Son aylarda Türkiye’de anlatılması zor vahşi cinayetler işleniyor. Bu cinayetler daha çok da savunmasız veya toplumda „güçsüz“ bırakılan kadınları ve çocukları hedef alıyor. Tv. izleyicileri ve gazete okurları tepkilerini katil veya katil zanlıları üzerinde yoğunlaştırıyor: „Asın!“ veya „cezasını biz verelim!“ Gazete ve tv. lerin haberlerinde kullanılan dil de bundan farklı değil.
Öldürme, taciz ve tecavüz olayları bütün ülkelerde yaşanıyor, Türkiye’ye özgü değil. Ama Türkiye’de çok farklı bir boyut almış durumda.
Her beş çocuktan birinin cinsel istismara uğradığı Avrupa’da bunun önüne geçmek için AB, 2012 yılında „5’te 1“ kampanyası başlattı ve hala da sürüyor. Örneğin Türkiye’de böyle değil. Herşeyden önce Türkiye’de bu konu hakkında somut veriler yok. Çünkü çocuk istismarı veya genel istismarlar aileler tarafından gizlendiği için isatistiklere tam olarak yansımıyor. „Türkleri kötü tanıtıyor“, denilerek ensest ilişkileri anlatan kitapların daha yakın yıllarda toplatıldığı bir ülkede böyle olması da normal. „Kol kırılır yen içinde“ mantığı. „Aile gururu“ ve „halkın çıkarı“ önemseniyor, ama birey değil. Bu mantık, anne-babaların bilinçlenmesini engellerken, çocuklara sapıklarına teslim olmaktan başka bir seçenek bırakmıyor, sapık ve pedofili gibi tipleri de korumuş oluyor.
Türkiye’de taciz ve tecavüzdan dolayı açılan davalara bakınca bu durum daha iyi anlaşılıyor. 2012 yılında Mecliste verilen soru önergesi sonucu Adalet Bakanlığı’nın sunmuş olduğu raporda taciz ve tecavüzün hızlı artış gösterdiği görülüyor. 2002 yılında 5.716 taciz, 8571 tecavüz davası açılmışken 2011 yılında, 12.729 taciz ve10.726 tecavüz davası açılmış. Bu rakamlar sadece yargıya taşınmış olanlar. Bir de yukarıda anlattığımız nedenlerden dolayı yansımayanlar var. Belki de yansıyanlardan daha fazladır yansımayanlar. Bilmiyoruz.
Her ülkede katiller ve sapıklar var. Bu durum, her ülke için bir sorundur. Sorunu azaltmak için AB örneğinde olduğu gibi eğitim proğamları, rahabilatisyon tezleri geliştirilir ve ulgulanır. Ama eğer bir ülkede katillerin ve sapıkların sayısı artıyor, hatta işlenen cineyetler giderek daha vahşi bir hal alıyorsa, burada sorun başkadır. Çünkü artış, o ülkede birşeylerin kötüye gittiğinin işaretleri olarak kabul edilir. Bu durumda yapılması gereken, o ülkenin soysal ve siyasal yapısını incelemektir. Neden, niye artıyor? Hangi koşullar bunda rol oynuyor? diye.
Türkiye’deki duruma da bu açıdan bakılması gerekiyor.
Ülke olarak Türkiye, uzun bir zamandır büyük bir gerilim içinde bulunuyor. (Şu an içinde bulunduğu günlük yaşamı, tamı tamına bir gerilim.) Yoksullaşma da bu sürece eşlik ediyor.Her an patlayacak bir bomba gibi. Kimse kimseyle uyum veya ortak yan arama çabası içinde değil. Bir ülke düşünün ki, saat başı atmosferi değişiyor. Başladığınız günün, akşam nasıl biteceğini bilmiyorsunuz. Sorun burada da kalmıyor; haber ve film dizileri olup evlere ve oradan da bireylerin rüyalarına dek yerleşiyor.
Bu ortamın bireyin iç dünyasına yansıyış hali, önce „kaygı“lanma biçiminde olur. Ama orada kalmaz. Gerilim arttıkça kaygı, korkuya dönüşür. İşini kaybetme, iş bulamama, iflas, her an saldırıya uğrama, sevdiklerini kaybetme, soyulma- çarpılma vb.
Genel gerilimin (ekonomik ve sosyal belirisizlik te bunun içinde) arttığı bir ülkede halkın sistem ve kurumlarına inancı ve güveni azalır. (Türkiye’de yapılan araştırmalarda yargı, parlamento, polis vb. kurumlara karşı halkın güveninin yüzde 40’ın altında olması hiç tesadüf değil) Artan güvensizliğe koşut olarak sorunların çözümüne ilişkin toplummda oluşan kaygı hali, -umutsuzluk- büyür ve giderek derinleşir.
Bu hal, psikoloji de anksiyete bozukluğudur. Toplumda oluşan anksiyete bozukluğu, o toplumun normal bir yaşam kurmasını engeller. Çünkü insanları abartılmış kuşkulara karşı abartılmış önlemler almaya yönlendirir. Hukuk ve güvenlik mezanizmalarının işlemediği algısı, bireyin ego ve süper egosundaki sorgulayıcı, kıyaslayıcı ve muhakeme etme gücünü devre dışı bırakır. Paranoyaklığın bir halidir bu durum.
Ego ve süper egonun devre dışı kalması, alt benin öne çıkması demek. Alt benin bütün dehşetiyle harekete geçtiği bir yerde neler olacağını o kişinin kendisi de kestiremez. Ta ki duvara çarpana kadar. O an da işin işten geçtiği zamandır.
Gerilim atmosferinde yaşayan toplum, „kırılan“ şeyin sesini duyduğunda bu sefer hışımla duvara çarpan şeye yönelir. Zıvanadan çıkmış alt benin dürtüsüyle: „Öldürün! Asın! Verin bize!“ demeye başlar. Genel belirsizlik ve gerilimin üstesinden gelemeyeceği güçsüzlüğü, toplumu bu gibi durumlardan intikam almaya yönlendirir. Bu istenç, toplumun güçsüzlük, çaresizlik halinin dışa vurumundan başka bir şey değil. „Eşeğe gücü yetmeyen, palanını dövermiş!“ öz deyişinde olduğu gibi.
Bu tepki, gerilim-kaos içinde olma hali, gerilim içinde yüzen kurumların işlevselliğini tam olarak yerine getirmediği sisteme karşı bir güvensizliktir. Yani „başı bozukluk“luğu yaratan, işlemeyen kurumlarıyla sistemdir. Devletin ve hükümetin kendini aşırı korumaya alması, halkın itilmesidir.
Peki neden olaylar erken unutuluyor?
Türkiye’de yaşanan olaylar bir merdiven basamağı gibi. Olayların nedenleri küçülürken cinayetlerin vahşet boyutları yükseliyor. Sıçramalı bir gelişme seyri izliyor. Toplumsal gerilime paralel bir yükseliş seyri. Ama onu koşullandıran toplumsal gerilim olduğu içindir ki, toplumsal gerilim, kitlelere yön vermede belirleyici oluyor. Günlük ve hatta anlık değişebilen toplumsal bir ortamın tutarsızlığı, en vahşi cineyetlerin bile kısa sürede unutlumasına neden oluyor. Böyle durumlarda her acının peşini düşülmez, Türkiye’de de düşülmüyor zaten.
Çocuk cinayetlerini işleyenlerin çok azının pedofili olması, yukarıda anlattığımız bu durumla ilişkilidir.
Türkiye kör siyasal bir sürece kilitli kaldığı sürece yeni ve daha vahşi çokca cinayete tanık olacağız gibi...