İKRA“
Hepinizin yakından izlediği, benden iyi bildiği siyasi olayları yazmak biraz sıktı beni. Azıcık da neşelenelim dedim. Umarım gülümsemenize yardımcı olabilirim.
Tüm ön ve arka yargıları engellemek için açıklama:
Aşağıda okuyacağınız öykü Türkiye’de „GÜNEY KÜLTÜR SANAT DERGİSİ“ tarafından yayınlandı. Derginin Genel Yayın Yönetmeni İlyas Emir ve benim hakkımda „Yazı dini düşüncelere hakaret içeriyor“ denilerek dava açıldı.
Davada mahkeme tarafından BİLİRKİŞİ olarak gösterilen kişiler „Öyküde dinsel düşüncelere hakaret olmadığına“ karar verdiler ve öykü mahkeme tarafından AKLANDI, beraat etti.
„İKRA
Tanrı kullarına „Oku“ demiş, onlar bunu „Doku“ anlamış. Diz çöküp rahlenin karşısına Molla Hüsrev, ilk sayfasından, sağdan sola, başladı dokumaya kutsal kitabı.
„Elif, la, mim ... onlara amen, bizlere amin. Ey ben-i Adem, sen yoktur, seni ben yarattım. Ve balçıkla karıp, içine saman kattım. Ve yüzüne bakıp, yüzüne cemalimi resmettim. Ve istedim ki akıllı, uslu gezinip eğlenesin cennetin bahçesinde. Belki bana iyi bir dost olursun dedim. Muhalifin yok değildi, niyetimi anlamayan melekler kırk gün kırk gece feryad-ü figan eylediler, yarabbi yaratma Adem’i dünyaya nifak saçar, dertsiz başını derde sokar, dediler.
Karışmayın işime dedim. Benden iyi mi bileceksiniz? Madem ki elimizi sürdük çamura, bırakın hiç olmazsa eseri yaratalım.“
Dokudu Molla Hüsrev sağdan sola:
„Ve ol yüce varlık ve yedi gün ve yedi gece uğraştı, ol dedi, çamuru cıvıktı Adem’in olmadı. Ve ol dedi ve saman fazla geldi olmadı. Azıcık çamur, azıcık saman gel zaman git zaman ve ortaya çıktı koca bir adam. Adını Adem koydu tanrı ve saldı cennetin çayırlarına otlasın diye.
İnsan o zamanlarda etobur değil, otoburdu ve bumbar ve daşşak kebabını bilmiyordu daha.
„Şol cennetin ırmakları, akar allah deyu deyu“ ve baldandır ve kaymaktandır Kevser Irmakları. Irmakta hurma şarapları, ırmakta kevser şarapları, ırmakta şarap şarapları. Ve bilinir ki Derdalan şarabı, Turasan, Nanelidere ve Bozcaada ve Tekirdağ çıkmamıştı daha ve ırmağın içinde anadan üryan huri kızları vardı ve ırmağa işemek asla ve kat’a yasaktı.
Adem en başta ot yiyenlerdendi. Eti tanımamıştı daha. Saatlerce otladıktan sonra cennetin otlarından, açıp gözlerini kocaman, cıbıldak hurilerin yıkandığı sudan içerdi. Derken derken kokuya geldi, yüreği yandı, bir yerleri kabardı ve azıcık dayandı, sonra bastı feryadı. Melekler uykudalardı ve uyandılar ve gök ırgalandı ve yer daha yaratılmadığından sallanamadı ve Cebrail çaldı kapısını tanrının „Ya rabbi“ dedi, „Saldın başımıza deliyi, çıplak hurilere sevdalandı. Korkarız bu gidişle bir sapıklık edecek. Ya sustur eserini, ya sal bizi gidelim, kurtulalım bu beladan. Sıradan geçirecek bu adam bizi…“
Tanrı çağırdı Adem’i ve dedi „Söz ver uslu olacağına, yapayım sana bir Havva, oynarsın doya doya.“
Ve Adem kırp kesti sesini. Uzattı kaburgasından bir parça ve okudu kaburgaya Tanrı, üfledi ve Tanrının Tanrısı olmadığından kime okuduğu bilinmedi. Ve canlandı yağlı kaburga ve aydan beyaz, nurdan ışıklı bir kadın çıktı ortaya ve Adem’e baktı kadın ve utandı. „Örtün adam“ diye bağırdı Adem’e kadın, „Utanmıyor musun, malı salmışsın mezata ve burada namuslu aile kızı var, başlık parasını bile vermedin daha!“
Adem iki yaprak aldı incirden ödünç ve ilk defa örtünme adına borktan yere borçlandı insan. Ve taktı önüne yapraklardan birini ve ötekini Havva’ya verdi. Adem tutup elinden Havva’nın ve el ele ve güle güle attılar kendilerini İrem bağlarının kuytularına.“
Kaşıyıp her yanını hatır hatır, okumaya devam etti Hüsrev satır satır.
„Ve o saat Tanrı, acele çağırın şunları“ dedi, „Bir hususu unuttum.“ Ve kulaklarına kadar kızarıp melekler dokundular ademe „Seni çağırıyor yaradan“ dediler. Adem biraz homurdandı ve huzura dizildiler.
„Bu ağacı gördün mü“ dedi Tanrı, „Asla ve kat’a yemeyesin meyvesinden. Eğer ki yersen atarım cennetimden. Başına neler gelir ben bile karışamam.“
Rivayet edilir ki tam da o sıra Havva’ya göz kırptı kırmızı elma ve Havva dilini çıkardı ve dili o saat sulandı.
İki ahiret günü sonra Tanrı çağırdı tüm cennet erkanını huzura, „Bu Adem ve bu da Havva, bunları biz yarattık, caımızdan can kattık, yüzümüzden surat yaptık, isteriz ki önlerinde secdeye gelesiniz“ dedi.
Ve melekler büküp boyunlarını, secdeye eğildiler. Fakat o da ne, İblis dimdik ayakta ve çok kötü bakmakta Adem’e ve belli ki maraza çıkaracak ve bu kullarının ilk isyanıdır Tanrıya. „Ben ateşim o çamur, bir balçık parçasına gerdan kırmak, önünde secdeye varmak yakışmaz bana“ dedi iblis.
Şeytana bak şeytana. Ve Tanrı „Atın bunu cennetten“ dediğinde İblis-i lain derdest edilip dersaadetten kapı dışarı edilince içine bir kin doldu. „Eh lan Adem, sen bunu yaptın madem…“dedi ve ilk insan ilk düşmanını kazandı cennet içinden. Ondandır, düşmanın büyüğü evin içinden çıkar, denilir.
Gel zaman git zaman unutuldu şeytan. Ve ortalık süt limanken kandırıp tavus kuşunu ve girip yılanın ağzına illegal olaraktan süzüldü cennete şeytan. Tarihte ilk gerilla savaşıdır şeytanın Tanrıya karşı açtığı savaş ve ilk özel tim elemanı iblis-i lain, şeytan.
Havva elmanın altında sıkıntıyla oturuyordu, Adem uykusunda yeni uzayan bıyıklarını buruyor ve Havva’ya yeni oyunlar kuruyordu. Şeytan dalından koparıp kırmızı elmayı ve uyandırıp Havva’yı ve ‚Al Havva, bak tadına kırmızının ve bu kıyağı unutma’ dedi ve Havva uyup şeytana elmayı ısırıverdi. O saat uyandı Adem ve gördü ki Havva bir şey yemekte ve kendine vermemekte. Ve Havva ona da verdi ve onlar elmayı birlikte yediler.
Bu insanın Tanrıya karşı ilk suçudur ve cennette işlenmiştir. Ve ondandır insan ilk suçunu kendi evinde işler her zaman. Ve onlar elmayı yediklerinden ve sonradan soyları hep ayvayı yediler.
Ve birden yarıldı gök ve çaktı şimşek ve yağdı yağmur ve bir çamur gölünde Adem şiirsel olarak aslına dönecekken Havva’ya „Ulan“ dedi, „Şimdi bastık tarağa“. Bu insanın ilk küfürüdür, cennette edilmiştir ve ondandır insan ilk küfürü evinde eder.
Ve Tanrı gazaba gelip ve cennetinden yeryüzüne attı onları. „Ekmeğini topraktan çıkaracaksın ve toprağa döneceksin Adem“ dedi Tanrı ve „Sancılarla, ağrılarla doğuracaksın çocuklarını Havva“dedi.
Ve eline alıp sabanı Adem yardı karnını toprağın ve buğday ekti ve Havva tarladan, topraktan daha bereketliydi ve her batında bir kız bir oğlan verdi Adem’e. Önceki kız sonraki oğlanla, önceki oğlan sonraki kızla evlendi ve o zaman böyleydi, soya soy katılmalı, Ademler çoğalmalıydı.
Ve Kabil çok sevdiğinden Habil’in alacağı kızı, çekip bıçağı kopardı başını Habil’in. Bu da ilk cinayetidir insanın. Habil’i toprak sakladı ve bu gelenek oldu. Ve bir toprak Adem’e „Hem benden oldun hem üstüme kenef kurdun, gel bakayım kucağıma“ dedi ve Adem toprağa girdi. Nedeni yok ölümünün Adem’in, rejisör böyle istedi.“
Tam rejisöre sövecekken Hüsrev imana geldi ve sağdan sola dokudu:
„Ve peygamberler geldi sonradan ve kavimler türedi ve türeyen kavimler türemiş olarak azdılar ve Tanrı „Biz onları ıslah etmek isteseydik edemez miydik“ dedi ve uslansınlar diye kavimlerin başına Yunus’u gönderdi.
Yunus ürkek, Yunus sefil ve Yunus kurbağa gibi korkaktı. Kavmine bakıp „Ederim bu kavmin içine, Tanrının düzeltmek istemediğini ben mi düzelteceğim“ dedi ve memleketi terk etti. Bir gemide dayanıp güvertede şarap fıçısına giderken koptu kıyamet. „Bitez Yalısı“ bilinmiyordu o günlerde ve gemi asfaltta değil denizde gidiyordu. Bir fırtına, bir tufan ve gemi kaptanı „Bu gemide bir fazlalık var“ diyerek ve Yunus’u suçlayarak fırtına dinsin diye attırdı denize Yunus’u. Bir balık yuttu onu, getirip kıyıya „Senin gibi korkak peygamberin…dön kavmine lan“ diyerek tükürüp gitti. İşte o balığın adıdır Yunus ve Yunuslar gider gemilerle birlikte.
Tanrı acıyıp Yunus’un dualarını kabul, kavmini helak etti. Ve sonra Yunus toprağa girdi ve bir gün İdris geldi. Söküğü yırtığı dikerdi İdris ve terziden sayılırdı. Hanok denirdi ona, Hermes denirdi. Ve İdris baktı dünyanın haline ve gördü ki işçilik ucuz, kumaşlar kalitesiz, yaşamak pahalı, müşteri huysuz ve ağlamaya başladı. “Bir kere cennetini göreyim Tanrı” dedi, “Bir kere görüp çıkayım dışarı.”
Ağladı İdris ve gözyaşları sel oldu ve ağladı İdris ve gözyaşları kan irin oldu. Melekler çıktılar huzuruna Tanrının ve dediler “Sustur şunu ya rabbi. Burada helak olduk, bu ne feryat bune ağıt ve ırmakta bile yıkanamıyoruz artık.”
“Getir” dedi Cebrail’e Tanrı ve Cebrail getirdi onu. İdris cennetten dalıp içeri, bağdaş kurdu hurma ağacının altına ve kevser ırmağı yanındaydı ve ballı incirler dalındaydı ve cennette herkes çırılçıplak olduğundan kimse elbise diktirmiyordu ona. Ve İdris’in bir kez yattığı huri anında kız oğlan kız oluyordu. İdris kendi yelek astarlarından daha sağlam hurilere bakıp bakıp hayran kaldı, bunlardan ne biçim astar olurdu ama... Ve Cebrail “Vakit tamam, toparla tası tarafı, evine götüreceğim seni” dediğinde İdris hemen dayılandı: “Çek mi verdim senet mi? Çok sevdiysen dünyaya sen git, ben burada kalıyorum.” Cebrail dedi “Sen cenneti görüp gideceğim demiştin.” Ve İdris “Yanıldım. Yanılmak kullara mahsus” dedi ve şüphesiz Tanrı affedicidir. Ve bu Tanrının kulları tarafından tezgaha ilk getirilişidir ve İdris hem terzilerin hem üç kağıtçıların piridir.”
Molla Hüsrev kendi terzisinin sülalesini anımsadıktan sonra yırtık pantolonunu yukarı çekti ve dokudu:
“Boş kalınca başları, azdı Ademin oğulları. Ve Nuh onlara “Azmayın” dedi ve azdılar ve Nuh onlara “Kızarım” dedi ve onlar yine azdılar. Ve kaldırıp ellerini havaya “Görüyorsun” dedi Nuh. “Bizim gemi hazır ve topladık çift çift hayvan ve burada olmayanları uzaktan ithal ettik” ve o saat yağmur başladı ve yağmur tufan oldu ve en büyük hayvanat bahçesinden daha büyük gemi çıktı yola ve günler günler geçti ve kara görünmedi. Ve kargayı gönderdi Nuh ve “Bul karayı al parayı” dedi, karga geri gelmedi. Ve güvercini gönderdi Nuh, güvercin zeytinle geldi. Ve gemi o saat oturdu karaya ve çıktılar canlılar gemiden ve uzun yolculuk boyunca çok acıktıklarından birbirlerini yiyerek ve çiftleşerek çoğaldılar ve Nuh toprağa girdi. Ve Adem’in oğulları yine çoğaldılar ve azdılar ve azdıkça çoğaldılar ve yayıldılar ve kimileri kadınları öldürüp kadınsız kaldılar ve azdılar ve çeşit olsun ve çeşni bulsunlar diye oğlancı oldular ve Lut geldi.
Ve Lut onlara “Kondom bulunmadı daha ve AIDS olursunuz” dedi ve Lut kızdı ve onlar Lut’a “Kızlarını bize gönder” dediler ve Lut’un karısı da onlardan yanaydı ve Lut Tanrıya yalvardı. “Fiil’i livatacı oldu bunlar ve içlerinde karım da var. Bela istiyorum bunlara.” Ve dinledi Lut’u Tanrı ve bela geldi. Gökten Ebabil kuşları taş yağdırdı aşağı ve Ad Kavmi taş altında kaldı ve helak oldu ve kafasına bir tek taş değmeyen Lut iki kızını alıp mağaraya gitti ve Lut’un güzel kızları orada canları çok sıkıldığından babalarına şarap içirip ve başka erkek bulunmadığından ve babalarıyla birlikte oldular ve yeniden çoğaldılar ve Lut şarabı fazla kaçırdığından bunu, yani kızlarına ne yaptığını bilmedi.”
“Tanrının hikmeti bu, kimse bilemez” dedi Molla Hüsrev “Bilse ne? Bir meyve ağacı yetiştirmişsen meyvesini ilk sen mi yersin, başkasına mı verirsin?”
Ve dokudu inceden Hüsrev:
“Gel zaman git zaman ve Yahuda’nın soyundan İsrael insanlara peygamber oldu. Ve İsrael gidince Musa geldi. Ve Tanrı lanetlemişti o kullarını ve Yahuda oğulları inanmıyorlardı Musa’ya. Ve Musa otlatırken koyunlarını ve çalarken kavalını ve bir ses geldi hüdadan ve “Kutsal toprağımdasın, ayakkabılarını çıkar lan” dedi ses. Ve Musa korkudan kaçacak oldu ve kaçamadı ve “Neden ben, beni neden seçiyorsun, bunlar beni öldürürler” dedi. Ve Tanrı onun yüreğine cesaret ve eline On Emir’i verdi ve Musa dağdan inip On Emir’i onlara okuduğunda onlar kendi yaptıkları altından bir buzağıya tapıyorlardı ve Musa’yla alay ettiler ve “Tanrıya söyle bize hıyar, sarımsak ve soğan göndersin” dediler, “Onlar emirlerden daha çok işimize yarar.”
Ve Musa emirlerin yazılı olduğu taşı atınca ortaya Tanrı “Lanetledim bunları, yurtsuz kalacaklar” dedi. Ve Musa yarıp kılıcıyla Kızıl Deniz’i ve aldattı Firavun’un adamlarını ve Yahudaoğulları Filistin’e geldiler.”
“Yahudiler bunlar” dedi Molla Hüsrev burnunu karıştırarak, “Şimdi de yurtsuz sayılırlar.”
Ve dokudu:
“Meryem güzelce bir kızdı ve isteyeni beğeneni sayılamazdı ve Meryem inat etmiş evlenmiyordu ve Meryem’in halası da güzeldi ve sonuçta Meryem’le İshak evlendiler ve zaman fanidir geçer gider ve odaya girince yoksul İshak yiyecekler, içecekler gördü ortada ve sordu İshak: “Meryem bu sana nerden?” Ve “Bu bana Tanrıdandır” dedi Meryem ve her gece Cebrail yakışıklı bir delikanlı olup ve hüdanın emriyle göründü Meryemle halasına ve yiyecekler, içeçekler getirdi ve bir de yataklarında ısıttı onları soğuk çöl gecelerinde. Ve hem Meryem ve hem halası hamile kaldı ve İshak Meryem’e her gece sordu “Meryem bu sana nerden?”
Ve vakit geldi ve Meryemle halası doğurdular ve Meryem İsa’yı doğurdu ve halası Vaftizci Yahya’yı doğurdu ve Yahya İsa’yı bulanık bir suda vaftiz etti ve kötüler ininmadılar ve İsa Tanrının oğlu oldu.”
“Tövbe ya rabbi, tövbe ya yaradan” dedi Molla Hüsrev ve dokudu:
“İsa’nın bir eşeği ve bir asası, bir çift sandaleti vardı ve İsa plaja gidemediğinden Tanrı onu peygamber yaptı ve İsa Kudüs’e gitti. Ve inanmamışlar ve iftiracılar ve ispiyonlar İsa’yı yakalayıp üç çiviyle çarmıha gerdiler ve Cebrail iki gözü iki çeşme gece yarısı onu cennete götürdü.”
“Cennet mi” diye mırıldandı Molla Hüsrev, “Remarque diye bir yazar onun Somme Cephesi’nde savaşırken öldüğünü söylüyor. Ama rab bilir, kitap bilir.” Ve dokudu Hüsrev:
“Ve insanlar altından puta, keçiye, koyuna taptılar ve azdılar ve helak edildiler ve Araboğlu Abdulmuttalip’in karısı Amine hamile kaldı. Ve vakit geldi ve bebek doğdu adını Mustafa koydular ve Mustafa yoksuldu ve güzeldi. Ve “Evvel adın başlayalım çorbadan/ limon sıkmak vacip oldu sonradan/ Çok severidi turşu ile cacığı/ döve döve satak etti çocuğu/ Geldiler siz bulasız ottan necat/ aşk ile şevk ile eyleyelim esselat.”
Ve Mustafa yoksul büyüdü ve kervancı oldu ve o günlerde insanlar putlara tapıyorlardı. Ve Hatice adlı kutsal ruh ve zengin kervancı evlendi Mustafa’yla. Ve Mustafa Hind’e Yemen’e, Arab’a, Yahudi’ye mal taşırdı ve biri beşe satarak ve borsaya para katarak zengin oldu ve her zengin gibi hemen sevildi. Ve bir gün uyurken Cebrail geldi. Ona emir getirmişti ve “İkra-Oku” dedi, “Tanrının adıyla oku!”
Mustafa ümmiydi ve okuma yazma bilmezdi ve okul yüzü görmemişti ve parmak hesabı yapardı ve develer asla parmakla sayılmazlardı, Mustafa koşa koşa indi Mina’dan ve yetişti eve ve “Üstümü ört Hatice, kötü gelecek netice” dedi ve Hatice onun üstünü örttü ve “Seni çağıran Tanrıdır” dedi ve “Oku” dedi ve Mustafa okudu: “Tanrı birdir ve ondan başka Tanrı yoktur.” Ve Mustafa putlara savaş açtı ve Ali’yi pehlivan olarak yanına aldı.
Ebu Cehil “Aklını başına topla Mustafa, kervanı yoldan çıkarma, diken batar develerin ayaklarına” dedi ve ayetler geldi ve Mekkeliler Mustafayı taşa tuttular ve o yatağına Ali’yi yatırıp Medine’ye gitti. Atın aptalı rahvan insanın aptalı pehlivan olduğundan ve Ali başına gelecekleri bilmediğinden ve mışıl mışıl uyurken çoğaldı ümmet, çoğaldı ayet ve çoğalan kadınları evde dert oldu Mustafa’nın başına. Ve ayet geldi: “Onlara de ki-yani kadınlara-
Allah isterse ona-yani Mustafa’ya-sizden daha güzellerini verir ve boşatır sizleri.” Ve tartışmalar kesildi kadınlar arasında. Ve Mustafa yaşlıdır ve evde kadın çoktur ve kadınlar gençtir ve kuşku düşer insanın yüreğine. Yüreğe kuşku düşünce insanın aklı sulu armut gibi olur ve insanlar evlere pencerelerden girmeye başlarlar. Bunun için Tanrı peygamberine yeni bir ayet gönderdi ve dedi ki: “Evlere kapıları dururken pencerelerden girmeyesiniz!”
Demek ki kapı yerine pencereyi seçenler, gece yarısı kendisinden geçenler vardı ve bu durum elbette allahı ve peygamberini huzursuz ediyordu. Ayetler yetmeyince sureler geldi ve dendi ki:
“Peygamber karılarıyla asla yüz yüze konuşmayasınız. Ola ki kalbinize bir gölge düşe. Araya bir perde koyasınız.“
„Peygamber evde yokken evine gidip kadınlarını rahatsız etmeyesiniz!“
„Peygamberden izinsiz kadınlarından biriyle görüşmeyesiniz!“
„Biz ona-yani Muhammed’e“ amca kızlarını, hala kızlarını, teyze kızlarını, dayı kızlarını yetimleri ve dulları helal kıldık.“
„Bize dört karıyı çok görenler utansın“ dedi Molla Hüsrev ve dokudu:
„Ve elbet tüm kullara verdik bunları.“ Sonra dendi ki „Kadınlar sizin verimli tarlalarınızdır, onlara istediğiniz biçimde gelebilirsiniz. Ne giydiğiniz önemli değil, ister takım elbiseli ister çıplak, ister kundurayla, isterse çarık…Tarlaya giderken öküzleri unutmamalısınız….Ve eğer tarlalar sizin gelişinize itiraz edecek olurlarsa, yatağınıza girmez, tohumunuzun kalitesine karşı çıkarlarsa „Kadınlarınızı kolunuzu dirsekten kırmadan, ince bir çubukla dövebilirsiniz.“ Yani ki „Usl ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.“
Kadınlarınızdan biri kendini aç hissedip bir başka tarla sürücüsüyle aşna fişne ederse, yani zinaya baş vurursa „Taşlayıp, öldüreceksiniz!“
„Duyun lan karılar“ diyerek bir de eşlerine dokudu Molla Hüsrev bunları. Ve „Yaradan büyüktür“ diyerek dokumayı sürdürdü.
„Sabine bir güzelce kadındı, Tekfur’un karısı. Tekfur’a savaş ilan edilmişti, müslüman olsun diye. Tekfur inatçıydı, tek kendisine inanıyordu dünyada, bir de karısına.
Savaşta yenen yenileni yağmalar, ganimet elde eder. Ganimet altındır, gümüştür, güzel kadındır. Ganimetin üçte biri ashabın ve üçte biri peygamberin ve üçte biri allahındır. Allah kendi üçte birini bakıp büyütsün diye peygambere teslim etmiştir. Savaşanlar çer çöp toplar.
Tekfur Yahidi’dir, Yahudinin malı helal karısı haramdır müslümanlara. Ama Sabina güzel, Sabina bir harikadır. Tekfur yenilmiş, kale alınmıştır, Mustafa da alır Sabina’yı koynuna, başlar bir dedikodu, Mustafa bir Yahudi kadını nasıl koynuna koydu.
Peygamber sıkışınca Allah yetişir, iner bir ayet, denir ki “Sabina önceden adamıştı kendini dine, yalvarıyordu allaha ve Mustafa’dan habersiz müslüman olmuştu. Geriye kalmıştı nikah, onu da kıydı Mustafa.” Ve daha bir yığın savaş dulu, bularak doğru yolu Arap çadırlarını boyladılar.”
“Hikmetinden sual olunmaz. Ne günlermiş o zaman. O zaman yaşamalıymış insan” dedi Molla Hüsrev, başladı Ayşe’nin öyküsünü dokumaya.
“Ayşe Radyallahu han anamız-peygamber karıları anasıdır müslümanların- yedi yaşında iken ve babası öldükten sonra ve ortalıkta yüzü gözü sürtülüp ve zebil olmasın diye karı seçildi Mustafa’ya. Ve Mustafa o zaman ellisinin üstünde ve misket oynamaktaydı. Derken gel zaman git zaman, zaman da savaş zamanı olduğundan ve yine bir savaşa tutuşulduğundan ve evde yaşlı kadınların arasında canı sıkılmasın diye Ayşe’nin ve Mustafa yanına alıp onu ve götürdü savaş alanına.
Ordu karargah kurmuştu, Ayşe bir devenin üzerinde ve mahfelinde uyumaktaydı. İnsan hali bu ve Ayşe birden uyandı, tuvalete çıkmak istedi ve deveden indi, mahfelin perdeleri inik olduğundan ve Ayşe içeride ki dışarıda mı kimse bilemedi ve o sırada Ayşe kumların arasında yıldızları sayarken kervan kalktı gitti.
Ayşe geri döndü aman allahım, kervanın yerinde yeller esmekte ve bir adam onu beklemektedir. Bu adam Halid bilmem kaç bin Velid isimli biriydi. Ve Ayşe’ye göz kulak olmaktaydı. Halit bindirdi devesine Ayşe’yi ve orduya yetiştirdi. Ve işte o sırada fesatçılar “Ayşe Halit’in devesine niye bindi” demeye başladılar.
Muhammed sıkıntıdan buram buram terlerken, serin bir vaha yeli gibi ayet geldi: “Ayşe tuvalete gitmişti, o sırada inci gerdanlığını düşürdü, gerdanlığı ararken gitti kervan, farkında olmadı Ayşe. Halid’dir ona göz kulak olan. Zina mina yoktur ortada. Hem kim gördü zinayı? Kim ki zina iddia eder, dört erkek şahit bulmak zorundadır ve şahitler mutlaka zinayı görmüş olmalıdır.”
Ve iftiracılar ve fesatçılar ve şeytanın tırnakları, zinayı gören dört erkek şahit bulamadıklarından susup oturmak zorunda kaldılar.”
“Kendinize ve kolyelerinize dikkat edin karılar, ortalık fesat dolu. Sen zalimlerden, iftiracılardan bizleri koru ya rabbi“ diye inledi Molla Hüsrev ve kitabın sonraki sayfalarını bırakıp en genç karısına seslendi:
„Ocağa suyu koy ve gel üstümü ört karı ve sıcak et yatağımı ve tohum ekeceğim.“
Ve insanlar çoğaldılar ve çoğaldıkça azdılar ve azdıkça çoğaldılar ve iki defa dünya savaşı çıkardılar ve kondom bulundu ve insanlar biseksüel ve heteroseksüel ve monogami ve poligami ve anagami ve babagami ve lezbiş ve homo ve Taliban oldular ve tarlaları ikili üçerli sürmeye başladılar ve grup seksi serbest oldu ve üçüncü dünya savaşı çıktı ve seksşoplar açıldı ve lastikten her şey yapıldı ve AİDS oldu insanlar ve bir daha peygamber gelmedi.
Dünyanın düzeltilecek hali kalmamıştı….“