadece sözlü metnine değil, aynı zamanda görsel kompozisyonuna da yansıyor. Aynı olaya tanıklık eden Emoş Gülver´in kuzeni Hüseyin Kaçar´ın hatırladıkları da en az onun anlattıkları kadar ilginç. Sonra eller… Emoş Gülver kuzeniyle buluştuğunda her ikisinin birbirlerine uzak ama bir o kadar da yakın duruşu ellerinden anlaşılıyor. Özellikle bir sahnede ikisinin ellerinin birleşmesi, kuzeninin tespih çekmesi, bir ziyaret mekanında elle bölünen lokmanın paylaşılması filmdeki duygu yoğunluğunu tırmandıran sahneler. Film belgesel olduğu ve tamamıyla sözlü ve yazılı belgelere dayandığı halde, arada kurmaca(fiktif) olduğu anlaşılan bir kız çocuğuna rastlıyoruz. Bu kız çocuğu film zamanı boyunca Emoş Gülver´i tamamlayan bir fonksiyona sahip. Onun yönetmen tarafından düşünülmüş çocukluğu olarak yorumlayabiliriz. Filmin en başında bir harabede iki ayrı pencere boşluğundan aynı yere bakan Emoş Gülver ve kız çocuğu büyük ihtimalle aynı şeyi görüyorlar. Yine filmin finalinde ikisi birden bir asma köprü üzerinde bölgeyi terkedip giderken görülüyor. Bu fiktif kız çocuğunun belgeselde yer almasını, Emoş'un kayıp çocukluğunun aslında onu hiç terketmediği, sürekli ona paralel yaşadığı şeklinde düşünmek de mümkün.
Vank'ın Çocukları adlı son film ise gerek müzik gerekse estetik açıdan belgesel bir filmin sınırlarını çok büyük oranda aşmış diyebiliriz. Mavi ve turuncu ağırlıklı pastel renkler belgesele doğu masalı tadı verirken, gerek İzmir gerekse Dersim'de çekilen doğa manzaraları, köprüler, köprülerin konuşma metinleriyle ilişkisi, konuşmacıların yüz ifadeleri, ağıtlar, müzik, Ermenice, İngilizce olarak ekrana yansıyan kısa dipnotlar, yine Hay Way Zaman´da olduğu gibi konuşan eller... Mesela Zeynep'in sevgiyle okşayarak tuttuğu annesinin kırık parmaklı eli, annesinin geriye kalan sağlam parmaklarıyla çektiği tespih taneleri… Kadriye'nin teyzesiyle buluşturamadığı annesinin mezarı başında yaktığı ağıt… Yıkık manastırdan arta kalan taşlar, o taşların üzerinde yakılan mumlar... Kısaca filmin her sahnesi aşırı duygu yoğunluğu içerisinde çekilmiş diyebiliriz. Bu aşırı duygu yoğunluğu elbette onlarca yıldan beri yaşanan soykırım korkusunun yarattığı travmanın bugüne yansıması şeklinde değerlendirilebilir.
Tabi bu travmaya karşı, kutuplaşmanın had safhalara çıktığı, tarafların keskinleştiği, tarafsız kalanların “hayatta kalabilmek için” tarafını güçlüden yana belirlediği şu günlerde yapilabilecek en iyi şey, kin ve öfkeye kapılmadan, ciddi bir iş disipliniyle tarihbilimsel çalışmalar yapmak ve tarihte yaşananlarla günümüzde yaşananlar arasındaki doğal bağlantıyı analiz edebilmektir. Bu çalışma tarzının disiplinlerarası etkileşimle olması da büyük bir ihtiyaç olarak karşımızda duruyor.
Bu yüzden sözlü tarih çalışmasının son derece başarılı örnekleri olan bu tarzdaki belgesellerin desteklenmesi, geliştirilmesi, herkesin izleyebileceği yerlerde gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Nesnellik toplumsal barışın sağlanması için de büyük bir öneme sahip, hatta gelişen alternatif tarih yazımının en önemli şartlarından biri olarak karşımızda duruyor.
Köln, 15.08.2017