BİR GEZİ ANISI / BİTLİS
Derenin iki tarafına kurulan eski Bitlis; bakımsız, unutulmuş bir yerleşim yeri izlenimini veriyor. Nüfusu, en son sayımda 338.023 olduğu tesbit edilmiş. Eskiye oaranla çok az bir artış olsa da diğer illerle karşılaştırıldığında önemsiz bir rakam. Zaten nüfus sayısı kentin ne derece geliştiğini anlatıyor. Yirmi yıl önce geldiğim Bitlis sanki daha da yıkılmış. Arabadan inmeden ilerlerken gördüğüm anayolu kesen sokaklar bakımsız, evleri yıkılmış, mağazaları fakir görünüm sergiliyor. Yol kenarlarındaki kahveleri dolduran genç-yaşlı erkekler yoldan geçen otobüsler, arabalar boş gözlerle bakıyorlar.
Yeni yerleşim yeri ise yükselen TOKİ ve özel inşaat şirketlerinin binalarıyla Muş tarafındaki düzlüğe doğru kurulduğu gözleniyor.
Bitlis'i geçtiğimizde yol kenarındaki askerlerin kontrolünde durduruluyoruz ve kısa bir arama sonucunda yola devam ediyoruz. Askerler dikkatli ve o kadar da samimi görevlerini yapıyorlar. Özellikle bu bölgenin yol kenarlarına kurulmuş aralıklarla kurulan „Askeri Birlikler“in sarı renkli binaları görülüyor ama asker kontrolüyle biraz önce belirttiğim Bitlis'i geçtikten sonra karşılaştık.
Dağlar sanki yeni ağaçlandırılmakta gibi görünüyor. Çevredeki dağlar meşe ağaçlarıyla kaplı.
O yeşilliği seyrederken dağın en uç tepesinde üç renkli PKK sembolü görünüyor. Ülkemizin insanlarının içine düştükleri durum ve kaybolan canlar, mallar aklıma geliyor, içim acıyor. Güzel ülkemin sevimli ve candan insanlarıyla buralarda konuşunca huzur içinde yaşamayı fazlasıyla hakettiklerini düşünüyorum.
Bitlis çevresi dağlık olduğundan mı bilmem yolları çok düzgün değil.
GÜNEŞİ YAKAR İNSANI BAKAR YÖRELER...
Batman yakınlarına doğru tarlalar „İran Fıstığı“ ağaçlarıyla donatılmış. Rehberimiz Bekir „ Buralar da İran Fıstığı yetiştirilir. Bu fıstık tombul olur, ekşimsi ve lezzetsizdir. Rengi daha açık yeşildir. En önemli özelliği iriliğidir ve yağ oranı daha düşüktür. Tatlılarda kullanılmaz, çatır- çutur yenilen bir fıstık çeşididir.
Bizim Gaziantep Fıstığı ise daha yeşilimsi, lezzetli, yağlı ve ince kabukludur. Baklava gibi tatlılarda kullanılır. Fıstık konusunu Gaziantep taraflarında sizlere daha da uzun anlatırım isterseniz“ diye kısaca bilgilendiryor.
Batman'a uğramıyoruz, çok yakınından geçiyoruz. Çevresi İran Fıstğı tarlaları, (Siirt fıstığı da deniliyormuş ama nedense İran Fıstığı adlandırılması daha fazla kullanılıyormuş bu yörelerde), Petrol kuyuları görülmekte. Toprağı bereketli, güneşi alev gibi ateşli bu yörelerin. „Güneşi yakar, insanı bakar“ deniliyor buralara.
Yolda büyük bir dinlenme tesisinin önünde çok kısa bir mola veriyoruz. Tesisin adı „Dört Mevsim Bahar“. Arkadaşların gereksinimlerini giderene kadar orada nöbet tutan uzun boylu, yakışıklı, otuzbeş- kırk yaşlarında lise mezunu bir görevli ile sohbet etme olanağını buluyorum. Her zaman, her yerde olduğu gibi bu yöre ile ilgili merakımı gidermek için sorularımı yöneltiyorum.
„Kim hizmet ederse insanlar onu seçiyorlar, buralarda halk artık uyandı. Ben kürdüm ama oyumu AKP'ye veriyorum“, diyor. Meşhur „İpek Yolu'nda“ yolculuğumuz devam ediyor. Çevresi görülebildiği uzaklara kadar ceviz, fıstık, pamuk, mısır, buğday vb. yetiştirilen verimli topraklar.
PETROL ZENGİNİ BATMAN
Batman'ın nüfusu 557.000 binmiş. Bu yöredeki tüm köylerin elektriği olduğu söyleniyor. Petrol zengini bir il, dağlarında bile petrol kuyuları görülüyor. Petrolün % 36'sı devletin, gerisi özelmiş. Bu kuyulardan petrol çıkaran pompaları ve yolculuk boyunca çok çeşitli isimlerle işletilen „Petrol Tesisleri“ ni ben ilk kez bu yörede gördüm;
GoldpilnMazot, Meoil, Bpet, Alpet, Tpolpet vb… Raman Dağı petrol kuyuları aktif çalışıyormuş.
Çevredeki tarlaların ucu – bucağı görülmüyor, kimbilir kaç yüz dönümlük araziler kişilere ait. Bizim „Batı Karadeniz“ de birer, ikişer dönümlük yerlere tarla denir. Buralar öyle mi?
Konuştuğumuz kişilere „Ağalık“ konusunu soruyorum. „Ağalık eskidendi,“ diyorlar kısaca.
Bu yöreye IŞİD'den kaçan „Ezidiler“in geldiği ve yaşadığı anlatıldı. Az da olsa Ermenilerin olduğu ve bunların da baskıdan müslüman, alevi olduğu anlatıldı.
Hasankeyf'e doğru ilerliyoruz. Sakin, sessiz ilerleyen Dicle nehrini takip ediyoruz sanki! “Dicle Fırat gibi haşin değildir, Fırat her yıl can alır“ diyor rehberimiz.
HASANKEYF YOKEDİLMEYECEK PANKARTLARI...
Verimli Mezepotamya ovası göz kamaştırıyor. Hasankeyf 'e ve Hasankeyf'i ikiye bölen Dicle'ye karanlık basarken (saat 19.30 sırası) ulaşıyoruz. Dicle görkemli bir nehir ve nehirin üzerini görkemiyle örtmüş ve nehire sımsıkı sarılan bir kasaba Hasankeyf. Karanlık bile görkemini gölgeleyemiyor. Diclenin üzerine kurulan ve Hasankeyf'in iki yakasını birleştiren yüksek ve büyük köprü buranın heybetini katlayarak ziyaretçilerine sunuyor. Taştan ender görülen yapıları, binaların duvarlarının içine gizlenmiş dinlence, eğlence, alış-veriş yerleri, çevreleyen surları ve kalesi gelene “Bir daha gel, beni yok etmek isteyene karşı benimle diren,” diyor adeta.
Hemen köşede gençler çadır kurmuş, pankart açmış “Hasankeyf yokedilmeyecek” diyerek dayanışma eylemlerini sürdürüyorlar. Hasankeyf'te malı, mülkü suların altında kalacaklara devlet çok yüklü paralar veriyormuş ama uluslararası kuruluşlardan da buraya baraj yapılmaması için mücadele edenlere çok büyük destek geliyormuş.
Kısa bir sürede de olsa hatıralıklar almak için hareketleniyoruz. Dükkanlarında, yol kenarına koydukları sergilerde Türkiye'nin farklı yerlerinden, İran'dan, Irak'tan, Suriye'den, isimlerini sıralayamayacağım çok değişik yerlerden getirdikleri hediyelikleri satarak geçimlerini sağlamaya çalışan insanlar, gençler güler yüzleriyle karşılıyorlar bizleri, sadece bizi değil buralara gelen herkesi sevgiyle karşılıyorlar.
Hasankeyf'in yeni yerleşim yerini gösteriyorlar uzaktan, TOKİ yapıyormuş. Gençlerden biri “Bu çevreye hiç uymayan bir yapılanma,” diye şikayet ediyor. Buralara uyan bir mimarı olmadığını karanlık basmakta olsa da uzaktan görebiliyor dikkatle bakanlar.