“kimi sevsem sensin/ senden ibaret

hepsini senin adınla çağırıyorum”[2]

Sinema, edebiyat, sanat, aşk, siyaset 47 yıllık yaşamının özetiydi. Coğrafyamız sinemasının en önemli ismiydi. Onun ardından Onun cesaretinde bir yönetmen çıkmamıştı. Kim ne derse desin büyük devrimci bir sinemacıydı; dik duran müthiş bir gözlemci, yetkin öykücüydü.

“Düzene başkaldırmış korkusuz bir devrimci”ydi; “Zamanın korkusuzu”ydu; “Hayatının her alanında uçlarda yaşayan bir insan”dı; “Düzene başkaldırmış korkusuz devrimci”ydi ve “Tek bir sırrı vardı: Zamanının en korkusuzu, en sahicisi olmak…”[3]

Yaşa(tıl)dığı tragedyalara karşın, O hayatı bir tragedya olarak değil, “11. Tez”in mücadelesi olarak görüp, anlamlandırdı.

Yaşam öyküsü, sadece coğrafyamız için değil, dünya sineması bakımından çok önemli özellikler taşır. O sinemada sadece yönetmen olarak değil, aktör olarak da, kendisinden sonra gelenlere önemli bir örnek oluşturdu. Onun yerini saptarken bir öncü olduğunun altı özenle çizilmelidir.

“Hüznün sayısız tonu, birçok yüzü vardır. Çiçekler, kuşlar ve rüzgârlar gibi. Ben, bazı yakın arkadaşlarımın aracılığıyla hüzün, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım. Her ne kadar bazıları tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da. Öyle hissediyorum ki, insanlar yaşadıkça yaşayacaklar. Çünkü hüzün, sevgi ve kederi sadece insan bir arada taşıyabilir,” diyen Onun için sinema, yaşama dokunup, dünyayı değiştiren devrimci mücadelenin mevzisiydi. Coğrafyamızın sesini yerküreye duyurmuştu.

1984’de Paris’teki ‘Newroz’ konuşmasında, “Biz yiğitlikleriyle destanlar yazmış bir halkız ve önümüzde duran bütün güçlükleri yenecek azme, kararlılığa ve koşullara sahibiz.

Ezilen sınıfların sınıf kardeşliği en güçlü silahlarımızdan biridir.

Dost ve düşman herkes bilsin ki kazanacağız... Mutlaka kazanacağız…

Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir.

Yaşasın Türk, Kürt, Acem ve Arap halklarının kardeşliği ve dayanışması,” diye haykıran O, “Tarih tekil bir birey gibi bir şey değildir, kendi amaçları için insanları kullanmaz. Tarih kendi amaçları peşinde koşan insanların eylemlerinden başka bir şey değildir,”[4] saptamasının kanıtıydı sanki…

* * * * *

Gerçek bir efsaneydi; ‘Yol’daki ‘Umut’tu; ‘Arkadaş’tı…

Kendine dair, “Bir sanatçı olarak Yılmaz Güney diye bilinirim. Asıl adım Yılmaz Pütün’dür. Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve baş eğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir,” demiş ve adına yakışır bir yaşam mücadelesiyle var olmuştu.

“Siyasi kimliğiyle müsemma Yılmaz Güney, Yeşilçam’ın yarattığı ‘Çirkin Kral’ mitine karşı başkaldırı niteliği taşıyan filmleri, sinemayı devrimci bir ifade aracı olarak görüyordu.

1968’de ‘Seyyit Han’la başlayan bu dönem, sinemamızdaki pek çok tematik ve estetik kırılmanın da temelini oluşturuyordu. Ulus Baker’e göre, Onun sineması, “İsyanı tek yol olarak bırakan bir sinemadır… Yılmaz Güney, her türden özgün imaj arayışı ve deneyi engellenen türkiye sinemasında evrensel bir yeniliğin tek örneğiydi.”

Çok önceleri ifade ettiğim üzere “İsmiyle müsemmaydı; Yılmaz’dı; yıldırılamayanların yılmaz yoldaşıydı; komünistti; halktan biriydi; bizimdi; bizdendi…”[5]

* * * * *

Asıl adı Yılmaz Pütün, kamuoyunun bildiği isimle Yılmaz Güney... 

1 Nisan 1937 yılında Adana’nın Yüreğir ilçesine bağlı Yenice’de Kürt bir ailenin iki çocuğundan biri olarak doğdu.

Babası Siverek’in Desman köyünden, annesi Muş’un Varto ilçesindendi.

1959’da sinema dünyasına girdi. Sadece bir aktör olmadı; yazıyor, çekiyor, yönetiyor, oynuyordu.

İlk gençliğinde komünizm propagandasından tutuklanmıştı.

İki askeri darbeyi içine alan 1965-1985 kesitinde yaşamının 10 senesini hapislerde geçirdi.

Yoğun engel ve baskılara rağmen, sinema tarihine damgasını vurdu.

Yasaklandı, vatandaşlıktan çıkarıldı, 104 filmi yakıldı. “Filmleri barbarca katledildi, yüzlerce filminden 15’i bakiye kaldı bugüne…”[6]

Ancak emekçilerin ne kalbinden ne de zihninden silinemedi.

Düşüncelerini ifade edip savunduğu için hakkında 100 yılı aşan hapis cezası istendi.

Dünyayı değiştirmek için hayatını, inancını, yeteneğini ortaya koymaktan en zorlu koşullarda bile vazgeçmeyen bir devrimciydi hasılı.

* * * * *

Burada bir parantez açıp, eklemeden geçmeyelim: “Yılmaz Güney çok yetenekli, başarılı ve uluslararası olarak başarıları teyit edilmiş bir delikanlı değildir. Onun belirli amaçları, belirli görevleri ve her şeyin ötesinde bir kavgası vardı. Yılmaz, kavgasının adamıydı.”[7]

Onu “Düzenin kabul edemediği nettir: Yılmaz Güney’in sanatı değildi, hatta düzenin temsilcileri (ki aralarında İstanbul Sıkıyönetim Komutanı da var!) net olarak Yılmaz Güney’in gerçek bir sanatçı olduklarını biliyorlardı. Onların kabul edemediği iki unsurun bileşimiydi: Gerçekten Marksist olmaya çalışan bir devrimci, diğeri de halkıyla bütünleşen Öncü bir İsyancı! (…) Yılmaz Güney mücadelesini sanat eseriyle yapardı, en büyük silahı sanatıydı ve buna uygun yaşayışı!”[8]

Hakkında, “Sinemanın uzun tarihinde tek örnektir O. Eşi benzeri olmayan,”[9] diyen sinema eleştirmeni Atilla Dorsay’ın, “Döneminin bütün büyük isimlerinden çok farklı yollara saparak kendisini ölümsüzleştiren bir büyük isim” tanımlamasını yaparak eklediği üzere:

“Daha çok genç yaşında solculuğu seçmiş, bu yüzden hapse düşmüş, sonraları da bu davadan hiç vazgeçmemiş”ti.[10]

“Yılmaz yaşasaydı böylesine bir yönetime, bunca haksızlık, adalet ve hukuk çiğnenmesi olayına karşı herhâlde sıkı bir direnç gösterirdi,”[11] notunu düştüğü bir duruştu O…

* * * * *

 “Ben bir kavga adamıyım, sinemam da bir kavganın, halkımın kurtuluş kavgasının sinemasıdır,” duruşuyla O kararlıydı ve derdi ki: “Bir köle olarak yaşamaktansa, özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir”...

“Kalbim sol’da iken nasıl sağcı olabilirim?”...

“Üzülmek yoktu, sıkılmak yoktu, yılgınlık, karamsarlık, umutsuzluk yoktu. Bir şey çökerken, o çöküntünün içinde yeni filizler oluşurdu. Karamsarlık iyimserliği, umutsuzluk umudu doğururdu. Yarınlar, zor günlerin karnında güzel yarınlara gebeydi. Buna inanıyordum”...

“Gerçek bildiğin yolda tek başına kalsan da mücadeleye devam etmelisin”...

“Sen hiç ölümün gölgesinde özgürlüğü yaşadın mı?”...

O aşıktı ve derdi ki: “Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili, biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz, acısını acımız yaptık çünkü.

Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı.

Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk...

Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili...

Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım.

Yaşamak ne güzeldir be sevgili...

Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek...

Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın.”...

O sınıfın militanıydı ve derdi ki: “Ne kemik uğruna köpek olduk, nede menfaat uğruna çakal. Biz hayatımız boyunca hep dik durduk”…

“Mücadele azmi olmayan bir insanın yaşayan ölüden ne farkı var ki?”...

“Çalışanların hâlinden çalışmayanlar anlamaz”...

“Binlerce insan masa başında, binlerce saat harcayarak, halkın cebindeki bir kuruşu kapmak için yarışıyor”...

“Babam derdi ki; midenizi başkasının ekmeğine, sırtınızı başkasının elbisesine, cebinizi başkasının parasına alıştırmayın.”...

“Evlat, biz para ile adam olmadık. Her parası olanı da adam yerine koymadık!”…

“Acılardan, yenilgilerden, ders çıkarmadan kurtuluşun yolu açılmaz”...

O duyarlıydı ve derdi ki: “Dünyanın sonu gelir! Yalakaların, yavşakların sonu gelmez”…

“Ben iyi niyetimle sadece bu gün kaybederim.! Oysa sen karaktersizliğinle bir ömür kaybedeceksin”...

“Türkiye’nin en çok meyve veren ağaçları darağaçlarıdır”…

“Asıl hapishane insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki, ilk fırsatta yıkılmalıdır. Dünyayı daha iyi kavrayabilmek için”...

“Bazıları çok fakir, düşünsenize, sadece paraları var”...

O öfkeliydi ve derdi ki: “Hiç tanımadığım bir insanın derdine üzülecek kadar insanım”…

“Kralın sofrasında soytarı olacağıma, halkın kavgasında eşkıya olurum”...

 “Doğmayın çocuklar! İnsanlığın kuruş, kuruş satıldığı bu dünyada doğmayın”...

O cüretkârdı ve derdi ki: “Büyük amaç uğruna ölmek daima yaşamaktır”...

 “Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığın süre içerisinde çok şey yapabilmektir”...

“Toplum ilişkilerinin özünde tarafsızlık yoktur. Tarafsızlık, taraf tutmanın bir biçimidir”...

O umutluydu ve derdi ki:

“Zulme dayalı tüm saltanatlar yıkılacaktır!”…

“Umut dışta değil, içtedir. Umut kendi toprağımızda ve kendi halkımızdadır”…

“İnsanları taş duvarlar, demir parmaklıklar arasında terbiye etmeyi, onların düşüncelerini önlemeyi düşünen anlayış yıkılacaktır”...

“Herkesin yüreğine insanca yaşamanın ateşi düşecektir bir gün. İşte o zaman yangın büyüyecek, önü alınmaz olacaktır”…

* * * * *

Sineması ve yazarlığı da dedikleri ve yaşadığı gibiydi…

Kolay mı?

Coğrafyamız insanının dramını, aşklarını, başkaldırısını karakterize eden ve Yeşilçam’ın yıldız kalıplarına uymayan yapısıyla sinema izleyicilerinin gönüllerinde taht kurmuş, başkaldırı ve direnmenin sembolüne dönüşmüştü…

1970’de ciddi bir dönüşümün habercisi olan Umut filmi ile izleyicilerin hem duygularına hem de düşüncelerine hitap eden, sınıf bilincini merkeze alan filmlere imza atmaya başladı: 1966’da ‘Hudutların Kanunu’, 1968’de ‘Seyyit Han’, 1970’de ‘Umut’ ile sinemaya yeni devrimci bir soluk getirdi; “Sınıfsal farkları, sınıf çelişkisini ve çatışmasını oldukça net, açık ve yalın bir gerçekçilikle yansıttı.”[12]

Sinemacı kimliğinin yanında, ‘Boynu Bükük Öldüler’ romanıyla, 1972 ‘Orhan Kemal’ Roman Ödülü’nü kazanmış bir edebiyatçıydı. (Ödül, Vedat Günyol, Rauf Mutluay, Fethi Naci, Fikret Otyam ve Nurer Uğurlu’dan oluşan seçici kurul tarafından oy birliği ile verilmişti.)

Yılmaz Güney 1961-1962’de Nevşehir Cezaevi’nde yatarken yazıp bitirdi “Boynu Bükük Öldüler” romanını. Henüz 24 yaşındayken Yenice köyünü, insanlarını, Yüreğir’i, Çukurova’yı anlattığı ve 1972’de Orhan Kemal Ödülü’nü kazanan romanı...

Şöyle anlatmıştı romanı nasıl yazdığını: “Boynu Bükük Öldüler Nevşehir Cezaevi’nde, siyasiler koğuşunun en dip köşesinde, rutubetli bir duvara komşu bir ranzada, geceli gündüzlü on altı aylık bir çalışmanın ürünüdür. Ranzamdan hiç indirmediğim küçük bir masam vardı. Yatma zamanı gelince ayakucuma çeker, ayaklarımı altına sokar uyurdum. Çoğunlukla anlattığım insanları görürdüm düşlerimde, onlarla yaşardım. (...) Anlattığım insanları tanıyordum, biliyordum ve onları anımsarken gerçekçi ve içten olmaya çalışıyordum…”

Yılmaz Güney yazını aşkı, sevdayı, dostluğu, insanların umutlarını, umutsuzluklarını, düşlerini, tutkularını ustalıkla anlattırdı.

* * * * *

Ve geldik Zahit Atam’ın, “Öylesine tuhaf insanlar Yılmaz Güney hakkında konuşuyor ki bu kadar tuhaflık, abeslik olmaz. İnsanın aklı almıyor,”[13] deyişindeki “acaiplik”lere…

Komünist Yılmaz Güney’in, çapsızlıkları ve pratik yetmezlikleriyle “eleştiriyoruz/ değerlendiriyoruz” çığlıklarıyla “yargılamaya” çalışanlara, kim olursa olsun, “Hayır” demek yoldaşlarının temel yükümlülüğüdür.

“Nasıl” mı?

Bu konuda en kötü örneklerden birisi, “Babam hayatta olsaydı, onunla çatır çatır kavga ederdim. ‘Baba, sen davanın bedelini bize ödettin!” derdim. Kardeşimi bilemem ama en azından kendim için şunu söyleyebilirim: ‘Yılmaz Güney’in kızı olmak hayatımı mahvetti,”[14] diyen “kızı” Elif Güney Pütün’dür…

Ayrıca Yılmaz Güney’in var oluşuna ilişkin (dilek, temenni benzeri) öznellikler de yok değildir!

Örneğin “Esasında o bir yaratıcıydı,”[15] vurgusuyla, “Aynı yolu bir kez bile düşünmeden yine yürürüm.”[16] “Yılmaz’la yaşamakla, Yılmaz’sız yaşamak arasında, her zaman çok ince bir sınır vardı. On altı yıllık evlilik dönemimizin yalnızca altı yılı beraber olabildik. O altı yılın da, dört yılı sürgünde, türlü zorluklar, çelişkiler, uyumsuzluklar, endişeler, hasretler içinde ve kanser kâbusuyla tükendi… Hayatı kendimiz için yaşamadık,”[17] diyen eşi Fatoş Güney’in,[18] “Yılmaz çok büyük bir sinemacıydı. Ama siyasete çok eğildi ve bu yüzden sanatı da geri planda kalmıştı. Yılmaz keşke sinemaya daha çok eğilseydi. İdeolojiler değişiyor, dünya konjonktürü değişti, Sovyetler bile yıkıldı. Siyasete bu kadar kafa yoracağına keşke daha çok senaryo yazsaydı, daha çok film çekseydi. Bugünlere daha çok film bırakırdı o zaman,”[19] öznelliği gibi…

Bu noktada sözü Yılmaz Güney’in kendisine bırakmaktır en doğru olanı:

“Tarihi görevlerimi biliyordum. Ülkemin bağımsızlık ve demokrasi savaşımında, demokratik halk iktidarı savaşımında, emperyalist sömürü ve baskıya karşı, onların yerli işbirlikçilerine karşı, proletaryanın devrimci mücadelesi içinde, etkin bir biçimde, gücüm yeterse en ön saflarda yer alırım. Bu toplum tarafından günümüz koşullarında bana verilen bir görevdi. (...)

Safım açık ve bellidir; emekçi yoksul halkımın safında, bilimsel sosyalizme inanan sosyalizmin acemi bir sanatçısıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş mücadelesinin içinde yer almaya çalışacağım. Bu yüzden başıma gelecek belaları göğüslemeye şimdiden hazırım. Hak yolunda, halk için ölüm en şerefli ölümdür.(...)

Benim anladığım sanat, sınıf mücadelesinin en ihmal edilemez silahlarından birisidir. (...) Gerçek devrimci sanatçı, memleketin ekonomik durumuyla yakından ilgilenendir. Kendisini bunun dışında gördüğü an sanatçı niteliğini yitirir. Bir sanatçı eylemin dışında olduğu zaman eski devirlerin sanatçısı olur. Yazar bozar, o kadar.”

* * * * *

Demiştim; ama tekrarlayarak noktalayayım yazdıklarımı: 1984 Newroz’unda dediği üzere, “Dost ve düşman herkes bilsin ki kazanacağız… Mutlaka kazanacağız…”

Emekçilerin zaferinde Onun katkısı asla unutulmayacak…

1 Kasım 2022 14:35:54 İstanbul.

N O T L A R

[1] Kaldıraç, No: 257, Aralık 2022...

[2] Attilâ İlhan, “Kimi Sevsem Sensin”.

[3] “Yönetmen Reis Çelik: Yılmaz Güney Olunamayacağını Dayak Yiye Yiye Öğrendim”, 9 Eylül 2018… https://m.t24.com.tr/haber/yönetmen-reis-çelik-yılmaz-güney-olunamayacağını-dayak-yiye-yiye-öğrendim,696122

[4] Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2003.

[5] Temel Demirer, “Yılmaz Güney (ile Zulmün Yıldıramadıkları) Hakkında…”, Güney, No:61, Temmuz-Ağustos-Eylül 2012.

[6] Ragıp Zarakolu, “Dünya İnsan Hakları Günü, Yılmaz ve Fatoş’la”, Yeni Yaşam, 13 Aralık 2020, s.3.

[7] Zahit Atam, “Yılmaz’ın Davası Hakkında…”, Birgün, 1 Nisan 2018, s.15.

[8] Zahit Atam, “Yılmaz’ı Yılmayanlar Savunabilir! (1. Bölüm)”, Birgün, 30 Mart 2018, s.15.

[9] Oğuzcan Ünlü, “Atilla Dorsay: Zaman, Yol’un Lehine Çalıştı”, Birgün, 7 Mart 2022, s.15.

[10] Işıl Çalışkan, “Atilla Dorsay: Çirkin Kral’a 37 Yıl Dinmeyen Özlem”, Birgün, 10 Eylül 2021, s.15.

[11] Emrah Kolukısa, “Atilla Dorsay: Yılmaz Güney Yaşasaydı Direnirdi”, Cumhuriyet Pazar, 27 Şubat 2022, s.4.

[12] Mesut Kara, “Dış Göç ve Sinema (3): Gitmek mi Zor Kalmak mı?”, Evrensel, 13 Haziran 2021, s.7.

[13] Zahit Atam, “Yılmaz Güney Meselesine Dair…”, Birgün, 9 Nisan 2018, s.15.

[14] “Yılmaz Güney’in Kızı Olmak Hayatımı Mahvetti”, ntvmsnbc.com, 8 Ocak 2012.

[15] Esra Çiftçi, “Fatoş Güney Çirkin Kral’ı Anlattı”, 9 Eylül 2022… https://artigercek.com/haberler/fatos-guney-cirkin-kral-i-anlatti

[16] Ebru D. Dedeoğlu, “Fatoş Güney: Aynı Yolu Bir Kez Bile Düşünmeden Yine Yürürüm”, Cumhuriyet Cumartesi, 9 Ocak 2021, s.3.

[17] Burak Soyer, “Bir ‘Kişi’ Olarak Fatoş Güney”, 29 Eylül 2022… https://oggito.com/icerikler/bir-kisi-olarak-fatos-guney/67766

[18] “Fatoş, Yılmaz’dan etkilenerek onun sosyalist dünya görüşünü benimsediğini ancak kendisinin de düşüncelerine değer verilmesi gerektiğini vurguluyor, bu anlamda yaşanan çelişkilerin nasıl aşılacağı konusu da hep önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.” (Atilla Özsever, “Destansı Aşkın Romanı”, Birgün, 18 Şubat 2021, s.14.)

“Fatoş ve Yılmaz... İki farklı sınıftan, farklı kültürden, birikimlerden iki insan. Farklı dünyaların buluşması görkemli bir aşka, toplumsal-politik bir trajediye ve sonsuzluğa dönüşecekti. (Zeynep Oral, “Fatoş Güney’e Teşekkürler!”, Cumhuriyet, 29 Kasım 2020, s.13.)

“Yeşilçam’ın ele avuca sığmayan Çirkin Kralı’ndan siyasi bir aydınlanmaya doğru yol alan Yılmaz Güney’in farklı dünyaları arasında ilişkileri şekillenir. Ancak 1972’de Mahir Çayan ve arkadaşlarını evlerinde sakladıkları gerekçesiyle tutuklanan Yılmaz Güney’in ardından oğlu henüz altı aylıkken Fatoş Güney de gözaltına alınır. İşkence ve sorgulamalara maruz kalırlar. Bu yıllardan itibaren Güney ailesinin yaşamında cezaevleri büyük önem taşır. Bir dönem Yılmaz Güney, cezaevi ve film setleri arasında bir yaşam sürdürür. Farklı nedenlerle farklı illerin cezaevlerine gönderilen Güney’in peşinden o da İstanbul, Ankara, Kayseri, Kocaeli, Isparta, İmralı demeden oğluyla gider. Cezaevlerine gidiş gelişler… Cezaevleri önlerinde bekleyişler… Tutuklu Yılmaz Güney’in isteklerine, beklentilerine cevap arayan, siyasi bir mahkûmun eşi, babasız büyüyen bir çocuğun annesi ve tüm Türkiye’de her çevreden, her yaştan insanın sevdiği kült bir ismin dışarıdaki sesi olur.” (Emine Uçar İlbuğa, “Böyle Güzel Ve Anlamlı Bakan Birine Neden Çirkin Kral Diyorlar”, Birgün Pazar, Yıl:18, No:737, 25 Nisan 2021, s.14.)

[19] “Fatoş Güney: Yılmaz Güney, Siyasete Çok Eğildi”, 7 Aralık 2020… https://www.gazetefersude.net/fatos-guney-yilmaz-guney-siyasete-cok-egildi-sanati-geri-planda-birakti-sovyetler-bile-yikildi-siyasete-kafa-yoracagina-film-cekseydi