Dersim, Zilan, 6-7 Eylül, 12 Eylül, 19 Aralık, Sivas, Soma, Roboski ve/veya diğer katliamlar için –unutulmasın, hakikatlerle yüzleşilsin diye- kitap hazırlıyorsunuz, belgesel film çekiyorsunuz, tarihe not düşüyorsunuz. Elbette bu çabalarınız için karşılık beklemiyorsunuz. Özellikle "maddi" karşılık beklemeniz de almanız da söz konusu değil. Tersine zamanınızı ve belki de çocuklarınıza veya sevgilinize - tatilinize ayıracağınız parayı harcıyorsunuz. Geri dönüşümünün olmadığını – olmayacağını bilerek.
"Telif hakkı ve korsanlar" başlıklı bir yazı hazırlamıştım 10 yıl kadar önce. Bu konuya o yazıda da ucundan değinmiş, şöyle demiştim: "Bir sanatçı beste veya resim yaparken, heykel yontup, fotoğraf çekerken, aşkına veya toplumsal bir olay hakkında şiir yazarken; parayı veya aynı anlama gelecek telif hakkını düşünmez. Paylaşılmak, izlenmek, onanmak, ego tatmini zaten yaratılan eser için bir ödüldür. Karşılıktır. (Kimi sanatçıların ücret karşılığı sipariş üzerine yaptığı çalışmalar, ders kitapları yazanlar veya 'evet ben bu işi para için yapıyorum' diyenler konumuz dışıdır.)"
10 yıl sonra yine aynı görüşteyim. Ama geri dönüşümün maddi olmasa da manevi olduğunu da tekrar vurgulamalıyım. Tatmin mi... evet "tatmin" de söz konusu ama o kadar da olsun artık değil mi? Bu, benim için, "görevimin küçük bir bölümünü yaptım" rahatlamasıdır. "Dışavurum", hangi akım ve biçimle olursa olsun. Elbette kimi zaman "iğneyle kuyu kazdığımızın, elimizi taşın altına koyduğumuzun" da bilincindeyiz. Elimiz de eziliyor bazen. En yakın polis merkezine çağrılıyoruz. Neden çağrıldığımız yazmıyor polisin ikametgâhımıza yolladığı davetiyede. Gidene kadar kafamızdan bin bir olumsuz düşünce geçiyor. Hadi eşi - dostu ara, avukata haber ver. Tamam kendimizden eminiz, temiziz ama memlekette komplocu devlet var. Hakkımda açılan (aylarca süren tacizden sonra kapanan) "Salyangoz davası" gibi vakalar var.
Bunları neden yazıyorum şimdi: 37 yazar bir araya gelip, Soma katliamı için kitap hazırlıyor. Diğer yandan başka bir grup da "Maden" konulu kolektif bir kitap çalışması yapıyor. Katkı istiyorlar. Yazarların çoğunu tanımasanız bile konu belli. Siz de doğal olarak katkı sunuyorsunuz. Sözlerinizi – imgelerinizi hep aşka ayıracak değilsiniz ya. Sizin olmasa da komşunuzun evi yanıyor. Tavır almazsanız olmaz. Kendinizle, ilkelerinizle çelişir. Katkı sonucu ortaya bir eser çıkıyor. İlk tepkiler geliyor. Teşekkür ve takdirin yanı sıra "eleştiri" sayılmayacak sövgüler geliyor. En acısı da, (daha kitabı okumadan) "sol" sosuna batırılmış ucube değerlendirmeler. Birkaç örnek vereyim. "Kapitalist sistem işte. Ölümü de pazarlıyorlar..." veya "Yazarlar arasında bizden olmayanlar var" gibi. Tabi bu yaklaşımlar yeni değil. "12 Eylül Ve Filistin Günlüğü" adlı kitabım yayınlandığında, daha okumadan, "eline sağlık" demeden "eleştirenler" vardı. (Yıllar sonra da olsa alanının en önemli kitaplarından biri olduğu söylenmeye başlandı.) Yine Türkiye'nin Mandela'larından dediğim Hasan Gülbahar'ın hapishaneden bana gelen ilk mektubunu paylaştığımda, "Böyle biri yok. Bu sanal mektup arkadaşıdır" diye sağa sola ihbar mektubu yollayan tipler olmuştu. Akıllara ziyan bir saldırıydı. Hasan Gülbahar Türkiye'nin hatta dünyanın tanıdığı, hapishanede 31. Yılına giren bir tutsak. Halen Osmaniye T tipi hapishanesinde. Gerçek ortaya kısa sürede çıktı ama "belki istemeden bu saldırıya alet olanlar"dan bile bir özür gelmedi.
Bu tür "saldırılar" eleştiri sayılmaz tabi ki. Ciddiye almadığımı da okuyucular biliyor. Hep söylediğim gibi "Herkes beni nasıl biliyorsa öyleyim". Ama genç arkadaşlar etkileniyor. Bizi savunmak adına öfkeyle kalkıp düzeyleri düşsün istemiyorum. Teşvikleri kırılsın istemiyorum. İşte bu nedenle onların talebi üzerine üç beş laf etme ihtiyacı duydum. Öncelikle sormak gerekiyor: Ne yapacaktık. Susacak mıydık? Örneğin hapishanelerde F tipi hücreler ve ölümler hakkında film çekmeyecek miydik, Dersim belgeselini yapmayacak mıydık? Sivas'ı yazmayacak mıydık? Gezi- Haziran direnişini betimlemeyecek miydik? Soma ve Roboski katliamlarını mısralarımıza taşımayacak mıydık. Bu resimleri – fotoğrafları sergilemeyecek miydik? Derleme - kolektif kitaplar hazırlamayacak mıydık?
Elbette en zor zamanda konuşmayan- yürümeyen "bir yaralı parmağa işemeyen" sanatçılar da var. Onların reyting uğruna, kırk yılda bir yaşanan katliamlar karşısında ses çıkarması veya bu tür sanatçılardan "toplama kitap" yapılması eleştirilebilir. 12 Eylül'de havadan sudan romanlar yazan ya da "yaranmak" için solculara saldıran yazarları unutmadık. En zor zamanda Kürtleri görmezden gelen ama artık ödenen ağır bedeller sonucu "Kürtler" görünür olunca yazmaya başlayanları unutmadık. "Cumartesi Anneleri", kar kış demeden ısrarla her hafta oturum yapar ve polisin saldırısına uğrarken onları yok sayanları unutmadık. Oysa bu "tanınmış sanatçılar- yazarlar"ın bir cümlesi bizim bin cümlemizden daha çok yer bulurdu basında. Ama sustular. Şimdi konuşmaları samimi bulunmayabilir. Ama bu da bir kazanımdır diyor bazen aynı imza kampanyalarında buluşuyoruz bu insanlarla.
Sanatçı- her zaman bilinçli yapmasa da- tarihe not düşer. Resmi tarihin yalanlarına karşı gerçek tarihin yazılımına katkı sunar. Nezahat ve Kazım Gündoğan, "Hay Vay Zaman'ı yazıp sonra da belgesel filme uyarlamasalardı Dersim katliamının boyutlarından, Ahmed Arif de "33 Kurşun"u yazmasaydı "Muğlalı katliamı"ndan haberdar olamayacaktık. "Zilan katliamını" Necmettin Salaz yazmasa, Merhaba Sanat Tiyatrosu sahnelemeseydi bu trajediyi birçoğumuz bilmeyecektik. Nazım Hikmet, "Şeyh Bedrettin Destanını" yazmasaydı duymayacak ya da tarih kitaplarının yalanlarına inanacaktık. Genco Erkal Sivas 93'ü sahneye koyarak bu katliamı bilmeyenlere göstermiş oldu.
Ben, "Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler- Ölülerimiz Konuşuyor" adlı oyunu yazarak kendimce tarihe not düştüm. Oyunumu hem Merhaba Sanat Tiyatrosu hem de Denizli Edebiyat dostları sahneye koydu. Tüm ülkeyi dolaştı. (Oyun 80 kadar kentte- ilçede 100'e yakın defa sahnelendi.) Amacına ulaşmış oldu. Telif almadım. Bir kaç kente oyunu izlemeye davet edildim. Yol masrafım karşılandı o kadar. Fazlasını talep etmedim.
"Ben çıkana kadar büyüme e mi... Hapishane kapılarında büyüyen çocuklar" adlı belgesel kitabımla da yakın hapishane tarihini –kendimce- anlatmaya- aydınlatmaya çalıştım. Özellikle sözünü ettiğim bu kitabın hazırlık aşaması, dayanması zor gerçeklerle - karabasanlarla yüzleşmeme neden oldu.
Bizim "Soma ve Maden" temalı hazırlanan "dosyalara katkı sunmadaki ilk amacımız: "tarihe not düşmek"ti. Zira hangi akımdan yazarsa yazsın yazar –şair, "Yaşadığı dönemin tanığı ve vicdanıdır" deriz. Ya da öyle olmasını umarız. Bu saptama neo-liberalizm dönemine kadar bir gerçeklikti. Ancak 12 Eylül darbesinden sonra yaratılan korku ikliminde "edebiyat" önemli ölçüde "kamunun vicdanı" olmaktan çıktı. Neo-liberalizmin sanatı ve sanatçıyı "piyasa" yapmasından etkilenen yazarlar, eserlerinden gerçekliği ve insanı çıkardılar. Bu duruma direnen ve toplumcu çizgiyle, estetiği de ihmal etmeden -farklı akımlarla da olsa- üretmeye devam eden yazar ve şairlerimiz halen var. İyi ki de var.
Biz yazar ve çizerler "iş kazası - fıtrat – kader" safsatalarına karşı bunların iş cinayeti hatta katliam olduğunu dolaylı – metaforlarla - estetize ederek anlatmaya çalıştık. Bu çabamız karşılığını bulacaktır. On yıllar sonra da olsa. Arada çatlak sesler çıksa, devletin yanı sıra hiç beklemediğimiz yerden saldırılar gelse veya kimi eleştirmenlerce yok sayılsak da yazmaya, çizmeye, yontmaya, fotoğraflamaya, oynamaya, film çekmeye devam edeceğiz.
Daha iyisini yapanlar mutlaka olacaktır. Bu durumda bize de sevinmek düşer. Haset etmek, açık aramak değil.
Sonuç olarak "Sonsöz"ü okuyucular söyleyecektir.
Ve tarih...
Biz de yola devam edeceğiz.
Yollarımızın kesildiği karanlık zamanlarda bile.
Yazıya konu olan kitaplar:
18 Yazardan Maden Öyküleri, Babek Yayınları, İstanbul, Şubat 2015.
"Ölüm vardiyası, 37 Yazardan Soma'nın Öyküsü", Tilki Kitap, İstanbul, 2015.
12 Eylül ve Filistin Günlüğü, Adil Okay, Ütopya Yayınevi, Ankara, 2009.