Köln deyince aklınıza meşhur katedral Dom gelir değil mi? En kutsanmış yerlerden biri. Bence bundan sonra Dom´un yanında Museum Ludwig´i de düşünün. Katedralin hemen arka tarafında. Orada genelde kültürel etkinlikler düzenlenir. Ama geçtiğimiz pazar günü (21 Mayıs) ilginç bir şey oldu ve tabir-i caizse Museum Ludwig kutsandı. Ya da bana öyle geldi.
Yaklaşık 260 kişilik salon yer kalmayacak şekilde tıka basa doluydu. Hatta bazıları ayakta bile kaldı. Ben şanslıydım, oturabildim. İyi ki oturmuşum. Yoksa görüp dinleyebildiklerime dayanabilir miydim bilmiyorum.
Işıklar kapatılırken büyük sinema ekranı aydınlatıldı. Önce uğultular duymaya başladık. Sonra uğultular yavaş yavaş kesildi, iki kadın sesi seçebildik. Kendi aralarında konuşan iki kadın sesi. Kadınlardan biri „Holveri Vank“ diyordu diğeri; „kapat şu konuyu, kapat...“ deyip susuyordu. Sonra ekrana görüntüler yansıdı. Bir evin içinde, iki koltuğun üzerinde oturan iki kadın çıktı karşımıza. Biri yaşlı biri genç. Biri ana biri kız. Ama yakından baktığınızda ikisi de aynı. İnatçı… Ana koltuğun üstüne yapışmış, yerinden kalkmaya niyeti yok. Kız her an oturduğu koltuktan fırlayıp kaçacak gibi. Yerinde duramıyor. İkisi de huzursuz.
Ben de huzursuzum. Oturduğum yerde birazdan göreceklerimden habersiz filmi izlerken, „Niye?“ diye soruyorum kendime. „Bu genç kadın niye yaşlı anasının yakasını bir türlü bırakmıyor?“ İçimden bir ses; „Çünkü anasının yakasını bırakırsa düşecek.“ diyor. „O sadece bilmek istiyor. Bilip kendi resmini çizmek. Kendi resmini çizmezse yok olup gidecek.“ İçimdeki sesi duyduğum anda ürperiyorum. Korkuyla karışık bir ürperti. Hani uçak havalanırken karnınızda hissettiğiniz „yerden kopma hali“ vardır ya... İşte öyle bir şey… Neyse, müzik başlıyor. Biz hep birlikte kemerleri bağlıyoruz. Yanımızda bizi o yola çıkaran filmin yönetmeni Nezahat ve yapımcısı Kazım Gündoğan da var. Yaklaşık 300 kişi karşımızdaki ekranın içine girip önce İstanbul`a oradan Hozat´a doğru yol alıyoruz. Aktarmalı bir uçuş bu. Şimdilik böyle olmak zorunda. Başka şansımız yok, aktarmalı…
Kendi resmini çizmek:
Siz hiç kendinizi karşınıza oturtup resminizi çizdiniz mi? Aynaya bakmayı, ayna tutmayı falan kastetmiyorum. Kastettiğim kendinizi her yönünüzle bir bütün olarak anlama, algılama, hissetme çabası... Farzedelim ki bir ağaçsınız. Kökleriniz-gövdenizle, dallarınız-yapraklarınızla, suyunuz-toprağınızla hatta üzerinizde ışıyan güneşle bağ kurup kendinizi anlamaya çalıştınız mı hiç? Biliyorum, „İnsan ağaç değil ki…?!“ diyeceksiniz. Ama ağaç gibi bir şey işte…! Bizim de köklerimiz var, gövdemiz, dallarımız yapraklarımız var. Kafiye olsun diye demiyorum. Gerçekten öyle…!
İşte sevgili Nezahat ve Kazım Gündoğan´ın birlikte hazırladıkları sözlü tarih çalışmasının en son ürünü olan „Vank´ın Çocukları“ adlı belgeseli izlerken, önce „Kendisini karşısına oturtup resmini çizmeye çalışan bir insan.“ aklıma geldi. Çünkü Zeynep (yukarda bahsettiğim genç kadın), annesini karşısına oturtmuş, onun ve kendinin resmini çizmeye çalışıyordu. Sonra Zeynep´in aslında yalnız olmadığını, çevresinde kendisine benzeyen pek çok insanın da kendi resmini çizmeye çalıştığını farkettim. Hatta „ben de öyleyim.“ diye düşündüm kendi kendime.
Yani biz şimdi „kendi kendini“ karşısına oturtup resmini çizmeye çalışan bir toplumuz artık.
Her birimiz köklerimizden habersiz, ama deli bir merakla haber almaya çalışıyor, hayatta kalan, konuşmaya hazır yaşlılardan bir şeyler öğrenmek istiyoruz. Buna akademik dilde sözlü tarih, politik dilde, yüzleşme-hesaplaşma deniyor. Bana göre tabiatın en doğal hali, bir fenomen… Kendi köklerine dönme, o köklere bakıp resmini çizme. Sonra çizdiğin resmini olduğu gibi neyse kabul etme, sevebilme. Öteki zannettiğini hor değil, hoş görebilme, sana haksızlık ettiğini düşündüğünü, durduğu noktada görüp-anlayıp affetme. Affetme çok önemli. Burayı açmakta fayda var. Affetmek haksızlığı kabullenmek demek değil. Aksine haksızlığı ortaya koymak ve artık onun üstüne çıkmak aşaması. Kendini bulma sürecindeki son aşama. Çünkü ancak açık kalmış yaraları iyileştirebildiğinde affetmen, huzur bulman da mümkün.
Açıkta Kalan Yaralar
Vank´ın Çocukları adlı belgeselde tek tek tanımaya başladığımız Vank´ın torunlarını izlerken, yanımda oturan Murat abiye bakıyorum. Murat abi Vank´ın çocuklarından ya da torunlarından biri değil. Ama hikayesi hemen hemen onlarınkiyle aynı. Dersim´de kendi köylerinde yaşarken, göçe zorlanıp zorla Müslümanlaştırılan ailesinin hikayesini, yıllar önce kendisiyle yaptığım röportajda bana anlatmıştı. Şu anda Ermeni işadamları derneğinin kurucusu ve başkanı. Karısı Siranuş da yanında. Murat abi bazen filmdeki Kürtçe ve Ermenice ezgilere eşlik ediyor, bazen da kulağıma eğilip tüküleri bana tercüme ediyor. Ailesi Müslümanlaştırıldığı için Ermenice´yi sonradan öğrenmiş. Karısı Siranuş İstanbul´daki Ermeniler´den. Bu yüzden anadiliyle büyümüş ama, „Hele Ermeni olarak neler çektiğimizi bir bilsen...“ diyor bana. Bilmiyorum... Ermeni olarak yaşamanın nasıl büyük bir eziyet olduğunu „malesef!!!!!“ bilmiyorum. Murat abinin ailesi gibi zorla Müslümanlaştırılan Ermeniler´in nasıl acı çektiğini de bilmiyorum. Çünkü benim bildiğim, Zeynep´in içindeki acıya benzer bir şey. Vank´ın torunları gibi. Yani köklerimde kanayan kesik izleri var. 1915´teki kırımda ailesini kaybeden çocuk dedemin kırık-dökük-eksik-bulanık-karanlık hikayesi.
Belgeselde konuşan torunlardan biri Haydar; „Bir de achcik derdi...“ diyor ninesinden bahsederken. Achcik Ermenice kız çocuğu demek. Köklerinden koparılıp derin bir korku suskunluğuna gömülen Ermeniler´in hemen hepsinde ağzından kaçırdıkları böyle bir ya da bir kaç Ermenice kelime var galiba. Şimdi bu kelimeleri toplayıp yan yana getirsek yakın geçmişin tarihini yazabilir miyiz acaba?
Yaraları Sarmak
Sevgili Nezahat ve Kazım´la yaptığımız sohbette sözlü tarih çalışmasını ancak yakın tarihte yaşanan olaylar üzerinden yapabileceğimizi konuşuyoruz. Anlatılan her hikaye, hatırlanan her isim, geçmişten kalan herhangi bir nesne, hatta bir yara izi bile çok çok önemli. Her biri pazelın birer parçası gibi. Elbette kendi resmimizi çizebilmemiz o parçaların iç içe geçip tamamlanmasına bağlı. Peki o parçalar iç içe geçerken yaşanan acıya ne demeli… Mesela torunlardan Meryem dedesinin ölüm döşeğinde gördüğü hayali anlatıyor. Harutyun… Harutyun dedesinin kardeşi, onu kafasını ezerek öldürmüşler. Meryem dedesinin gördüğü bu hayalden dolayı ölüm döşeğinde nasıl fırladığını anlatıyor. Sanki kendisi de fırlar gibi irkiliyor. Aslında hepimiz neredeyse 300 kişi hep birden irkiliyoruz. Bir iyileşme anı bu. Empati, vicdan, insan yanımız, en doğal halimiz… İyi… Ağlasak bile iyi... Hatta ağlamak gerek belki de, acı akıp gitsin, merhamet ve sevgi yeniden yeşersin diye. Ekranda Meryem ağlıyor, biz karşısında oturmuş ona eşlik ediyoruz.
Surp Garabed Kilisesi
Sonra Zeynep belgesel çekilirken arayıp bulduğu kuzenleriyle Surp Garabed Kilisesi´ne doğru yürüyor, biz de peşine takılıyoruz. Kilisenin yerinde yeller esiyor tabi. 1937-1938´de yıkılmış. Ama yine de yerinde yeller esen kilisenin kapısını açıp giriyor kuzenler. Çünkü dedeleri bir keşiş bu kilisenin sahibiymiş. Her biri tek tek ellerindeki mumu yakıp, sanki Meryem ana ikonunun önüne bırakır gibi yerdeki taşların üstüne mumları yerleştiriyorlar. Sonra kimi haç çıkarırken kimi ellerini açıp dua ediyor. İnsanın ruhuna işleyen Ermenice bir müzik başlıyor. Dağ-taş, orada kilisenin kalıntıları… Hele o nehir... Munzur... Hepsi birden müziğe eşlik ediyor. Biz de oturduğumuz yerde şaşkın izliyoruz, dinliyoruz, tanıklık ediyoruz.
Köprü ve Dağ Keçisi
Filmde beni en çok etkileyen sahne; altına nehri almış taaa dağların tepesine kadar çıkan bir köprü sahnesi... Masal gibi bir manzara, ama masal değil, gerçek. Hatta belgesel. Zeynep bu belgeselin çekilmesinde en büyük rolü oynayan genç kadın, soykırımda hayatta kalan Aslıhan Kiremitçiyan´ın kızı taşların üstünde sekerek o köprüye çıkıyor bir ara. Oradan aşağıya tarihe bakıyor. Aynı bakışlarla tarihi alıp günümüze bağlıyor. O sahneyi izlerken içimdeki sesi duyuyorum yine. Diyor ki; „Baksana öğretmen değil de tam bir dağ keçisi sanki inatçı ve kararlı. O dağların bir parçası gibi.“ Zeynep şimdi düşecek diye korkuyorum. Aynı ses; „Artık düşmez o.„ diyor „Köklerini bağladı. Sen kendine bak.“
Film bittiğinde çevreme bakıyorum. Herkes benim gibi ağlamaklı. „Hepimiz birden kendi kendimizi karşımıza oturtup resim yapmaya çalıştık.” diyorum içimden.
Bize bu fırasatı veren Nezahat ve Kazım Gündoğan çiftine teşekkürler.
Köln, 25.05.2017