“İşkence et, çal, tecavüz et ve öldür.

Sonra özür dile, affedilecektir.”[1]

Yıllardır her Cumartesi inatla soruyorlar: “Çocuğum nerede?”

Devlete, hükümete, askere, hukuka, sisteme, size/ bize hepimize soruyorlar: “Çocuğumu kim kaybetti, nerede?”

Sahi onların çocukları nerede?

Onlar çocukları kaybedilen anneler, sevdikleri çalınan insanlar... Kalbi yaralı, gözleri nemli, itirazları ve öfkeleriyle vazgeçmeyen yaslı insanlar...

Onlar coğrafyamıza acının ve direncin kan çiçekleri…

“Coğrafyamız” deyince hatırlatmadan geçmeyelim: “İHD verilerine göre Türkiye’de 2015, 2016, 2017 ve 2018 yıllarında 946 kişi yargısız infaz sonucu yaşamını yitirmiş, 1127 kişi yaralanmıştır.”[2]

Yargısız infaz ve kayıp(lar) coğrafyamızda en çok telaffuz etmek zorunda bırakıldığımız kavramlarken; biraz gerilere dönersek: Tarih 20 Mart 1995... Eve dönmesi beklenen Hasan Ocak’tan 55 gün boyunca haber alınamadı. Ardından geçen süreçte Ocak’ın işkence edilmiş bedeninin kimsesizler mezarlığına gömüldüğü ortaya çıktı. Hasan Ocak ilk kayıp değildi. “Bir şeyler yapmalıyız” diyen yakını gözaltında kaybedilmiş 30 kadar insan sessizce Galatasaray Meydanı’nda oturmaya karar verdi.

Her hafta tekrarlanan oturma eylemine yönelik 15 Ağustos 1998’de başlayan polis saldırısı ve gözaltılar, 13 Mart 1999’a kadar sürdü. Baskıların sürmesi üzerine Cumartesi Anneleri 200. haftadan itibaren oturma eylemlerine ara verdi. Ancak 10 yıl sonra anneler yine alanlara indi ve yakınlarıyla beraber sordu: “Kayıplar belli, Failler nerede?”

Egemenler bu çığlığı yine –bu kez Galatasaray Meydanı’nı kapatarak!- yasaklamaya kalkışıyorlar.

* * * * *

Cumartesi Anneleri/ İnsanları, kuşaktan kuşağa taşınan acıyla tavlanmış dirençtir. Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak’ın, “Polisler çekiştirdiğinde canım acıdı ama çocuklarımı yerde dövülürken görünce yüreğim yandı. O an ‘Bir Hasan kaybettim bin Hasan kazandım’ dedim… Yıllarca adalet istedim. Ben kimseyi öldürmedim, zarar vermedim… Cumhurbaşkanı Erdoğan, Süleyman Soylu bana bunun cevabını versin. Hangi gün bir karıncanın canını incittik,”[3] haykırışındaki üzere…

Onların talepleri, dertleri; evlatlarının, yakınlarının kemikleri, sevdiklerinin mezarı ve sorumluların yargılanmasıdır.

Gözaltında kaybedilen Fehmi Tosun’un kızı Besna Tosun’un, “Gözaltında kaybedilen sevdiklerimizin yaşamdaki bütün izlerini silmelerine rıza göstermemizi istiyorlar. Bizden yalnız kayıplarımızdan değil, insanlık onurumuzdan da vazgeçmemizi istiyorlar. Galatasaray Meydanı bu ülkenin vicdanıdır, bu ülkenin hafızasıdır.

Cumartesi Anneleri’nin mücadelesi hafızanın unutmaya karşı direnişidir.

Gelecek kuşakları korumanın bir yoludur.

Biliyoruz ki bu ülkede, yüzlerce insan tüm haklarından mahrum bırakılarak katledildi, bedenleri kaybedildi. Devleti yönetenler bu gerçeği görmezden gelip, kendilerinden önce ülkeyi yönetenlerin işlediği insanlık suçlarıyla yüzleşmek ve hesaplaşmak yerine, inkârla, baskıyla, şiddetle yaşananları unutturmayı istiyor.

Susmuyoruz! Unutmuyoruz! Vazgeçmiyoruz! Susmak, bizi güvensiz bir geleceğe sürükler.

Unutmak, işlenen insanlık suçlarının yeniden işleneceği iklimi yaratır. Cezasızlık, yaşanan travmaların daha da derinleşmesine yol açar ve bütün bunlar çocuklarımızın geleceği için tehlike yaratır.

Evet, bizlere yaşattıklarının telafisi yok, özrü yok ama yeni bir dünya kurmanın ve yaşama güvenle tutunmanın, özgür, adil ve onurlu bir yaşamı kurmanın yolları var, olmalı, yoksa yaratmalı.

Devlet, gözaltında kaybetme suçundaki sorumluluğunu kabul etmeden, gözaltında kaybedilenlerin akıbetini açıklamadan ve gözaltında kaybetme suçunun fail ve sorumluları yargılanıp cezalandırılmadan yürüdüğümüz hakikât ve adalet yolunda tek bir adım geri atmayacağız.

Vazgeçmeyeceğiz!”[4] kararlılığı…

Ya da yine gözaltında kaybedilen Hüseyin Taşkaya’nın eşi Sultan Taşkaya’nın, “Şunu bilsinler ki o dar sokağa da sıkıştırsalar şiddet de uygulasalar çocuklarımın, torunlarımın ve Cumartesi ailesinden hiçbir ailemizin sesini kısamayacaklar. 70 yaşındayım çocuklarım torunlarım bu mücadeleyi üstlendi ve devam ettirecekler,”[5] ifadesindeki sarsılmaz duruştur…

* * * * *

Devletin kolluk güçlerince gözaltına alınan evlatlarını bir daha göremeyen annelerin 1995’te başlattığı Cumartesi Anneleri’nin eylemi, Plazo de Mayo Anneleri’nin ardından dünyanın en uzun soluklu itaatsizlik hareketlerindendir.

1980 askeri darbesiyle sistemli hâle gelen gözaltında kaybetmelerin özellikle 1990’lı yıllarda devlet politikasına dönüştüğü güzergâhta Cumartesi Anneleri, gözaltında kaybedilen/öldürülen insanların hikâyelerini gündemde tutarak hem onların yokluğa karışmalarını engelliyor hem de politik bir kötülüğü görünür kılıyor.

Cumartesi Anneleri’nin aradığı kemikler, aslında adaletin üzerine inşa edileceği temellerdir; bu nedenle her bir yurttaş, Cumartesi Anneleri’nin mirasçısı olmak durumundadır.

Onca acı ve kedere, engellemeye rağmen, inatla, ısrarla adalet talep ediyorlar. Bir gün bu ülkede adaleti tesis edebilirsek, onların güçlü iradeleriyle döşedikleri zeminde duruyor olacağız.

Çünkü Cumartesi Annelerinin ısrarı coğrafyamızdaki en istikrarlı politik eylemdir.

Hasan Ocak’ın 15 Mayıs 1995’te işkencelerle katledilmiş bedeni, kimsesizler mezarlığındaydı. Aile bunu öğrendikten sonra, kendilerini destekleyen “insanlık dostları”nın da kararlı yüklenmeleriyle gerçek, kirli çıplaklığıyla ortaya çıktı: Gözaltına alındıktan beş gün sonra Hasan Ocak’ın cansız bedeni Beykoz’da bir ormanlık alanda köylüler tarafından bulunmuştu. Jandarma gelmiş, durum savcılığa intikal etmiş, parmak izi, fotoğraf, kan örnekleri alınmıştı. Ama kimlik tespiti yapılmamıştı.

Bundan 50 küsur gün sonra ailesi Hasan’ı teşhis ettiğinde yüzünün (belli ki tanınmasın diye) parçalanmış hâlde olduğunu ve her tarafında işkence izleri bulunduğunu gördü.

Bilinen iki şey vardı: Hasan’ın en son görüldüğü yer, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi idi. Ölüm nedeni de boğularak öldürülmeydi!

Faili mi? Hepimizce malûm olduğu üzere… Meçhul idi!

Hasan Ocak’ın annesi bu dayatmayı kabul etmedi! Kayıp utancını, sorumlularının yüzüne her daim çarpacak bir eyleme dönüştürdü. Oğlunun bir “yurttaş” olarak canının emanet olduğu kurumun bağrından işkencelere uğratılarak çıkarılıp toprağın üzerine bırakılmış cansız bedeninden, bu memleketin en onurlu, insanlık adına utancı umuda sevk eden hareketini yeşertti: “Cumartesi Anneleri”.

Elbette Hasan Ocak, bu topraklarda devlet tarafından gözaltına alınıp böylesi meşum bir sona yollanan ne ilk ne de son “Can”dı. Zaten o gözaltına alınıp izi kaybettirildikten sonra, ailesi ve destekçileri hep “Sadece Hasan’ı değil, tüm kayıplarımızı istiyoruz” diye yürütmüşlerdi kampanyayı…

Ancak Hasan’ın cansız bedenine 15 Mayıs 1995’te ulaşılması bir direniş kıvılcımı çaktı ve 27 Mayıs 1995 Cumartesi günü, Galatasaray Meydanı’nda Emine Anne’nin öncülüğünde ilk oturma eylemi başladı.

15-20 kişi sessizce oturdular. Bir iki hafta içinde “müdahale” adı altında “resmî” saldırılar başladı. Coplanmalar, yerlerde sürüklenmeler, gözaltılar, tacizler “Cumartesi Anneleri”nin kolektif bir itaatsizlik eylemi olarak varlığının bir parçası oldu.

Baskıların dayanılmaz hâle geldiğinde 10 yıllık aradan sonra tekrar başlayan eylemlerde “3’üncü kuşak” dahi ortaya çıktı.[6] Cumartesi Anneleri’nden ‘Cumartesi Torunları’na devletle cebelleşilerek yol alındı…

François-Marie Arouet Voltaire’in, “Gerçeği arayanlar, bütün insanlığın malı olur”; Albert Einstein’ın, “Gerçeği aramak onu elde etmekten daha kıymetlidir,” saptamalarını doğrularcasına!

* * * * *

Belirttik: Öğretmen Hasan Ocak’ın gözaltında işkenceyle öldürülmesinin üzerinden yıllar geçti. Cenazesi, Beykoz’da ormanlık alanda köylüler tarafından bulundu. Ailesi her yerde ararken, onu, kimsesizler mezarlığına gömdüler.

Ailenin avukatı Gülseren Yoleri, “İnsanlığa karşı o suçları işleyen zihniyetin, suçlular korunarak, araştırılmayarak, faillerin ortaya çıkması engellenerek bir anlamda hâlâ korunduğunu görüyoruz,”[7] derken haksız mı?

Yine 18 Eylül 1980’de, Bingöl’deki evinden “ifadesini alıp bırakacağız” denilerek götürülen lise öğrencisi Hüseyin Morsümbül’den yıllar oldu, haber alınamadı. Hüseyin’in annesi Fatma Morsümbül, “Oğlumun kemiklerini bulsam, omzumda taşıyacağım. Çünkü kokusunu çok özledim” diyordu hiç durmadan. Fatma anne, 2016’da hayatını kaybetti. Oğlunun kokusuna hasret gitti.

Mahmut Kaya, 23 Aralık 1980’de üzerinde “Maraş Katliamının Hesabı Sorulacaktır” yazılı bir pankartı asarken yakalandı ve gözaltına alındı. O günlerde yine gözaltında olan bir başkası mahkemedeki ifadesinde şunları söylemişti: “Mahmut yerde yatıyor ve bir şeyler mırıldanıyordu. Ayaklarının altı paramparçaydı. Yüzü ise tanınmayacak hâldeydi. Gece yarısı Mahmut’un nefes alışı ağırlaştı, biraz sonra da öldü. Polisler bekçiyi çağırdılar. Bekçi biraz sonra elinde bir beyaz bir çarşafa sarılı bir şeyle dışarı çıktı...”

Mahmut Kaya’nın babası valiye gitti. Vali ona oğlunu birkaç güne kadar teslim etme sözü verdi. Bu söz hâlâ tutulmadı. Mahmut Kaya ölmeden önce kendi kendine “Bitlis’te beş minare” türküsünü söylüyormuş...[8]

Ve nihayet Yargıtay 8. Dairesi, Cemil Kırbayır dosyası ile ilgili Adalet Bakanlığı’nın zaman aşımı uygulanması yönünde başvurusuna olumlu görüş bildirdi. Bu gelişme ile 40 yılı aşkın süredir kesintilerle devam eden iç hukuk süreci bitiriliyordu![9]

Daha niceleri…

* * * * *

Hepimizi belleksizleştirmek isteyen iktidar zorbalığı, geçmişimizi silip, yok ederek satın almak istiyorsa da; bu mümkün değil…

Her şey herkesin gözü önünde yaşanmış olsa da onu yok etmek isteyen iktidarın maskesi düştü, daha da düşecek; kayıpların unutturulmak istenen tarihi elbette belleklerden, vicdanlardan silinemeyecek!

Unutulmayacak, hatırlatılacak: Sorular sorulacak, yanıtlar alınacak, maskeler düşecek, düşürülecek; bu utanç aşılacak!

“Utanç bir anlamıyla iyidir aslında. Verimlidir. Bir suçun yükünü taşıdığı/taşıyabildiği için insanı ve toplumu dönüştürür. Yanlış yaşanmış bir hayatın yürek sızısı, umudu da getirir beraberinde. Belki bu nedenle Türkiye’de olan biraz daha başka bir şeydir kanaatimce. Utançsızlığın getirdiği daha derin bir utanç belki de...

2011 yılı itibariyle zorla kaybedildiği kesin olarak tespit edilen 757 kişi var örneğin. Bunu 17 bin faili meçhul ile birlikte düşünmeli ayrıca. 40 yılda işkencede öldürülen kişi sayısı bilinmiyor. Ama sadece 12 Eylül 1980 darbesi sonrası 234 kişinin işkenceyle öldürüldüğü biliniyor.

Gözaltında kayıplar sorununun bu boyuta gelmesi devletin sadece savsaklamanın ötesine geçtiği haklı şüphesini de beraberinde getiriyor. AİHM zorla kaybetmeler konusundaki 69 başvurudan 51’inde açık ihlâl tespiti yaptı ve Türkiye’deki siyaset ve idare kurumlarının acınacak hâl-i pür melali dışardan da açık biçimde tespit edildi.”[10]

Sokrates’in deyişiyle, “Haksızlığı aramak için lamba kullanmak gerekmez”ken; daha ne olsun?!

Kaldı ki “Zorla kaybedilme olayı ‘hakikât’ ile yakından bağlantılı. Kaybolan kişilerin yakınlarının ‘hakikâti’ yani sevdiklerinin akıbetinin ne olduğunu öğrenmeye, olayın failleri hakkında yargıya başvurma hakları var. Bir Cumartesi Annesi, ‘Bizim hayatımızı mezarsızlık ve cezasızlık yönlendiriyor’ diyor. Mezarlandırma ve cezalandırma için önce ‘hakikât’in ortaya çıkarılması gerekli. ‘Hakikâti’ bilme hakkı sadece kaybolanlara ait değil. Toplumun da hakikâti öğrenme hakkı var. Ama Türkiye’de ‘hakikât’in üstü örtüldüğü için mezarlar kazılamıyor, yaslar tutulamıyor, failler yargı önüne çıkarılamıyor…

Zorla kaybedilme insanlığa karşı işlenen bir suç niteliğinde. Türkiye’de bu suçu işleyenlerin cezasız kalması, olayların üstüne gidilmemesi, yargı yolunun işlememesi devleti de suça ortak yapıyor. Bir hukuk devleti olmak için devletin bu ayıptan kurtulması önem taşıyor. Bu aynı zamanda, Cumartesi Anneleri’nin çektiği acı ve üzüntüyü biraz olsun hafifletmek için gerekli. Sorun sadece Cumartesi Anneleri’nin sorunu değil. Bütün toplumun sorunu…”[11]

Değil mi?!

15 Temmuz 2022, 22:43:56, İstanbul.

N O T L A R

[*] Newroz, Ağustos 2022…

[1] Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, çev Bülent Kale, Metis Yay., 2008.

[2] https://www.ihd.org.tr/baris-talebi-insan-haklari-ve-demokrasi-talebidir/

[3] Zehra Özdilek, “Emine Ocak: Erdoğan ve Soylu Cevabını Versin”, Cumhuriyet, 27 Ağustos 2018, s.4.

[4] Besna Tosun, “Hafızanın Unutmaya Karşı Direnişi”, Cumhuriyet, 20 Ekim 2018, s.2.

[5] Zehra Özdilek, “Sultan Taşkaya: Cumartesi Anneleri 800. Haftasında”, Cumhuriyet, 25 Temmuz 2020, s.3.

[6] Tayfun Atay, “Bir İnsanlık İbadeti: Cumartesi Anneleri”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 2018, s.3.

[7] Hilal Köse, “Ocak Cinayetinde 21 Yıl Sonra İfade”, Cumhuriyet, 26 Mart 2016, s.12.

[8] Ercan Kesal, “Kokular, Fotoğraflar, Sesler ve Mezarlarımız”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2018, s.10.

[9] Hatice Kamer, “Cemil Kırbayır Dosyası Zaman Aşımından Kapatılıyor”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2021, s.6.

[10] Orhan Gazi Ertekin, “Orada mısınız?”, Cumhuriyet, 23 Ağustos 2018, s.10.

[11] Rıza Türmen, “Zorla Kaybedilmeler”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2018, s.10.