“Kıraçlar çarptıkça dağlara

Gül göçürür şafağından

Doğanın altın şafağından

İnsanın altın şafağından

Tarihin altın şafağından

Biz kırıldık daha da kırılırız

Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.”[1]

Nurhak’lı, 6 Mayıs’lı Onlar, “bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/ güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı/ hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı/ gittiler akşam olmadan ortalık karardı,”[2] dizelerinde tarif edilenlerdi…

1952’de Diyarbakır, Dicle dünyaya gelen, “Yiğitliği, cesareti, şövalyeliği, gururluluğu, arkadaş canlılığı, dik kafalılığı, zekâsı, yakışıklılığı, fidan gibi dal inceliği, Zaza inadı, kararlılığı...”[3] ile müsemma; Kızıldere’de kurşunlanıp, 12 Mart’ta hakkında “Vur emri” çıkarılarak afişleri duvarlara asılan, Avni Gökoğlu’nun has yoldaşı Ömer Ayna, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın aralarında bulunduğu birçok isimle Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)’nu kurup mücadele tarihini alevlendiren, devrim ve halkın kurtuluşu ateşinin bedelini canlarıyla ödeyenlerdi Onlar… Aralarındaki kadın militanları anmadan geçmek olmaz: Türkan Sabuncu, Ayten Canatan, Nuran Ağırnaslı ile- Gülay Ünüvar (Özdeş)…[4]

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmelerinin; Mahir Çayan ile dokuz devrimcinin yoldaşlık uğruna çıktıkları yolda Kızıldere’de katledilmelerinin; Nurhak Katliamı’nın; İbrahim Kaypakkaya’nın Diyarbakır Zindanı’nda öldürülmesi üzerinden yarım yüzyıl geçse de halkın davasını sahiplenişleri, sosyalist özlemleri, anti-emperyalist coşkuları, zulme boyun eğmezlikleri ve kararlı mücadeleleriyle aramızdalar hâlâ Onlar: Yol göstermeyi sürdürüyor ve hâlâ en önde yürüyorlar.

* * * * *

Can Yücel’in ‘Mare Nostrum/ Bizim Deniz’indeki “En uzun koşuysa elbet/ Türkiye’de Devrim/ O, onun en güzel yüz metresini koştu/ En sekmez luverin namlusundan fırlayarak/ En hızlısıydı hepimizin/ En önce göğüsledi ipi/ Acıyorsam sana anam avradım olsun/ Ama aşk olsun sana çocuk/ Aşk olsun!” dizelerindeki üzere hepsi “devrimin en güzel yüz metresini koştu”lar; Murathan Mungan’a, “Geçse de yolumuz bozkırlardan/ Denizlere çıkar sokaklar...” dedirterek; bir su damlasının dahi nihayetinde Deniz ile buluştuğu gerçeğini belleklere kazıdılar…

Nâzım Hikmet’in, “Bulut mu olsam,/ gemi mi yoksa?/ Balık mı olsam,/ yosun mu yoksa?/ Ne o, ne, ne o./ Deniz olunmalı, oğlum,/ bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla...” dizeleri sanki Onu/ Onları anlatırken; göze aldıkları az buz şey değildi, devrimin güncelliği fikriyatına sarılıp, “devrimcinin görevi devrim yapmaktır” şiarıyla yollara çıkmış; dövüşerek düşüp, güneşe gömülmüşlerdi.

“Ölümle dans ediyorlardı. O kadar ki, ölüme giderken bile “şaka” yapmaktan geri durmuyorlardı. 6 Mayıs 1972 sabahı Deniz Gezmiş idama götürülürken, kendilerinden sonra dördüncü sırada bulunan idam mahkûmu olan Mete Ertekin’e şöyle seslenebiliyordu: “Meteee korkma sen gelene kadar orayı da örgütleyeceğim, merak etme!’…”[5]

Onlar dediklerini bir an dahi tereddüt etmeden yaptılar da!

Darağacında “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!” savaş ve zafer haykırışıyla yeri göğü inleten Deniz Gezmiş gibi…[6]

Kolay mı? Ezilenlerin her türlü baskıdan, zulümden, ayrımcılıktan kurtuluş davasının parlamentoda laf yarıştırılarak gerçekleştirilemeyeceğinin bilinciyle Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan, Sinan Cemgil, Hüseyin Cevahir, Cihan Alptekin ile İbrahim Kaypakkaya’nın üyeleri oldukları TİP’ten parlamentarizmi reddederek ayrılmışlardı…

Evet, evet Onlardan bize kararlılığın onurlu tarihi kaldı!

* * * * *

“Darağacındaki Üç Fidan” olup filize durdular…

Anatole France’ın, “Yalnızca despotlar otoriteyi sağlamak için ölüm cezasını gerekli olarak görürler”se de Onlar öldürülemedi/ yok edilemedi…

Kim de derse desin; “Darağacından bugünlere ulaşan manifestodur Onlar”…[7]

Kaldı ki Platon’un, “Zor olan, ölümden sakınmak değil, haksızlıktan sakınmaktır. Çünkü kötülük ölümden çok daha hızlı koşar”; Epikuros’un, “Ölümden korkmak anlamsızdır çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuzdur”; John Berger’in, “Hayat ölümü içerebilir, ama ölüm hayatı içeremez,”[8] ifadelerinde vurguladıkları üzere kısacık onurlu yaşamları ve devrimci mücadeleleri ile tarih(imiz)e damga vurdu “Üç Fidan”…

Ankara Ayaş’ta 1947’de doğan Deniz Gezmiş, devrimcilerle lise yıllarındayken tanıştı. 1965’te Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. 1968’de 6. Filo protestolarına katıldı, İstanbul Üniversitesi’nin işgaline liderlik etti. 28 Kasım 1968’de ABD büyükelçisinin İstanbul’a gelişini protesto etmek amacıyla düzenlenen eylemde tutuklanıp serbest bırakıldı. Filistin’de eğitim aldı. THKO kurucularındandı. 1971’de dört Amerikalıyı kaçırdı. 12 Mart Muhtırası’nın ardından idama mahkûm edildi.

1947’de Yozgat’ta doğan Yusuf Aslan, 1966’da ODTÜ’ye girdi, devrimci mücadeleye katıldı. ODTÜ işgalinin önde gelen isimlerinden olan Aslan, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Commer’in arabasının yakılması eylemine katıldı. Daha sonra Filistin’e gitti. Aslan, 16 Mart 1971’de Deniz Gezmiş’le birlikte Nurhak’a giderken Sivas Şarkışla’da kolluk kuvvetleriyle girdiği çatışmada vuruldu. Tedavisi sonrasında Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde yargılanan Aslan, idam cezasına mahkûm edildi.

1949’da Sivas’ta doğan Hüseyin İnan, 1966’da ODTÜ’de okurken devrimci mücadeleye katıldı. 6. Filo eyleminin düzenleyicilerinden olan İnan, toprak işgalleri gibi eylemlerde yer aldı. ODTÜ Hazırlık boykotunun örgütlenmesine önderlik etti. THKO’nun çekirdek kadrolarından olan İnan, Filistin’e eğitim kamplarına gitti. Şubat 1970’te Türkiye’ye geri döndüğünde Diyarbakır-Antep yolunda bir otobüste yakalandı. Diyarbakır’da devam eden yargılama sonunda Ekim 1970’te tahliye oldu. 23 Mart 1971’de Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde düştükleri pusuda yakalandı ve Ankara 1 No’lu Sıkıyönetim Askerî Mahkemesi idama mahkûm edildi.

İdama giden süreçte memleketin hâlini, “Okulsuz, yolsuz, açlığa terk edilmiş hâlde, halkının yüzde 70’i hâlâ okuryazar olmayan, 500 bin işçisi Almanya’ya göçmen olarak gitmek isteyen, ağır sanayi diye kolonya fabrikalarının açıldığı, tarikatçılığın, Nurculuğun, Kur’an kurslarının asırlar öncesinin geri düşüncelerini yaydığı bir Türkiye… Ülke toprağının 35 milyon metrekaresi, ABD emperyalizminin silahlı gücüne teslim edilmiştir. Misakı Milli içinde bir halk olan Türk halkıyla tarihi bir kardeşlik sınavı vermiş bulunan Kürt halkının dili, kültürü asimilasyona tabi tutulmuş, bu halkın özdili ve kültürü ortadan kaldırılmak istenmiştir. Şeyhlik vardır Türkiye’de. Doktor nedir bilmeyen insanlar, onların idrarını içerek, bastığı toprağı muska yapıp saklayarak dertlerine derman aramaktadırlar. Türkiye bu çağ dışı koşullardan kurtarılmadıkça, Süleymancılık, Nurculuk, şeyhlik, derebeyi artığı toprak ağalığı ve işbirlikçi sermaye kurumları tasfiye edilmedikçe Demokrat Partiler, Adalet Partiler hep iktidara geleceklerdir. Ve hem de “milli iradeyi” temsil ettiklerini söyleyeceklerdir,”[9] diye anlatan Hüseyin İnan, “Ulusal Mesele”ye ilişkin, ekliyordu:

“Kurulan hükümette Türk milliyetçileri hâkim durumda idi. Bu nedenle Türkiye’nin sınırları içinde yaşayan hiç bir ulusa demokratik hak ve özgürlükleri tanınmadı; tam tersine, bütün uluslar asimile edilmeye başlanarak Türk ulusu imtiyazlı bir duruma getirilmeye çalışıldı…”

Dik durup, diklenişleri; diz çöktürülüp, teslim alınamayışlarıyla XX. yüzyılın devrimci ruhunun temsilcileri ve sonraki kuşaklara örnek oluşturdu Onlar.

Birer simge, kızıl yıldız, çoban ateşi olarak tarihte yerlerini aldılar.

Cesaretine, dirençlerine hayran olmamak imkânsızdı.

Çünkü “Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarının nasıl korkunç bir haksızlık, adaletsizlik olduğu, ideallerini boğmak ve intikam almak için tamamen siyasi bir kararla asıldıkları, sayının bile buna göre ayarlandığı, Meclis’te ahlâksızca ‘Üçe ‘ç” çığlıkları atıldığı konusunda, en azından birazcık aklı ve vicdanı olan herkes nezdinde bir fikir birliği oluşmuş durumda.”[10]

Kaldı ki, “Siyasal iktidarlara bağımlı, emir komuta zinciri içinde hareket eden rütbeli askerlerden oluşan, mahkeme başkanının hukukçu bile olmadığı bir oluşum, mahkeme değildi. Halit Çelenk’in ifadesiyle ancak bir kurul olabilirdi.

İdamlardan sonra Başkan Elverdi’nin ve savcı yardımcısı Baki Tuğ’un Demirel’in partisinden milletvekili seçilmeleri ve yaptıkları açıklamalar bile tek başına mahkemenin ‘tarafsızlığı’nı anlatmaya yeterdi.”[11]

Onlar yaşıyor: 6’ncı Filo’yu denize döken; emperyalizme, faşizme, savaşa, açlığa, yoksulluğa karşı mücadele bayrağını ellerinden düşürmeyen Üç Fidan’ın mücadelesi bugüne ve geleceğe ışık tutmaya devam ediyorken; ütopyaları da vazgeçenlere, parlamentaristlere inat savaşıyor.

“Asanlar başaramadılar!”[12] vurgusuyla hatırlatmadan geçmek olmaz: Birçok şeyin parlamentarist abartılarla 14 Mayıs 2023’ seçimlere endekslendiği felaket tablosunda geçmişten kalan ne varsa tarihin tozlu raflarına tıkıştırıldığı, her şeyin piyasa mabedinin çerezi hâline getirildiği, yalanların gerçekmiş gibi sunulduğu bir çağda hafızasızlaştırmaya inat geç(me)miş, bugün, gelecek güzergâhında tüm heybetiyle yürüyor “Üç Fidan”ın kararlılığı…

* * * * *

Ve “Biz ODTÜ’de sadece üç kelime İngilizce öğrendik: ‘Yankee go home!’…” haykırışıyla 31 Mayıs 1971’de Nurhak’ta katledilen  -THKO’nun Hüseyin İnan’la birlikte en önde gelen iki önderinden biri olan- Sinan Cemgil (hocamız) eklerdi:

“Bir kısmımız ve hatta hepimiz ölebiliriz ama öyle bir ateş yakacağız ki bu ateş bir daha hiç sönmeyecek, söndürülemeyecek!”

Kolay mı?

16 Mart 1971’de Malatya Kürecik’teki Amerikan radar üssünü tahrip etmek için yola çıkan THKO gerilla grubu, 31 Mayıs 1971’de Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesine bağlı İnekli Köyü civarında mola verdikleri esnada jandarma tarafından kuşatıldığında teslim olmayıp birliklerle çatışmaya girmiş ve Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan çatışmada öldürülmüştü.

“Öldürüldükleri” zannedilen Onların Nurhak’ta tutuşturdukları isyan ateşi söndürülemedi; büyük bir yangına dönüştü. O ateşin kökleri Mustafa Suphi TKP’sine kadar uzanır.

Malum Sinan Cemgil’in ailesi, Türkiye’de komünist olmanın bedelini herkes gibi ödeyerek yaşadı. Sinan Cemgil, babası hapse düşünce öğretmen annesi Nazife Cemgil İstanbul’dan Yozgat’a sürüldüğü için ilkokula Yozgat’ta başladı. Kendinden iki yaş büyük ağabeyi Dumrul ile “yamyamın çocukları” türü sözlü sataşmalara maruz kaldı.

“Kızıl bezli bebek”, TKP Genel Sekreteri’nden Ruhi Su’lara kadar komünizmin tarihine geçmiş insanların arasında büyüdü, onların fikirlerini duydu, pratiklerini izledi.

Sinan Cemgil erkenden onların duyarlılıklarını da fikirlerini de içine çekmiş olmalı. En azından, Türkiye’de bu konuda fikir üreten ya da sanatıyla, edebiyatıyla işçi sınıfı ve emekçilerin davasına katkıda bulunan insanların ortamında bulunmuş olmaktan dolayı ODTÜ’ye geldiğinde kulağı zaten dolu, aklı zaten yüklüydü.

Bu durum aynı zamanda Sinan Cemgil’i dönemin, kısa bir süre için de olsa bütün solu kavramaya çalışan partisi olan TİP’in önderleri (Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren vb.) nezdinde ayrıcalıklı kılar. Her biri “Adnan Cemgil’in oğlu”nu gayet iyi tanımakta ve bu akıllı, militan, efendi, üstüne üstlük yakışıklı gence sempati duymaktadır. İlginç bir öykü, Sinan’ın gerillaya çıkmasına çok yakın bir dönemde TİP’in Senato’daki (o dönemde Meclis iki kamaralıydı) tek üyesi olan Fatma Hikmet İşmen’in evinde baş başa bir yemeğe davet edilmesidir.

Davet “masum” değildir: “Fatma teyzesi” Sinan’ı parlamenter politikanın dünyasının dışına çıkmamaya ikna etmeye çalışmakla geçirmiştir geceyi.[13] Ancak nafileydi…

Ve 31 Mayıs 1971: Sinan Cemgil kelimenin gerçek anlamıyla “daha ilk hücumda” hayatını yitirdi; Onlar 1968 kuşağında “cephede” ölen ilk ekipti; Turgut Uyar’ın, “Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca/ Eller temizlenecektir/ Bir tören olacaktır/ Ölülerimiz toplanacaktır,” dizelerini muştularcasına!

* * * * *

Diyeceklerimizi toparlasak: Onlar, “Anne bak kral çıplak” diye haykıran çocuklardı; Sokrates’in, “Dürüst bir insan daima çocuk kalır…” ifadesindeki gibi…

Turhan Feyizoğlu’nun, “Asıl hedefleri onların kafasındaki ideallerdi,”[14] vurgusuyla betimlediği Onlar hiçbir zaman ölmedi. İdam edilip, fiziki olarak aramızdan koparılmaya kalkışılsa da, ideallerini yok edemediler!

Hani der ya A. Kadir, “Ebemkuşakları gökyüzünde fır dolandı./ Yürüdü dağlardan ovalara doğru/ gümbür gümbür bir deli su, / yıktı bu su önüne geleni,/ bu su çoğala çoğala./ İnsanlar insanları aldı götürdü./ Ne kavga kaldı, ne zulüm, ne korku”; öyle işte!

Ve bizimkilere dair, “Ne de olsa Mustafa Kemal Atatürk’ün zekâsı, devrimci kimliği, tarihimizden, bize de bir şeyler bulaşıyor. Kolay uyutulan zaaflarımız ile, dibe vurduğumuzda, direngen karşı durma gücümüz kıpır kıpır kıpranıveriyor,”[15] zırvasına sarılanlara kısacık bir yanıt: “Sosyalist Kemalist olmaz.”[16]

Bizimkiler radikal sosyalisttiler ve biz(ler)e düşen, devrimci, sosyalist değerler uğruna ölüm(süzlüğ)ü kucaklamak pahasına, bir adım dahi geri atmayanların yaktığı o ateş harlı tutmaktır.

11 Nisan 2023, 14:39:23, İstanbul.

N O T L A R

[*] Newroz, Mayıs 2023…

[1] Cemal Süreya.

[2] Attilâ İlhan, “Mahur Beste”, Attila İlhan, Tutuklunun Günlüğü, İş Bankası Kültür Yay, 2002.

[3] Zerruk Vakıfahmetoğlu, “Ömer Ayna: Cezaevinden Kızıldere’ye Açılan Tünelin Mimarı”, 9 Nisan 2010… https://m.bianet.org/bianet/siyaset/121209-omer-ayna-cezaevinden-kizildere-ye-acilan-tunelin-mimari

[4] Ahmet Tuncer Sümer, Adsız Kahramanlar Gülay Ünüvar (Özdeş) Kitabı, Ayrıntı Yay.

[5] Nazım Alpman, “Denizlere Çıkan Sokaklar”, Birgün, 5 Mayıs 2022, s.7.

[6] Deniz Gezmiş’in annesi Mukaddes Gezmiş, oğlunun idamı ardından Sivas-Erzurum türküsü ‘Yüce Dağ Başında’yı dilinden hiç düşürmezmiş:

“Yüce dağ başında yanar bir ışık/ Düşmüşem derdine olmuşam aşık/ Öyle bir yar sevdim zülfü dolaşık/ Dividim, kalemim, yazarım/ Böyle bir yavrunun derdi var bende/ Oy bende, yar bende

Aha ben gidiyom sen hemen ağla/ Yan ağla, dön ağla/ Yüce dağ başından indiremedim/ Yönünü yönüme döndüremedim/ Bir güzelin aklın kandıramadım/ Dividim, kalemim, yazarım/ Böyle bir yavrunun derdi var bende/ Oy bende, yar bende

Aha ben gidiyom sen hemen ağla/ Yan ağla, dön ağla/ Böyle bir yavrunun derdi var bende/ Yar bende, vay bende/ Aha ben gidiyom sen hemen ağla/ Yan ağla, dön ağla.”

[7] Serpil Çelenk Güvenç, “Darağacından Bugüne Ulaşan Bir Manifesto”, Birgün, 11 Mayıs 2022, s.5.

[8] “Ölümün hayat için gerekli bir çelişki olduğunu söylemek beylik bir laftır, ama doğrudur da. Fakat ne tarzda bir çelişkidir bu? Hayata hiç benzemeyen bir tarzda ölümün hiçbir çelişkiyi içermediği midir yoksa? Ölüm tekildir. Hiçbir ölüm bir başka ölümü içermez. Kendisi dışında hiçbir şeyi kapsamaz, kendisi de bir hiçtir. Tekil olduğu için de kısmidir; düşünebileceğimiz hiçbir bütün de tekil olamaz.” (John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007, s.91.)

[9] aktaran: Ercüment Akdeniz, “Nâzım’dan Denizlere, Denizlerden Bugüne”, Birgün, 4 Mayıs 2022, s.5.

[10] Ayşe Emel Mesci, “Elli Yıl Önce, Elli Yıl Sonra”, Cumhuriyet, 9 Mayıs 2022, s.13.

[11] Gamze Akdemir, “Serpil Çelenk Güvenç: Asanlar Başaramadılar!”, Cumhuriyet Kitap, No:1690, 7 Temmuz 2022, s.4-6-8.

[12] Serpil Çelenk Güvenç, Darağacına Mektuplar: Deniz, Yusuf, Hüseyin-Türkiye ve Dünya Basınında 12 Mart İdamları, Tekin Yayınevi, 2022.

[13] Sungur Savran, “Hasta La Victoria Siempre, Comandante Sinan!”, 31 Mayıs 2021… https://www.gercekgazetesi.net/teori-tarih/hasta-la-victoria-siempre-comandante-sinan

[14] Mustafa Balbay, “Turhan Feyizoğlu: İdamın Medeni İdealleri”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2022, s.8.

[15] Şükran Soner, “… ‘Bizim 68’liler’in, Siyasal Simge Olan ‘Samsun- Ankara’ Yürüyüşleri…”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2022, s.11.

[16] Mustafa Yalçıner, “Soner Yalçın Antiemperyalizm Payesi Dağıtıcısı mı?”, Evrensel, 9 Eylül 2022, s.7.