Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinin 100. yıldönümünde süper güçler halkların değil, müstebitlerin yanında olduğunu bir kez daha gösteriyor
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 'nun yeni takıyyelerini AB liderlerine yutturmak üzere geçen hafta Brüksel'e ayak bastığı gün yayınlanan yazımı şöyle bitirmiştim: "AB içinde Almanya canibinden endişelenmeye hiç yok… En güç zamanlarında bile Tayyip’e arka çıkan Almanya başbakanı Merkel’in yedeği belirlendi bile… Havuz medyası daha şimdiden CDU’nun yeni başkanını Türk Armin diye göklere çıkartıyor... Fransa cumhurbaşkanı Macron da Türkiye eleştirilerinde frene basıp Erdoğan’a 'Sevgili Tayyip' hitaplı mesaj göndermedi mi?"
Ziyaretin üzerinden bir hafta dahi geçmedi, daha birkaç ay önce Ankara rejimine karşı Mart zirvesinde ciddi yaptırım kararları alınacağını açıklamış bulunan AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell yüz seksen derece çark ederek Türkiye'de insan hakları ihlallerinin tam gaz sürüp gitmesine rağmen AB'nin yaptırım kararlarını rafa kaldırdığını açıkladı.
Merkel'in dışişleri bakanı Heiko Maas da, AB dışişleri bakanları toplantısında bu kararın "Ankara'dan gelen olumlu sinyallerin yaptırımlarla gölgelenmesini istemedikleri" için
alındığını açıkladı.
Yalaka medya, Avrupa Birliği'nin bu tornistan edişini yeni bir fütuhat zaferi havasında vererek aylardır ekonomik ve sosyal çöküntü haberleriyle karalar bağlayan AKP ve MHP seçmenlerine moral aşılamaya çalışıyor.
Avrupa Birliği'nin ve onun başını çeken devletlerin, Türkiye'deki rejimler ne denli anti demokratik, hattâ faşist olursa olsunlar, bir süre dostlar alışverişte görsün misali yüksek perdeden attıktan sonra yelkenleri nasıl indirdiklerine yarım yüzyıldır defalarca tanık olmuştum, böylesi yüz kızartıcı bir ricati anons etmek için en azından Mart zirvesini bekleyeceklerini sanıyordum. Yanılmışım...
Ya ABD? Beyaz Saray kiracısı yeni değiştiği için ilişkilerin Atlantik ötesinde nasıl gelişeceği henüz pek netleşmiş değil. Trump gibi bir klinik vakaya "demokrat almaşık" olarak seçildiği için dünyanın her yanında büyük umutlar bağlanan Joe Biden'ın, mazisi biraz kurcalandığında, pek de barışsever olmadığı, zamanında senatör ve başkan yardımcısı olarak denizaşırı askeri operasyonlara destek verdiği, ABD silah tekelleriyle de sıcak ilişkileri bulunduğu, hattâ seçim kampanyasının finansmanına bu tekellerin hatırı sayılır bir katkı yaptığı, dışişleri bakanlığına getirdiği Tony Blinken'in de danışmanlık ve yöneticilik hizmetleri verdiği silah tekellerine göbekten bağlı olduğu biliniyor.
Geçen haftaki yazımda dediğim gibi, Beyaz Saray’da oturan kim olursa olsun, son söz Wall Street’tedir, son söz Pentagon’dadır… Erdoğan yönetimi onların çıkarlarına ve hesaplarına aykırı düşmediği, örneğin S-400'ler konusunda sonuna kadar diretmediği takdirde, Biden yönetimi de sadece Türkiye topraklarında tam gaz sürdürülen devlet terörüne değil, Libya'dan Kafkasya'ya büyük bir coğrafyada sürdürülen fütuhat operasyonlarına da rahatlıkla göz yumabilir.
Sadece Avrupa mı, sadece ABD mi? Süper güç Rusya da, sadece Çarlık özentisi Vladimir Putin döneminde değil, Sovyetler döneminde de Türkiye'deki insan hakları ihlalleri, devlet terörü ve siyasal cinayetler karşısında asla sesini çıkartmamış, aksine Türkiyeli devrimciler katledilirken "iyi komşuluk ilişkilerini sürdürme" gerekçesiyle Ankara despotlarına her türlü desteği vermiştir.
Bizim kuşak kendi mücadele döneminde bu bağışlanmaz tutumun iki acı örneğine tanık olmuştu.
Birincisi 12 Mart 1971 darbesinin ardından Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan idam hücresinde infaz beklerken Sovyetler Birliği SovyetYüksek Şûrası Başkanı Podgorni'nin iyi komşuluk ilişkilerini güçlendirmek üzere Türkiye'yi ziyaret etmesi ve faşist generaller tarafından tantanayla ağırlanmasıydı.
İkincisi 12 Eylül 1980 darbesinin ardından TKP üyeleri de dahil devrimciler işkenceden geçirilip askeri mahkemelerde ağır hapis cezalarına mahkum edilirken, onlarca devrimci genç idam sehpalarında can verirken Ankara'da ve Moskova'da Türkiye-Sovyet dostluğunun 60. yıldönümü kutlamaları yapılması, hattâ bu vesileyle TKP'nin bir yayın organında faşist cunta şefi Kenan Evren ile Sovyetler Birliği lideri Leonid Brejnev'in resimlerinin yanaya basılmasıydı.
Dahası, Türkiye'de devlet terörü giderek daha da yoğunlaşırken aynı faşist cunta şefinin 25-28 Şubat 1982 tarihlerinde Bulgaristan'da komünist lider Todor Jivkov tarafından âlâ-yı vâlâ ile ağırlanması, Büyük Balkan Yıldızı nişanıyla onurlandırılmasıydı.
O günleri anımsamanın getirdiği üzüntü içinde bu yazıyı yazarken bilgisayarıma özgürlük ve demokrasi mücadelesinde büyük bedeller ödemekte olan değerli Kürt aydını Mahmut Alınak'ın "Yarın Kara Gündür" başlıklı yazısı ulaştı.
Bundan tam 100 yıl önce, TKP kurucu lideri Mustafa Suphi ve yoldaşlarının 28 Ocak 1921'de Karadeniz'de katledilmesinin yıldönümü dolayısıyla yazdığı, Facebook sayfamızda tam metnini paylaştığımız makalesinde Alınak şöyle diyordu:
"Nasıl ki Zilan katliamının yapıldığı 13 Temmuz Kara Gün ise...
"Nasıl ki Qadı Muhammed ve Qadı Seyfi’nin Şahlık rejimince Çarçıra Meydan’ında asıldıkları 31 Mart Kara Gün ise...
"Nasıl ki, hendekler bahanesiyle Cizre ve Silopi’ de sokağa çıkma yasağının ilan edilerek, pek çok şehrimizde kitlesel sivil katliamların başladığı 14 Aralık Kara Gün ise..
"Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de katledildiği, Mustafa Suphi’nin eşi Maria’nın seks kölesi gibi seri tecavüzlere uğradığı 28 Ocak da bizim için Kara Gün’dür."
CHP'nin tek parti diktası döneminde de, daha sonraki göstermelik çok partili rejim döneminde de on yıllarca devlet sırrı gibi gizlenen 28 Ocak Katliamı'nı genç bir gazeteci olarak ilk kez 50'li yıllarda hapisten çıkan TKP'li büyüklerimizden duymuş, o ünlü 15'ler ağıtını da hapisten çıktıktan sonra sazını sadece dost meclislerinde konuşturabilen sevgili Ruhi Su'nun kendi sesinden dinlemiştim:
Hayali gönlümde yadigar kalan
Bir yanım deryada çalkanır şimdi
On beş mürşid ile boğulup ölen
Bir yanım deryada çalkanır şimdi
15'lerin katlini akademik ortamda ilk kez dile getiren SBF öğretim üyesi Doçent Mete Tuncay olmuştu. Onun Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925) adı altında yayınlanan kitabından yararlanarak bu cinayeti 12 Aralık 1967 tarihli Ant dergisinde "Yakın Tarihin En Korkunç Cinayeti" başlığıyla iki sayfa üzerinden yayınlamıştık.
12 Mart darbesinden sonraki sürgün dönemimizde, Brüksel'de İnfo-Türk'ü kurar kurmaz ilk yayınlarımızdan birini mutlaka Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katli üzerine yapmaya karar verdik. O sırada Moskova'da bulunan şair dostumuz Ataol Behramoğlu Lenin Kütüphanesi'nde bulunan eski Türkçe yazılı 28 Kanunusani 1921 adlı kitabın fotokopilerini bize ulaştırdı. Bu konuda daha önce Türkiye'de Ant dergisinde yayınlamış olduğumuz Sultan Galiyev’in ve B. Ömerov ile R. Şakirbekov’un Mustafa Suphi üzerine yazılarını ekleyerek Mustafa Suphi ve Yoldaşları'nı iki cilt halinde yayınladık.
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katlinden kimlerin sorumlu olduğu Türkiye solunda yıllardır tartışma konusuydu, o dönemde mutlak iktidar sahibi Mustafa Kemal ve arkadaşlarına pek toz kondurulmazdı. Bu konuda cesaretli ilk yorumu, Ant dergisine de Kemalist dönemde komünistlere yapılan baskılar üzerine yazılar yazmış bulunan Hasan İzzetin Dinamo'nun Kutsal İsyan kitabında okumuştum.
28 Ocak'ın öncesi üzerine tartışma götürmez belgelere ulaşmam ancak iki yıl önce mümkün oldu. Artıgerçek'teki 14 Kasım 2019 tarihli NATO kafa, NATO mermer… başlıklı yazımda, cinayetten altı gün önce, TBMM'nin 22 Ocak 1921 tarihli oturumunda Mustafa Kemal'in milletvekillerini Mustafa Suphi aleyhine nasıl kışkırttığını tartışma götürmez şekilde ortaya koyan tutanakları yansıttım.
Geçen yıl da, yine Artıgerçek'te yayınlanan 30 Ocak 2020 tarihli Zemheri mareşallerinin “komünist”liği… başlıklı yazımda, bir yandan Mustafa Suphi ve yoldaşları tarafından kurulmuş olan gerçek Türkiye Komünist Partisi'nin Türkiye'de örgütlenmesini engellemek, öte yandan Sovyet yardımını garantiye almak için Mustafa Kemal'in 18 Ekim 1920'de sahte bir Türk Komünist Fırkası kurdurttuğunu vurgulamıştım.
Tevfik Rüştü Aras, Mahmut Esat Bozkurt, Celal Bayar, Yunus Nadi, Kılıç Ali, Hakkı Behiç Bayiç, İhsan Eryavuz, Refik Koraltan, Eyüp Sabri Akgöl ve Süreyya Yiğit'in kurduğu bu sahte komünist partiye Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, İsmet İnönü ve Kâzım Karabekir paşalar da Mustafa Kemal'in emriyle kaydolmuş, ancak Mustafa Suphi ve arkadaşları katledilip gerçek komünist partisinin faaliyeti engellendikten sonra parti yine Mustafa Kemal'in talimatıyla kapatılmıştı.
Mahmut Alınak sözünü ettiğim yazısında 15'lerin katlinden kimlerin sorumlu olduğunu net şekilde ortaya koyuyor:
"Mustafa Suphi, eşi Maria ve on dört parti yöneticisi kendilerine nasıl korkunç bir tuzak kurulduğunu bilmeden, 28 Aralık 1920’de Bakü’den Kars’a geçmişlerdi. Sovyetler Birliği büyükelçisi de heyetle birlikte Kars’a gelmişti.
"Kars’ ta halkın sıcak ilgisiyle karşılanan heyet Erzurum üzerinden Ankara’ya gitmeyi plânlamıştı.
"Mustafa Kemal, Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir’le kurduğu telgraf trafiği aracılığıyla heyeti Ankara’dan adım adım takip ediyordu.
"TKP heyeti hiçbir neden gösterilmeden on yedi gün Kars’ta bekletilmişti. Herhalde Kars’ta olan Sovyetler Birliği büyükelçisinin gitmesi bekleniyordu.
"Heyet Ankara’ya gitmek üzere 14 Ocak’ta trenle Kars’tan Erzurum’a hareket etmişti. Oysa Mustafa Kemal heyetin Ankara’ya gelmesini istemiyordu. Çünkü Mustafa Suphi ve TKP’nin görüşlerini kendi iktidarı için tehlikeli buluyordu.
"Mustafa Suphi, 'Burjuvaziye dayanılarak geliştirilecek bir hareketin Doğu’nun zavallı milletlerini kurtaramayacağını' söylüyordu ki, bu, Mustafa Kemal’in kabul edebileceği bir şey değildi. Çünkü o, burjuvaziye dayalı bir sistem kurmak istiyordu.
"TKP 14 Temmuz 1920 tarihli Kuruluş Beyannamesi’nde, Mustafa Kemal hükümetinin İstanbul hükümetiyle bir farkının olmadığını, bir taraftan milliyetçilik yaparken, öte taraftan Bolşevikleri (komünistleri) alkışladığını ve yüzünde aldatıcı maske olduğunu söylüyordu.
"Mustafa Kemal dişlerini sıkarak bu satırları okumuştu.
"Mustafa Suphi ve TKP, Mustafa Kemal’in öfkesini kamçılayan başka bir şey daha söylüyorlardı. Kürtler, Rumlar ve Ermeniler için, dil ve kültür açısından her türlü ayrıcalığın ortadan kaldırılması ve her ulusun bu konularda tam özgür olmasının sağlanması… Devlet örgütlenmesinde her ulusun temsil edilmesini sağlayacak bir FEDERASYON sisteminin kurulmasını vaat ediyorlardı.
"Açıktır ki, Mustafa Suphi bir emekçi halklar koalisyonunu hedeflemekteydi. Mustafa Kemal ise, bu fikre şiddetle karşıydı. Bu federasyon vaadi karşısında küplere binmişti. O, kendisinin başında olduğu tekçi bir burjuva devleti kurmak istiyordu. Bu nedenle aykırı hiçbir fikre tahammülü yoktu ve Mustafa Suphi’nin başında olduğu TKP’yi kendi iktidarı için çıbanbaşı olarak görüyordu."
Araştırmacı-yazar dostumuz Ahmet Kardam da, yeni yayınlanan Mustafa Suphi: Karanlıktan Aydınlığa adlı kitabı üzerine Agos gazetesinden Ferda Balancar'ın 8 Aralık 2020 tarihli söyleşisinde o dönemdeki Sovyet yönetiminin bu cinayet karşısındaki tutumu hakkında çok önemli bir bilgi veriyor:
"Karadeniz katliamı karşısında tam bir suskunluğa gömülen Bolşevik Partisi yönetimi ve Sovyet devleti, hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyecek bu tutumunu haklı çıkarabilmek için Suphi’yi ‘maceracılık’la suçlar ve Komünist Enternasyonal yönetimi de Türkiye Komünist Partisi’nin 1920 Eylül’ündeki kuruluş kongresini geçersiz sayar. Böylece, Mustafa Suphi ‘zamansız ve hazırlıksız, dolayısıyla yanlış bir Türkiye’ye dönüş macerasının acı ama kaçınılmaz kurbanı’ haline getirilerek, ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı da dahil olmak üzere tüm programatik görüşleriyle birlikte tarihten ve Türkiyeli komünistlerin belleğinden silinmeye çalışılır. Partinin daha sonraki yönetimleri de bu tutuma ayak uydurur."
Türkiye halklarının acı yazgısı bu... Ülkeyi yönetmek üzere iktidar olanlar sadece işçi sınıfına, emekçi kitlelere, Türk'ten saymadıkları halklara, demokrat ve ilerici aydınlara sürekli zulmetmekle kalmıyor, zalimlerin karşısında tavır koyması gereken uluslararası güçlerin vurdum duymazlığından yararlanarak vurdukça vuruyor...
Evet, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinin 100. yıldönümünde Avrupa Birliği hak ve özgürlük mücadelesi verenlerin değil müstebitlerin yanında olduğunu bir kez daha gösterdi. Yazıklar olsun... (Artıgerçek, 28 Ocak 2021)