Avrupa Sürgünler Meclisi’nin yorulmaz emekçisi Selma Metin’den Türkiye’de mevcut İslamcı diktanın rejim karşıtlarını «vatandaşlıktan atma» girişimi ve bunun 12 Eylül dönemindeki uygulamalarla benzerliği konusunda bir yazı yazmam istemi geldiğinde, sevgili dostum Ergin Erkiner’in beni son derece duygulandıran bir yazısını okumaktaydım… Ufuk Bektaş Karakaya’nın Bitmeyen Sürgünlük kitabı üzerine değerlendirmelerini…

«Sosyalist örgütlerin kadrolarının Avrupa ülkelerine çıkması 12 Eylül 1980 ile başlamadı. 12 Mart 1971 darbesinden sonra Avrupa ülkelerine gelenleri sayıları az olduğu için saymasak bile, 1976-77’den başlayarak artan sayıda sosyalist Avrupa ülkelerine –özellikle Almanya’ya- çıktı. Bir bölümünü örgütü gönderdi, bir bölümü kendisi geldi, ailesinin zorlamasıyla gelenler de vardı. 12 Eylül 1980’i izleyen ilk yıllarda Avrupa ülkelerine büyük sayılar halinde gelen sosyalistler hemen her ülkede kendilerinden önce gelmiş kadrolar ve sempatizanlar buldular,» diyordu Engin.

Belki de ciddi bir çalışmada ilk kez 1971 Darbesi sürgünlerinin siyasal göç tarihindeki yeri ve rolü net olarak vurgulanıyordu.

Bir an onyıllarca öncesine döndüm… 1971 Darbesi’nde eşim ve mücadele yoldaşım İnci Tuğsavul ile birlikte sürgüne ilk çıkanlardandık… Yıllarca Demokratik Direniş Hareketi’ni, ardından İnfo-Türk’ü, Güneş Atölyeleri’ni ve de 12 Eylül ortamında Demokrasi İçin Birlik’i örgütlemiştik.

Türkiye İşçi Partisi lider kadrosu da 12 Eylül’den kısa bir süre sonra bu dokuz yıllık birikimin yarattığı kadro ve olanaklardan yararlanarak Batı Avrupa’ya iltica etmişlerdi.

Engin’in yazısını okurken Facebook’a bir acı haber düştü. 12 Eylül sürgünlerinden İbrahim Yalçın yıllardır pankreas kanserinin pençesinde kıvrandıktan sonra hayata ve de biz sürgünlere veda etmişti.

Bu sürgünde kaçıncı kaybımızdı?

İnci’yle birlikte 45 yıllık sürgün yaşamımızda bu kaçıncı acı uğurlamaydı?

Onu memleketi Elbistan’da toprağa vereceklerdi.

Sürgünde can verenlerimizden kaçı Türkiye’de, kaçı Avrupa, Avusturalya ya da Amerika’da toprağa verildi, bilmiyorum… Herhalde Avrupa Barış Meclisi’nin önde gelen görevlerinden biri bunu belgelemek olmalı…

Ayrıntılı anımsadığım, Özal döneminde Türkiye’de toprağa verilmek üzere Behice Boran’ın Brüksel’den uğurlanışıydı…

Ya Père Lachaise’de toprağa verdiklerimiz?

Yılmaz Güney... Ahmet Kaya... Uğur Hüküm...

Hele Türkiye’nin ta 40’lı yıllarda sürgüne zorladığı büyük bilimadamı, sürgün yoldaşım, İleri Jön Türkler’in kurucularından Fahrettin Petek...

Bir farkla.

Petek artık Père Lachaise’de değil, kendi arzusuyla külleri çoktan o çok sevdiği İstanbul Boğazı’nın ve de Normandiya sahilini döven Atlantik Okyanusu’nun serin sularına karışmış durumda…

Ya daha öncesi…

Türkiye’nin en büyük ozanı Nazım Hikmet 1963 Haziran’ında Moskova’da toprağa verildiğinde, ben henüz sürgün de değildim…

Genç bir sosyalist gazeteci olarak İstanbul’da bir yandan Türkiye İşçi Partisi genel merkezinde sosyalist hareketimizin kitlelere ulaşması için militanlık ve parti yöneticiliği yaparken, bir yandan da çalıştığım Gece Postası’nı sol düşüncelere açma kavgası vermekte ve de Türkiye Gazeteciler Sendikaları Fedrasyonu’nun yönetiminde Türk Ceza Yasası’nın sınıfsal örgütlenmeyi ve sol düşünceyi yasaklayan 141 ve 142. Maddelerinin kaldırılması için mücadeleyi örgütlemekteydim…

Nazım Hikmet’in Moskova’da öldüğü haberi yüreğimi dağlarken bir gün benim de siyasal sürgün olacağım aklımın köşesinden dahi geçmiyordu.

Ya Sabiha Sertel? Tan Olayları sonrası eşi Zekeriya Sertel’le birlikte sürgüne mecbur edilen ve de sürgünde yaşama veda eden büyük sosyalist gazeteci ve yazar... Hem onun, hem de eşi Zekeriya Sertel’in ve kızları Yıldız Sertel’in kitaplarını Türkiye’de bizler yayınlamıştık. Yayınlarken de günün birinde bizlerin de siyasal sürgün olacağımızı hiç düşünmemiştik.

O kadar ki, sarı basın kartlı gazeteciler olarak her an pasaport alabileceğimiz halde, ne olur ne olmaz diye pasaport alma gereğini dahi duymamıştık.

1964-66 yıllarında sol mücadelenin günlük bayrağı haline getirdiğim Akşam Gazetesi, 1967’den sonra sosyalist Ant Dergisi ve Ant Yayınları... Yüzlerce yıllık ceza taleplerini içeren basın davaları...

Ve de 1971 Darbesi...

Evimize ve yayınevimize yapılan baskınlar, kasaturalarla parçalanan kitaplar... Benim de bir gençlik fotoğrafıyla yeraldığım sıkıyönetimce “Vur” emriyle arananlar listesi...

11 Mayıs 1971. Mücadeleyi yurt dışında sürdürmek üzere sahte bir pasaportla sürgün...

Hiç unutmam... Türkiye’de açılan TKP davasının sanıklarından biri olarak aynı davanın sanık listesindeki zamanın TKP Genel Sekreteri Yakup Demir’in (Zeki Baştımar) 1971 yazında Doğu Berlin’de kendisiyle görüşürken söylediklerini...

Avrupa’daki direniş örgütlenmesini tamamladıktan sonra yine illegal yollardan Türkiye’ye döneceğimizi söylediğimde acı acı gülümsemişti:

“Biz de hep böyle düşünerek çıkmıştık sürgüne... Gerçekçi olun... Bakın biz kaç yıldır sürgündeyiz...”

Ertesi yıl Paris’te tanıştığım sevgili Fahrettin Petek de aynı şeyleri söyleyecekti.

Bunları yıllar sonra ben de, Brüksel’e gelerek Sürgünde Kürt Parlamentosu’nu kuran Remzi Kartal, Zübeyir Aydar gibi yeni sürgün Kürt dostlarıma söyleyecektim...

İki yıl illegalde kaldıktan sonra 1973’te Birleşmiş Milletler’in Hollanda’da tanıdığı siyasal mülteci olarak Brüksel’de İnfo-Türk’ü kurmaya karar verdiğimizde Belçika’da oturma ve çalışma izni talebimiz Türkiye Büyükelçiliği’nin baskısıyla tam üç yıl Belçika devlet güvenlik örgütü tarafından engellenecekti.

Belçika sendikalarının dayatması sonucu legalleştikten sonra, 1976’da Moskova’da Nazım Hikmet’in mezarını ziyaret ettiğimde, ertesi yıl da Nazım’ın 75. Doğum yıldönümü dolayısıyla Belçika sosyalist sendikalarının lokalinde büyük ozanımız üzerine konuştuğumda, sürgün benim için de, İnci için de hayatımızda hâlâ geçici bir parantez gibiydi.

1977’yi 78’e bağlayan gece Türkiye’ye dönme umuduyla Almanya’daki dostlarımızla vedalaşmaya gidiyorduk...  Aachen Garı’nda Almanya’nın güvenliği için tehlikeli yabancı gazeteciler listesinde olduğum için tutuklanarak aynı gece Belçika’ya geri gönderildim.

Yine de yedi yıllık sürgün yaşamına son vererek Türkiye’ye bir an önce geri dönüp kavgayı orada sürdürmekte kararlıydık. 1971’de Demokratik Direniş Hareketi’yle başlatıp 1974’ten sonra İnfo-Türk’le sürdürdüğümüz mücadeleyi Belçika’daki arkadaşlara emanet edip siyasal mülteci statüsünü terkederek Türkiye’de yeni bir sayfa açma hazırlığı içindeydik...

Bu amaçla geçici pasaport alarak 1978’de Türkiye’ye yaptığımız iki kısa ziyarette ülkeye kesin dönüşün hazırlıklarını başlatmışken, militarizm üzerine çevirdiğim iki kitabın İstanbul’da yayınlanmasından ötürü Donanma Komutanlığı Askeri Savcılığı’nın hakkımda çıkarttığı yakalama emri dönüş projesini erteletti...

Bu erteleme sürecindedir ki, tüm sürgün arkadaşların çok iyi tanıdığı 12 Eylül 1980 Darbesi’ni izleyen baskılar süreci bizler gibi yurt dışındaki tüm rejim karşıtlarının üzerine bir karabasan gibi çöktü...

Pasaportların uzatılmaması, ardından vatandaşlıktan atma kararları...

İnci ve benim TC vatandaşlığından atılma kararı bize iki kez tebliğ edildi. Bu TC Devleti’nin bize kinini ortayan koyan müstesna bir uygulamaydı.

İlk tebligat 1982 yılında Yılmaz Güney, Behice Boran, Gültekin Gazioğlu, Şanar Yurdatapan, Melike Demirağ, Cem Karaca, Mehmet Emin Bozarslan, Nihat Behram, Mahmut Baksı, Şah Turna, Fuat Saka, Demir Özlü, Yücel Top ve daha yüzlerce arkadaşla birlikte…

İkincisi 1987’de, Brüksel’de Uluslarası Basın Merkezi’nde yaptığı bir basın toplantısı sırasında zamanın başbakanı Turgut Özal’a Türkiye’de insan hakları ihlalleri ve vatandaşlıktan atmalar konusunda sorduğumuz sorular nedeniyle…

Artık sadece siyasal mülteci değil, aynızamanda «katmerli vatansız» olmuştuk…

Vatansızın kavgası siyasal mülteciye göre daha zor… Bu kavgada ne yazık ki ihaneti de tanıdık…

Türkiye’de Danıştay nezdinde «vatandaşlıktan atılma» kararına karşı açtığımız dava, son derece iyi bir dosya hazırladığımız halde, MGK kararları aleyhine hüküm verilemeyeceği gerekçesiyle reddedildi.

Bu noktada ta 60’lı yıllardan beri sosyalist mücadele yoldaşımız olan bir avukatın tavrını belirtmeyi de, siyasal sürgünlerin mücadelesinin Türkiye’de ne denli hafife alındığını vurgulamak için zorunlu görüyorum. Evet, çok iyi hazırlanmış bir dosyaya ve avukatlık ücretinin peşinen ödenmiş olmasına rağmen, avukatımız Danıştay’daki murafaaya katılmadığı gibi, bir başka avukatı vekil olarak göndermeyi dahi gerekli görmemişti. Danıştay dairesinin iki üyesi bizim lehimizde mütalaa belirttikleri halde, üçlü çoğunluk davayı red gerekçesinde davacı avukatının murafaaya katılmamış olmasını da bir neden olarak göstermişti.

Vatandaşlık hakkını geri alma mücadelemiz bununla da bitmedi… Türkiye’deki tüm hukuki itiraz yolları tükenmiş olduğu için Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nda dava açtık. Aylarca süren çalışmalardan sonra hazırladığımız Fransızca dosya Türk Devleti’ni mahkum edecek tüm gerekçeleri belgeli olarak ortaya koymaktaydı. Türk Devleti ise, bizim komünist, anarşist ve bölücü faaliyetlerden ötürü vatandaşlıktan atılmayı defalarca hakettiğimizi ileri süren bir savunma göndermişti.

Komisyon’un büyük ihtimalle bizim lehimizde karar vereceği oturumdan tam bir gün önce Özal iktidarı cunta döneminde siyasal nedenlerle vatandaşlık kaybettirmeyi öngören yasayı iptal eden bir kararı Meclis’ten geçirip Strasbourg’taki Konsolosluk aracılığıyla  Komisyon’a ek savunma olarak sundu… Bunun üzerine Komisyon vatandaşlık hakkının iade edildiği gerekçesini ileri sürerek talebimizi karara bağlamayı reddetti.

Osmanlı’da oyun tükenmez.

Bu yasa iptal edildikten sonra sürgündeki bazı arkadaşlar Türkiye’ye dönüş yaptılar.

Evet, bizi vatansız kılan yasa kalkmıştı, geçici bir pasaportla Türkiye’ye dönmek mümkündü ama döndükten sonra ne olacağı meçhuldü… Türk Hükümeti’nin bizim vatandaşlıktan atılmamızı haklı göstermek için Avrupa İnsan Hakları Komisyonu nezdinde sözünü ettiği onlarca dava ülkeye döndüğümüz anda tutuklanıp mahkum edilmemiz için yeterliydi.

Değerli dostumuz, seçkin hukukçu Halit Çelenk talebimiz üzerine aylarca bizimle ilgili dava dosyalarını araştırdı, Diyarbakır dahil tüm sıkıyönetim komutanlıklarının mahzenlerine girdi, ama dosyalar o kadar çoktu ki, sonunda bu meseleyi siyasal planda çözmek gerektiğini düşünerek zamanı dışişleri bakanı Hikmet Çetin’e bizim Türkiye’ye sorunsuz girebileceğimize dair bir güvence vermesini isteyen bir mektup yazmamızı önerdi.

Bu konuda Hikmet Çetin’e yazdığımız iadeli taahhütlü mektupların hiçbirine yanıt gelmedi.

Hükümet değişiklikleri sırasında eski dostlarımız Mümtaz Soysal ve İsmail Cem dışişleri bakanlıklarını üstlendiler… Soysal 1971 darbesinden sonra tutuklandığında kendisinin özgürlüğe kavuşması için Avrupa’da mücadele vermiş, özel olarak İngiltere’ye de gitmiştim… Onlara yazdığımız iadeli taahhütlü mektuplara da herhangi bir yanıt gelmedi.

Birkaç yıl sonra Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu binasında karşılaştığımızda Soysal artık bakan değildi... Beni görünce hayretle sordu: “Sen niye hâlâ buralardasın?”

“Sayende... Çünkü bakan olduğun halde bizim iadeli taahhütlü mektuplarımıza yanıt vermek lutfunda dahi bulunmadın.”

“Doğancığım, Türkiye’yi bilmez gibi konuşuyorsun... Bana ulaştırılmadı. Keşke mektubu bakanlığa değil de benim şahsi adresime yollasaydın.”

Gülerek yanıtladım:

“Eğer senin de bugün temsil ettiğin devlet hâlâ buysa, bana niçin hâlâ buralarda olduğumu hiç sorma...”

*

Vatansız ya da siyasal mültecinin bir başka sorunu da Avrupa ülkelerinde seyahat özgürlüğü… Siyasal mülteci seyahat belgesiyle sorunsuz seyahat edebilirken, Fransa siyasal mültecilerin ülkeye girebilmeleri için konsolosluklar aracılığıyla vize almaları koşulunu koydu.

Yıllardır Strasbourg’da Avrupa Konseyi ya da Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile ilgili toplantılarını izliyor, milletvekillerini bilgilendiyordum.  1986 yılında yine bir toplantıyı izlemek için Brüksel’deki Fransız Başkonsolosluğu’na başvurduğumda, talebimin güvenlik gerekçesiyle reddedildiği bildirildi.

Nedenini çok geçmeden öğrendim. Fransız televizyonu A2 insan haklarıyla ilgili bir programda Türkiye’de azınlıklara yapılan baskılarla ilgili bir Türk konuşmacı aramış, Fransa’da kimse bu sorumluluğu üstlenmediği için Belçika’dan beni davet etmişlerdi. Programda Kürt Enstitüsü yönetmeni Nizan Kendal ile birlikte konuşmuş, azınlıklara yapılan baskıları ortaya koymuştum.

Ertesi gün Hürriyet Gazetesi bir «vatan haini»nin Fransız televizyonunda Türkiye aleyhinde konuşturulduğunu manşetten vermişti.

Türk Devleti’nin baskısı nedeniyle artık Fransa’ya girişim de engellenmişti, üstelik sosyalist cumhurbaşkanı François Mitterrand döneminde… Öyle ki, Fransa Kürt Enstitüsü’nün Paris’te organize ettiği bir konferansa konuşmacı olarak katılmam için gönderilen davetiye, bizzat cumhurbaşkanının eşi Danielle Mitterrand’ın imzasini taşıdığı halde…

Seyahat özgürlüğüne kavuşabilmek için yıllardır yaşadığım Belçika’nın vatandaşlığını talep etmek ve Belçika pasaportu edinmekten başka çare kalmamıştı.

İnci’yle birlikte vatandaşlık için yaptığımız başvuru ise, yine Türk Devleti’nin yaptığı baskılar nedeniyle beş yıla yakın karara bağlanamadı. Belçika Kraliyet Savcılığı, Meclis’e sürekli bizim aleyhimizde raporlar veriyor, Vatandaşlık Komisyonu da gülünç bir gerekçe olarak bizim Belçika toplumuyla bütünleşmediğimizi ileri sürüyordu.

Oysa kendi kurduğumuz ve yönettiğimiz Güneş Atölyeleri’nde her yıl yüzlerce yabancı kökenli kişi eğitim görüyor, Fransızca’yı söktükten sonra da yönetici olarak ya İnci’nin ya da benim verdiğimiz lehte belgeler sayesinde Belçika vatandaşlığına alınıyordu.

Tam bir skandal olan bu durumu geniş bir kampanya ile açıklamamızdan sonra Belçika Meclisi olağanüstü bir kararla bizim Belçika vatandaşlığımızı onaylamak zorunda kaldı.

Şu anda bizler Belçika vatandaşlarıyız…

Ancak bir Avrupa ülkesinin vatandaşı olmak da, Türk Devleti’nin «sakıncalı» saydığı kişiler için bir güvence sağlamıyor.

Brüksel’deki Türkiye Büyükelçiliği, rejimin emrindeki Türkçe medya aracılığıyla bizlere karşı kışkırtmalarını hiç eksik etmedi. Öyle ki, Dersim soykırımı konusunda Avrupa Parlementosu’nda bir konferans düzenlenmesine katkıda bulunduğumuz için hem Belçika’daki bazı Türk siteleri, hem de Türkiye’de bir günlük gazete aracılığıyla hakkımda linç kampanyası açıldı.

Buna karşı Türkiye’de ve Avrupa ülkelerinde başlatılan protesto ve dayanışma kampanyası sayesinde Belçika Devleti beni resmen himaye altına almak zorunda kaldı.

Türk kökenli seçmenlerin oylarını alabilmek için tüm Belçika partilerinin flört ettiği Ankara güdümlü islamcıların ve faşistlerin cirit attığı bir mahallede himaye ne denli mümkün ?

Daha birkaç ay önce, Atatürkçüler Derneği kurucusu biri, Ermeni soykırımının tanınmasını desteklediğim için, aşırı sağın sözcüsü Türkçe bir İnternet sitesinde resmimi de koyarak «Bu adamı iyi tanıyın!» diye hedef göstermekteydi… Acı olanı ise, bunu yapanın özellikle 70’li yıllarda Belçika’da siyasal mülteci olmasına yardım ettiğimiz, hattâ evimizde ağırladığımız bir kişi olmasıydı.

45 yıllık sürgün yaşamımızda, İnci de ben de, sol siyasetteki farklılıkları hiçe sayarak kimlere dayanışma göstermedik ki… Yardımcı olduklarımız arasında sağladığımız olanakları kullanıp kendilerini güvenceye aldıktan sonra sadece selamı sabahı kesmekle kalmayıp siyasal kariyerleri uğruna arkadan vuranların sayısı o denli çok ki!

Tüm bunlara karşın, sürgünümüzün ilk gününde baş koyduğumuz, Demokratik Direniş Hareketi’yle başlayıp İnfo-Türk’le, Güneş Atölyeleri’yle, 12 Eylül döneminde Demokrasi İçin Birlik örgütlenmesiyle sürdürdüğümüz Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesine katkımızı ileri yaşımıza ve giderek daha da ciddileşen sağlık sorunlarımıza rağmen aynı kararlılıkla geliştirmeye çalışıyoruz…

Asuri, Ermeni ve Kürd diyasporalarıyla birlikte yürüttüğümüz bir kavga bu…

Önümüzdeki 11 Mayıs, sürgünümüzün 45. Yıldönümü… Ben artık 80 yaşındayım… İnci de 76…

Daha kaç yıl yaşarız bilmiyorum.

Ergeç dogduğu topraklara dönebilmek, hayata orada veda etmek, her sürgünün son derece meşru arzusudur.

Ama artık biliyorum ki, bu bizim yaşta ve bizim durumumuzda olan kişiler için, bir mucize olmadıkça, gerçekleşemeyecek bir rüyadır.

Bu nedenledir ki, İnci de ben de kendimizi kaçınılmaz sona, duygusallıklarımızı hiçe sayarak, olabildiğince gerçekçi biçimde hazırladık.

Evet, 45 yıldır beşer bizim milletimiz, dünya bizim vatanımız…

45 yıl önce sürgüne çıktığımızda, Dante’nin İlahi Komedi’de dediği gibi, kendimizi hayat yolunun ortasında bir karanlık ormanda bulmuştuk. İnançlarımız ve kararlılıklarımız kendimizi yitirmemizi, yanlış yollara sapmamızı engelledi, hep kavganın doğru yolunda ilerledik.

Artık hayat yolunun sonundayız…

Sürgün, doğup büyüdüğü ve üzerinde yaşayan insanların hiçbir köken, dil ve inanç farkı olmaksızın özgür ve eşit yaşayacağı bir düzen için mücadele veren insanların belki de dönüşü olmayan son durağıdır… En azından İnci ve benim için öyle görünüyor.

«Türkiye’ye neden dönmüyorsunuz?»

Hukuki, cezai ya da fiziki engeller bir yana, yanıtımız nettir:

Bizleri ve bizim gibi binlerce yurttaşı sürgüne zorlayan, şimdilerde « vatandaşlıktan atma » tehditlerini yeniden gündeme getiren Türk Devleti mevzuattaki tüm terör yasalarını ve maddelerini iptal etmedikçe, tüm siyasal tutuklu ve mahkumları serbest bırakmadıkça, tüm sürgün arkadaşlarımızın, Türk, Kürt, Ermeni, Asuri, Ezidi ayrımı olmaksızın, onurlu bir biçimde dönmelerini sağlayacak demokratik bir düzeni benimsemedikçe Türkiye’ye dönüş bizler için yarım yüzyıla yakın süredir sürdürdüğümüz kavgaya ihanet olur.

Moskova’da yatan Nazım Hikmet’i, Paris’teki Père Lachaise’de yatan Yılmaz Güney’i, Ahmet Kaya’yı, Uğur Hüküm’ü düşünüyorum.

Özellikle Nazım Hikmet için onyıllardır dillerden düşürülmeyen Türkiye toprağında «bir çınar ağacının gölgesi» yakınmalarını…

Kuşkusuz sürgünde yaşama veda eden herkesin ve de yakınlarının son dinlenme yeri konusundaki tercihlerine sonuna kadar saygı gösterilmelidir.

Ne ki, Nazım sürgünde can vereli yarım yüzyılı geçti… Türkiye, sosyal demokrat iktidarlar döneminde dahi bu en büyük ozanının son arzusunu yerine getirmeyi göze alamadı.

Bence artık çok geç…

Bence onlar, büyük insanlığın vatandaşları olarak hep toprağa verildikleri yerde kalmaya devam etmelidir…

Moskova’da 1917 devrimini yaratanlarla, Paris’te 1871 komünarlarıyla aynı toprağı paylaşıyor olmak sadece onlar için değil, onların kavgasını yaşatanlar için de bir onur sorunudur.

Fahrettin Petek gibi, vakt erince vücutlarını ömürlerini tükettikleri ülkenin bir krematoryumunda alevlere emanet edenlerin tercihlerine de aynı saygı gösterilmelidir. 

Tam da bu yazıyı bitirirken, 70’li ve 80’li yıllarda yakından tanıdığım Belçika Komünist Partisi Genel Başkani Louis Van Geyt’in 88 yaşında hayata veda ettiği haberi geldi. Saygın bir siyasal kişilikti…

Kendi istemi üzerine ailesi Van Geyt’e cenaze töreni yapılmayacağını ilan ediyordu. Çünkü vücudunu bilime adamıştı.

Boğazımda bir şeyler düğümlendi…

Sürgünde can veren büyük ozanımız Nazım Hikmet’in Benerci destanının bitiminde söylediklerini anımsadım:

Çan
        çalmıyoruz.
Çan
        çalmıyoruz.
Yok
      salâ
          veren!
Giden
      o
biten
      bir
şarkı değildir...

O
büyük
bir
ışık
gibi döğüştü.
Kasketli
bir güneş
halinde düştü.

Evet, ne cenaze töreni, ne mezar taşı…

Yeter ki bu insanların yaşamlarının en üretken, en verimli yıllarını çok sevdikleri ülkelerinin ve halklarının esenliği için başka coğrafyalarda mücadeleye harcadıkları unutulmasın…

Ve de arkadan gelen kuşaklar artık sürgün acısı tatmasın…