Bir aydın, bir insan olarak Fikret Başkaya, önemlidir.
“Entelektüellere ihtiyaç duyan bir toplum değiliz”;[2] “Aydın kavramı raf ömrünü tamamladı. Günümüzde entelektüelin yeri filin sırtında sivrisinek olmaktan öte değil,”[3] türünden “ucuz” saptamalara karşın bundan dostun da, düşmanın da asla kuşkusu olmadı; olamaz da…
Güç odaklarının ezberlettiklerini tekrarlayanların kendine “aydın” sıfatını layık gördüğü “piyasa”da; kim ne derse desin, entelektüele olan ihtiyaç büyürken; onun ne olması gerektiğinin yanıtıdır Başkaya…
Kolay mı?
“Kürt halkının onur savaşı verdiğini söyleyen ve ‘bölgesel ayaklanma kışkırtıcılığının değirmenine su taşıyan’ aydınlarımız, bilmem ki bu kıyaslanmaya bakıp utanacaklar mı?
En azından bugün üstlendikleri ‘yıkıcı pozisyonu’ gözden geçirecekler mi?”[4] işmarıyla iktidarın gölgeliğini üstenen Ahmet Kekeç veya “Türkiye’nin çok ciddî bir ‘aydın’ sorunu vardır… Bizim ‘yabancılaşmış aydınlar’ın çoğunluğu, çok yönlü bilgi ve kültüre sahip değillerdir ve körü körüne aynı yanlışları savunurlar.
Efendim, hep aynı kişilerden oluşan mâhut aydın bozuntularının, hiçbir millî meselede bir araya gelmezken, Ermenici ve Kürtçü hayranlıkları devam ediyor. Bize göre ‘aydın ihaneti’ içinde olan bu grup, Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin menfaatleriyle hiç ilgilenmemekteler,”[5] diyen Hasan Celal Güzel gibiler, İdris Naim Şahin ile aynı çizgide buluşup; “kalem” ile “kitap”ı “suç aleti” ilan ederken; neyin nasıl yapılması konusunda dik duran, diklenen Başkaya’yı hatırlamamak, ondan öğrenmemek mümkün mü?
Tarih ne kekeme Kekeç’leri, ne de “Mussolini’yle ruh ikizi” olarak anılanları hayırla anmadı, anmayacaktır…
Ama Başkaya, İsmail Beşikçi ve Miguel de Unamuno’ları (29 Eylül 1864, Bilbao - 31 Aralık 1936) hiç unutmadı, unutmayacaktır…
Unamuno dedik, bir kez daha anımsayalım mı?
XX. ilk yarısında ilgilendiği hemen her alanda damgasını vurmuş bir İspanyol romancısı, şairi, dilbilimcisi, tiyatrocusu, eleştirmeni ve düşünürü olan Unamuno, İspanyol kültürünü özümsemekle yetinmemiş, “anadili gibi” 14 dili bilmekteydi.
Yaşadığı çağı seçemese de o çağın içinde kendisini seçmiş ve konumunu belirlemiş, iki büyük savaş arasının büyük kavgasında, güçlülerin yanında değil, özgürlüklerin ve demokrasinin Cumhuriyetçi cephesinde yerini almıştır.
Cumhuriyete ve onun değerlerine öylesine içten, öylesine kararlılıkla bağlıdır ki, Falanjistlerin katlettiği Frederico Garcia Lorca’nın akıbeti bile onu caydırmamış, tam tersine, rektörü olduğu Salamanca Üniversitesi’ni özgürlüğün ve demokrasinin kalesi olarak algılamak istemişti.
Unamuno, 1936’da başını General Franco’nun çektiği faşist hareket, Cumhuriyet’e baş kaldırınca, kendini üç yıl sürecek olan İç Savaş’ın içinde ve bilim-kültür cephesinin en ön saflarında bulur.
1936’da Miguel de Unamuno, Avrupa’nın en eski ve köklü üniversitelerinden biri olan Salamanca Üniversitesi’nin rektörlüğünü yaparken; her fırsatta taciz edilmekte, kışkırtılmaktadır.
Cumhuriyet karşıtları orduda ve Falanjist örgütlenmeler içinde yuvalanmışlardır ve Cumhuriyeti devirmek için bin bir komplo, bin bir entrika tezgâhlamaktadırlar. Franco yanlılarının etki alanı içinde yer alan ve Miguel de Unamuno’nun rektörü olduğu Salamanca Üniversitesi’nin büyük amfisinde 12 Ekim 1936’da rektörün izni olmaksızın bir ‘Irk Şenliği’ düzenlenmiştir. Şenliğin onur konukları arasında, daha sonra iyice ünlenecek olan o mahut Caudillo’nun karısı Dona Carmen Franco da vardır. Bütün o davetli resmî erkânın ve bindirilmiş kalabalığın önünde kürsüye çıkan Francocu General Millan-Astray, Cumhuriyetin ilanı ile “İspanya’nın maruz kaldığı büyük iç ve dış tehlikeleri” sayıp döken ve faşizmi öven bir konuşma yapar ve konuşmasını, coşturulmuş kalabalık tarafından sık sık tekrarlanan “Viva la muerta! - Yaşasın ölüm!” nidaları ile bitirir.
Kendi üniversitesinin çatısı altında böylesi bir baskına uğrayan Miguel de Unamuno, kendinden emin, kararlı adımlarla ve söz almaksızın, generalin ardından kürsüye çıkar, oluşan bir ölüm sessizliği içinde ve “işgalciler”in şaşkın bakışları altında, şu tarihsel konuşmayı yapar:
“Şimdi benim burada ne söyleyeceğimi büyük bir merakla beklediğinizi biliyorum. Beni tanıyorsunuz, beni biliyorsunuz. Hepiniz, benim, susmadığımı ve susmayacağımı biliyorsunuz. Yetmiş üç yıllık ömrümde susmayı, suskun kalmayı bir türlü öğrenemedim. Ve bugün de öğrenmek istemiyorum suskun ve sessiz kalmayı. Bazı durumlar vardır ki, orada susmak, yalan söylemektir. Zira sükût, ikrar olarak yorumlanabilir. Bugüne kadar içimde daima birbiri ile tutarlı bir uyum içinde yaşaya gelen sözüm ile vicdanım arasında bir boşanmaya asla izin veremem. Kısa konuşacağım. Süslemesiz ve dolambaçlı cümleler olmaksızın dile geldiğinde gerçek, daha bir gerçektir. Bu çerçevede, biraz önce dinlediğimiz ve şu an aramızda bulunan General Millan-Astray’in konuşmasına, - eğer buna bir söylev denebilirse- birkaç şey eklemek istiyorum.
Basklara ve Katalanlara ilişkin iftira ve aşağılamalar yığını içinde kişiliğime yönelik olanları bir yana koyalım... Marazi ve anlamdan yoksun bir çığlık dinledim: ‘Yaşasın ölüm!’ Ben ki, ömrümü, anlamını kavrayamayanların tüylerini diken diken eden paradoksları hâle yola koyup aşmaya çalışmakla geçirdim, uzman kimliğimle, bu barbar paradoksun benim için tiksindirici olduğunu söylemeliyim,” der…
General Millan-Astray’in, oturduğu yerden, “Kahrolsun zekâ, Kahrolsun akıl!” nidaları ile sık sık kestiği ve coşturulmuş amfiye yuhalattığı bu konuşmasının ardından, Miguel de Unamuno kürsüden inerken faşist militanlar namlularını ona doğrultmuş… Namlular ve şaşkınlık homurtuları arasında kürsüden indirilen Unamuno, amfiden de yuhalamalarla çıkar, evinde göz hapsine alınır ve 31 Aralık 1936’da “ölür”... [6]
Ama geriye; “İnsan sadece uluorta yalan söylemekten sakınmakla yetinmemeli, susarak yalan söylemekten de kaçınmalı,” diyen Tolstoy’un sözü ile kekeme Kekeç’leri tekzip edip Firkat Hoca’ları, İsmail Hoca’ları doğrulayan bir kalıt bırakmıştı…
“Bir kere ‘entelektüel’ ve ‘aydın’ kavramlarını karıştırmamak gerek. Aydın, çağının en doğru ve sağlam bilgileriyle donanmış, dolayısıyla ‘aydınlanmış’ kişidir. Eskiden de yine aynı mânâda ‘münevver’ deniliyordu. Tenevvür etmiş, aydınlanmış kimse. XVIII. Yüzyıl’da ‘Aydınlanma Çağı’ dediğimiz zaman diliminin diğer dillerdeki karşılıkları da hep aynı köklerden: Almancası ‘das Zeitalter der Aufklärung’, Fransızcası ‘le Siècledes Lumières’, İspanyolcası ‘el Siglo de la Luz’ ve İngilizcesi ‘the Age of Enlightenment’ gibi. Hepsi ışıkla, aydınlanmayla ilgili kelimeler.
Ama her ‘aydınlanmış’ kişinin, her aydının illâ ‘entelektüel’ olması gerekmez. Yine eksik olduğunu bile bile entelektüelin en kısa ve doğru tanımı şöyle: Entelektüel kendini bütün dünyadan sorumlu hisseden kişidir...
Peygamber ‘Hiç şüpheniz olmasın ki...’ diye başlar.
Entelektüel ise ‘Şüphe bir nûra doğru koşmaktır!’ diye bitirir.”[8]
Bu bağlamda entelektüel kavramının -belki ilk örneği-, Emile Zola ve arkadaşlarının, Fransa’da anti-Semitizme karşı ‘Dreyfus Davası’nda, devlete ve kiliseye karşı koydukları özgürlükçü tavırdır.
Zamanla bu duruş, “Parçalanmış toplumların ürünü olan aydın, bu toplumların varlığının kanıtıdır, çünkü onların parçalanmışlığını içselleştirmiştir. O hâlde aydın tarihin bir ürünüdür,”[9] diyen J. P Sartre öncülüğünde, entelektüelin toplum vicdanını temsil etmesi gerekliliğine dönüşürken; E. Said, S. Amin, N. Chomsky de, bu geleneğin anılmaya değer örneklerinden oldu.
Edward Said’in, “Düzenin adamları belli çıkarları gözetirler, oysa entelektüeller şovenist milliyetçiliği, şirketleşmiş düşünce müsveddelerini ve sınıfsal, ırksal ve cinsel imtiyazları sorgulayan kişiler olmalıdırlar,” diye tanımladığı entelektüel konusunda altı çizilmesi gereken hayati noktalar kabaca şunlardır:
i) “Ne koruyacak makamları ne de başında nöbet tutup gücüne güç katacakları toprakları olan entelektüellerde bazılarını çok rahatsız eden bir şeyler vardır; kendini beğenenleri de yok değildir ama daha çok kendileriyle dalga geçerler mesela, lâfı eveleyip gevelemektense dobra dobra konuşurlar. Ama şu gerçekten kaçış yoktur: kendilerini böyle gören entelektüellerin ne yüksek mevkilerde eş dostları, ne de resmî makamlarda itibarları olur. İnsan yalnız kalır, doğru; ama her zaman sürüye uyup mevcut duruma hoşgörü göstermekten iyidir yalnızlık.”
ii) “Gerçek entelektüeller en çok, metafizik tutkunun, çıkar gözetmeyen adalet ve hakikât ilkelerinin etkisiyle yozlaşmayı mahkûm ettikleri, zayıfları savundukları, hatalı ya da baskıcı otoriteye meydan okudukları zaman kendileri olurlar.
Benda’ya göre bugünkü entelektüellerin sorunu, sahip oldukları ahlâkî otoriteyi, sekterlik, kitle dalkavukluğu, milliyetçi çığırtkanlık, sınıf çıkarları gibi ‘kolektif duygular’ın örgütlenmesi adını verdiği şeye (bu deyim Benda’nın ileri görüşlülüğünün işaretidir) devretmiş olmalarıdır.”
iii) “Benda’nın tanımına göre gerçek entelektüeller kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme, çarmıha gerilme riskine girmek durumundadırlar.
Güçlü kişiliklere sahip, su katılmadık bireyler olmak zorundadırlar; her şeyden önce de statüko karşısında daimi bir muhalefet durumunda olmaları gerekir.”
iv) “Entelektüelin görevi krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir.”
v) “Entelektüel… kendine kişisel olarak nelere mal olacağını umursamadan bu tür sürü davranışlarına açıkça karşı çıkmalıdır.”
vi) “Bir entelektüel, gemisi battıktan sonra karada değil karayla birlikte yaşamayı öğrenen birine benzer; amacı küçük adasını sömürgeleştirmek olan Robinson Crusoe değil, olağanüstü şeyler yaşadığı duygusunu hiç kaybetmeyen ve bir bedavacı, fatih ya da yağmacı değil de her zaman bir gezgin, geçici bir misafir olan Marko Polo’dur.”
vii) “Yerleşmenin, evet-demenin, uyum sağlamanın sunduğu ödüller tarafından ayartılan, hatta dört bir yandan kuşatılan entelektüel için bir modeldir sürgün. Kişinin gerçek bir göçmen ya da sürgün olmasa bile, öyleymiş gibi düşünmesi, her türlü engele rağmen hayal kurup sorgulaması ve merkezi otoritelerden uzaklaşıp daima uçlara çekilmesi mümkündür hâlâ.
Bu uçlarda alışılmış ve rahat olanın ötesine hiç bir zaman geçmemiş kafaların göremediği şeyler görür insan.
Teknik ehliyetini kiraya veren ve önüne gelene satan o sözde yüzer-gezer entelektüel de değil kafamdaki. Dediğim şu: Bir entelektüel için gerçekten sürgün olan biri kadar marjinal ve yabancı olmak, otorite ve güç sahibine değil gezgine, alışkanlığa değil geçiciliğe ve rizikoya, otoritenin belirlediği statükoya değil yeniliğe ve deneye duyarlı olmak demektir. Sürgün soylu entelektüel cüret ve küstahlığa açıktır, alışılmışın mantığına değil, değişimi ve hareket hâlinde olmayı temsil eder, olduğu yerde saymayı değil.”
viii) “Entelektüelin tek dayanağı ödünsüz düşünce ve ifade özgürlüğüdür: Bu özgürlüğü savunma hattını gevşetmek veya dayandığı temellerden herhangi birinin kurcalanmasına göz yummak entelektüelin işine ihanet etmesi demektir.”
ix) “Entelektüel bir dağa ya da kürsüye tırmanıp yücelerden atıp tutmaz. Tabii ki söyleyeceklerinizi en iyi nereden duyulacaksa oradan söylemek istersiniz; ayrıca söylediklerinizi süregelen, fiili bir süreci, sözgelimi barış ve adalet davasını etkileyecek bir biçimde temsil etmek istersiniz. Evet, yalnız başına konuşur entelektüel, ama ancak kendisini bir hareketin gerçekliğiyle, bir halkın özlemleriyle, müşterek bir ideanın peşinde ortak olarak koşanlarla birleştirdiğinde yankı bulur sesi.”[10]
Burada durup şu saptamayı yapmalıyız: Edward Said’in, altını çizdiği özelliklerin tümü, -görüşlerine katılınsın/ katılınmasın!- Başkaya’ya mündemiçtir.
Hem de Onun, ‘Aydın mı Entelektüel mi?’ başlıklı yazısında haykırdığı gibi:
“Entelektüel… gerçeğin çarpıtılmış versiyonunu teşhir eden biridir…
Entelektüel ‘bu gemi ne yöne doğru seyrediyor’ sorusunu sorandır…
Entelektüel, tanımı ve doğası gereği muhaliftir, ‘marjinaldir’. Olayların, olguların, süreçlerin ‘görünmeyen’ yanını bilince çıkarmak, entelektüelin ve gerçek bilim insanının varlık nedenidir. Bu niteliğinden ötürü de o her zaman ‘sürüden ayrılandır.’ Eğer öyleyse, ‘sürüden ayrılmış olmanın’ bedelini de ödemek durumundadır...
Herkesin yalan karşısında secde ettiği bir ortamda gerçeği haykırmak, ileri insanlığın vicdanı olma basireti, cesareti ve yeteneği ancak az sayıda insana mahsus bir şeydir. Bu özellikten ötürü de tarih boyunca benim entelektüel dediğim insanlar küçük bir gurup olagelmişlerdir. Zira, gerçeği söylemenin her koşulda bir bedeli vardır ve o bedeli göze almak sanıldığı kadar kolay değildir…”
FİKRET BAŞKAYA NEDEN ÖNEMLİDİR?
“Bir insanla göz göze gelmek
için insan olmak gerekir.”[11]
Dahammapada’nın, “Aklı ehlileştirmek iyidir... Ehlileştirilmiş bir akıl mutluluk getirir,” uyarısına inat; göze alıp, bedelini ödediği görüşleriyle bir entelektüel olarak Başkaya önemlidir; çünkü O hepimize, herkese:
Friedrich Nietzsche’nin, “Kendi alevinle yakmaya hazır olmalısın kendini: Önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki?”
Aldous Huxley’in, “Dalın ucuna gitmekten korkma, meyve oradadır”!
Antonio Gramsci’nin, “Devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir”!
Jean Baudrillard’ın, “Herkes Batılı olduğunda, güneş nereden doğacak?”
Karl Marx’ın, “Cehalet, ayrıcalıklı sınıfın ustaca kullandığı bir silahtır,” gerçeğini anımsatan düşünce ve davranışlarıyla çağının vicdanı olmayı öğretir…
İnsan(lık)ı sürüleştiren yabancılaş(tırıl)mayla, herkesin farksızlaştırıldığı “Çığırından Çıkmış Dünya”nın orta yerinde insan olarak kalabilmenin önemi kanıtlayan Başkaya, tüketilmesi mümkün olmayan bir savaşımın da sürdürücülerindendir…
Sürdürülemez kapitalist çılgınlığın kendine düşmanlaştırdığı insan(lık)ın cehaletine, soru(lar) sordurtmaya gayret ederken; herkese William Shakespeare’in, “Cahillik, insanlığın ortak lanetidir,” uyarısını anımsatır…
Acı da olsa doğruyu söyler; insan(lık) için umudun, ancak, eleştirel itirazın başkaldırıyla ulaşılan gerçekte olduğunu söyler.
Söz konusu gerçeğe ihtiyacı olanlar “dünyanın lanetlileri”dir; Onlar bunu devrimci bir eleştiriyle elde edebilirler.
Evet, sözünü ettiğimiz gerçeğe, söylencelerle ve söylencelerin eleştirisiyle başlanırken; hem sorun hem de çözüm olan, hem geliştiren hem tökezleten, hem değer kazandıran hem de kaybettiren bir ifade biçimi olan eleştiri; yalnızca yermek veya yalnızca övmenin ötesindeki bir gereksinimdir.
Eleştirel düşünme, alışılmışın dışında düşünmeyi içerirken; o, sadece bu da değildir. Dayatılanın dışında farklı açılardan bakabilmek ve yeni yorumlar, yönelimler getirmektir.
Başkaya, bunu layığı ile yaptı, yapıyor da…
ONA DAİR
“Gerçek, çıplak dolaşır.”[12]
Başkaya’ya biçtiğim(iz) ilk sıfat, “Buz Kıran”dır.
Donan suyun yolunu açar O… Donmuş, katılaşmış, akışkanlığını yitirmişin yolunu açar, -sarsıntılar içinde- buzları kırarak…
Başkaya’ya biçtiğim(iz) ikinci sıfat, “Kılavuz”dur.
Bilirsiniz; Türkçe kökenli ‘Kılavuz’ kelimesi rehber, yol gösteren anlamındadır…
Vefakâr, cefakâr, cüretkâr özellikleriyle O, “Buz Kıran” bir “Kılavuz”dur.
Tam da bunun için Başkaya, dünyanın ve Türkiye’nin yakın tarihine eleştirel bir perspektif ile bakar.
Herkesin malumu: ‘Paradigmanın İflası’yla ile resmî ideolojiyi yerden yere vurmuş, bu cesaretinin bedelini yıllarca hapis yatarak ödemiştir.
Devletin en çok uğraştıklarından birisi olarak, yazıları, yapıtları, hasılı duruşuyla resmî ideolojinin afyonuyla uyuşmuş beyinleri sarsmıştır…
Aslında “devleti kutsallaştırma”nın yani militarizmin ve otokrasinin karşısındaki uslanmayan, mağlup edilemeyen bir Don Kişot’tur…
Örneğin askerliğini yaptığı Yedek Subay Okulu’nda “sakıncalı er” sayılarak Erzurum’a (Oltu) sürgün edilen Başkaya, ‘Paradigmanın İflası’nı kaleme almaktan ötürü TMY’ye muhalefetten 20 ay hapis cezasına çarptırıldı.
İflas eden, iflası sürekli tekrarlanan sürdürülemez paradigma ile cebelleşen O; “Paradigmayı değiştirmenin zamanı gelmiştir,” diye ilk haykıran olmuştur…
“İyi ki var”lardan birisi olarak; resmî tarihi tersinden okuyan Başkaya; fikir namusu, vicdan, cesaret gibi herkeste bulunmayan erdemlere haizdir.
Karanlığa karşı bir ışık yakanlardandır; taşlanma pahasına meyve veren ağaçtır; dokuz köyden kovulmak pahasına doğru söyleyendir.
Ufuk açıcıdır.
Batı merkezci bakış açısına karşı çıkan bir eleştirisi ustasıdır.
Görüşlerini beğenin veya beğenmeyin ilkeli, dürüst, sessiz, mütevazı bir duruşu vardır Hoca’nın.Türkiye’de pek az bulunan, yalnızca gerçek bilim insanlarında rastlanan türden…
Hasılı “dünyaya sömürgecinin gözüyle bakmak”tan muzdarip olanlara,[13] dogma üreten sapkınlıklara karşı tüm manalarıyla bir yanıttır Başkaya.
Yazılarını okumak “ben bunu düşünmemiştim” dedirtir insana…
Örneğin, Tanzimat’tan beri toplumun başına çöreklenmiş yönetici elitin aslında çok fazla değişmediğini Cumhuriyet ile değişenin sadece devletin adı olduğunu vurguladığı, ‘Yediyüz: Osmanlı Beyliği’nden 28 Şubat’a Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi’nde, Osmanlı-T.“C”nin bir “değişmeyeni” olan “devletperestliğin”, devlet dogmasının, “devleti kutsamanın-fetişleştirmenin” karşısına dikilerek; askeri geleneğin ya da “kışla bilinci”nin, toplumun kendisi hakkında düşünme geleneğini dumura uğrattığını; Türkiye’nin bu durumunun da, emperyalist dünyanın işine geldiğinin altını çizer.
Hem de Kemalizm’in din katına çıkarıldığı, devletin “kutsal” sayıldığı bir polis-asker devletinde, başına gelecekleri bile bile, doğruları yazmaktan çekinmeyerek, resmî ideolojiyi eleştirir.
Şunu da vurgulamalı, Başkaya resmî ideolojiyi, pek az kişinin bu konuda cesaret edebildiği bir dönemde en ağır dille eleştirmiş ve bunun bedelini cezaevinde geçirdiği yıllarla ödemiştir.
Yani AKP iktidarının gölgesine sığınıp “Ergenekon”a cenk açanlardan olmamıştır. Ve daha da önemlisi, Başkaya’nın “resmî ideoloji” eleştirisi, asla ve asla sözünü ettiğimiz zevatın ucuz kahramanlıkları gibi liberalizmin yüceltilmesine yönelmez.
“Buz kırıcı”dır; “kılavuz”dur dedik ya, Onun resmî ideoloji eleştirisi pek çok kişiye yolu açmıştır; bu yoldan geçenler arasında bu ülkenin devrimci mirasını Kemalist kalıntılardan arındırmayı öğrenenler de vardır; omuzlarındaki boyunduruğun ideolojik niteliğini kavrayan Kürt devrimcileri de… AKP’nin liberal epigonluğunun dayanılmaz cazibesine kapılıp “resmî ideoloji eleştirmenliği”ni meslek edinenler de çıkmıştır sonraları…
Kolay mı?
Milli mücadelenin niteliği,[14] onun bir anti-emperyalist mücadele olmadığı, millî mücadelenin ulusallığı sorunu, Kemalist rejimin niteliği gibi kilit eleştirilerin sahibidir O; ‘Paradigmanın İflası’nda “Aydınlar ve Resmî İdeoloji”; “Millî Mücadele’nin Niteliği”; “Millî Mücadelenin Ulusallığı Sorunu!”; “Komintern ve Milli Mücadele’nin Antiemperyalistliği Sorunu”; “Mustafa Kemal ve Tarihte Bireyin Rolü” soru(n)larına net yanıtlar verirken…
Bunları yaparken, “Bir fotoğrafa kimin nasıl baktığı, bir tarihsel-toplumsal olayı kimin hikâye ettiği, ‘nereye değil nereden bakıldığı’ büyük öneme sahiptir,”[15] deyip, “Kavramlara yüklenen anlamlar her zaman herkes için aynı olmayabilir,” notunun altını çizen O; “Uygarlaşma”, “modernleşme” veya aşağı yukarı aynı anlama gelen “çağdaşlaşma”, “batılılaşma” vb. gibi kavramları sorgular
Özel mülkiyete, rekabete, ücretli emek sömürüsüne, ileri teknolojiye sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesine dayalı kapitalist üretim tarzının sahneye çıkıp egemen olmasıyla, insanla toplum, doğayla toplum, insanla doğa arasındaki ilişki radikal bir değişikliğe uğradığından söz eden O, “vahşileri uygarlaştırmaktan yoksulları kalkındırmaya” (!) kapitalizmin kör mantı(ksızlı)ğını anlatır ve ekler: “Kalkınma sürdürülemez, zira, öyle bir şey yok!”
Bu devrimci tutumu ile O; sadece insan(lık)ı değil, onun bilincini de sömürgeleştiren Avrupa merkezli “ideolojik model”in din mertebesine yükseltilmesi, fetişleştirilmesi bir yıkım tablosundan başka bir şey üretmediğini ortaya koyarken; “Azgelişmişliğin Sürekliliği”yle kapitalist üretim tarzı küçük bir azınlığı zenginleştirirken dünya nüfusunun giderek artan bir bölümünü yoksullaştırıp, insanlığın geleceğini de tehlikeye attığının da altını çizer![16]
Kolay mı? Yüzlerce yıldır “modernleşme” “çağdaşlaşma” daha sonra “kalkınma” retoriğiyle, hem kitleyi oyalayıp, aldatmaya çalışanlar için piyasa ekonomisi her derde devadır. Alternatifi de yoktur... “Tek yol piyasa”dır…[17]
Bu akıl almaz karmaşa ve yalanın “kurtarıcı”, “kurtarılmışlık” söyleminin suratındaki maskeyi indiren Başkaya, kapitalist küreselleşmenin “Karanlık Bilançosu”nu[18] çıkarır.
Eşitsizlik temeli üzerine oturtulmuş çevre-merkez ilişkileri ortaya koyar;[19] “Paradigmanın İflası”nın altını çizer.
Her sınıflı toplumda iktidardaki sınıfların, sömürüyü gizlemek, sömürü ve baskıyı meşrulaştırmak, mevcut düzenin değişmezliğini kabullendirmek amacıyla “efsaneler”, “hurafeler” ürettiğine dikkat çekerek, egemen yalanın karşısındaki hakikâti savunmanın ne olduğu, nasıl olduğunu gösterir dost ve düşmana…
Toparlarsak: Entelektüel ahlâkın bedelini yıllarca hapis yatarak ödeyen; “İçerde iken en çok neyi özlediniz?” sorusunu büyük bir içtenlikle “kırmızı şarap içmeyi” diye yanıtlayan; “Çok sevdiğim bir söz vardır; ‘utanma duygumuzun kaybı, insanlığımızın da kaybıdır,’ diye,”[20] notunu düşen ve nihayet şu çocuksu içtenliğin insanıdır O:[21]
“Entelektüel planda iki yazar ve iki yazar olmayan insandan çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Ders kitabı dışında ilk okuduğum kitap ‘Kelile ve Dimne’ oldu.
Bu kitap Hintli bir yazar tarafından yazılmıştır. Kitapta Beydaba adında bir filozof prense masallar anlatıyor ama masalların kahramanları hayvanlar. İkinci okuduğum yazar Panait İstirati’ydi.
Bu ikisi beni çok etkiledi. Yazar olmayan iki kişiden de çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Dedem ve babam. Dedem mollaydı. Birinci Dünya Savaşı’na katılmış. Bilgi birikimi tecrübesi ve sorunları ele alış tarzı beni çok etkilemiştir. Bir çeşit filozoftu. Babam eğitmendi. Okumaya ve öğrenmeye müthiş eğilimli biriydi.”[22]
DEDİKLERİ, ÖĞRETTİKLERİ
“Gerçeğin yarısını söylemek,
hiçbir şey söylememektir.”[23]
i) “Ben kendimce doğru olanı söylerim sonucunu hiç düşünmem,”[24] derken; dik durup, diklenmek; diz çökmemek “nedir”, “nasıldır”, anlatır!
ii) “Rektörlerin Anıtkabir şikâyetleriyle, Oruç Baba Türbesinde uygun koca dileyen genç kadın arasında fark yok. Kara cübbelerini giyip hükümeti atalarına şikâyete giden adam ve kadınların üniversiteyle, bilimle, bilimsellikle bir ilgisi yoktur, olamaz,”[25] deyip; “Bilim, şeylerin gerçeğini ortaya çıkarıyorsa, görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu teşhir ediyorsa bilimdir. Şimdilerde bilim denilen bilim tanımına denk düşmek bir yana, bilimin inkârına dönüşmüş durumda. Küresel kapitalizm çağında bilim ve teknoloji, mülksüzleştirmenin, kâr etmenin, yıkımın, manipülasyonun, alıklaştırmanın hizmetinde,”[26] uyarısını dillendirir Başkaya, keskin bir netlikle…
Çünkü “Geleceğin üniversitelerinin, akademilerinin egemenlik üreten, sömürüyü ve baskıyı meşrulaştıran kurumlar olmayacakları kesin,”[27] şüphesizliğiyle Onun için “Entelektüelin ayırt edici niteliği, onun siyasal iktidardan ve siyasal iktidarın gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı, siyasal iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır. Bu niteliklerden ötürü entelektüel, siyasal iktidarla da iyi geçinemeyen biridir. Burada önemli olan zihinsel ve moral (ahlâkî) bir eğilimdir. Ve bu eğilime uygun davranabilme, tavır alabilme yeteneğidir.”[28]
“Entelektüel, egemen olan sınıfların, gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışan, gerçeğin saptırılmış bir versiyonunu kabullenmeye razı olmayan, iktidardakilerin empoze etmekten çıkarı olduğu ‘bir toplumsal değerler sistemi’ne başkaldıran, örneğin egemen ideolojiye, resmî tarihe karşı çıkarak, gerçekten yaşanmış olanla, yaşandığı varsayılan, gerçeğin çarpıtılmış ya da ‘resmî versiyonu’ arasındaki uyumsuzluğu ortaya çıkarmayı kendine iş edinen kişidir... Egemen sınıfların ve devletin her türlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiçbir yasağa ve tabuya, inkârcılığa itibar etmeyen, sorunları sadece ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp tartışmaya çalışan kişidir...”[29]
iii) 17 Eylül 2011 tarihli ‘Uluslararası İsmail Beşikçi Sempozyumu’nun açılış konuşmasında Başkaya, “Özgürlük mücadelesinde bir şey kazanılmaz, mücadelenin kendisi bir kazanımdır,” diyerek özgürlük mücadelesinin ne anlama geldiğini hatırlatır!
iv) 29 Mayıs 2003 tarihinde ‘Türkiye Yayıncılar Birliği’ tarafından kendisine verilen ‘Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü’ törenindeki konuşmasında, “Eğer düşünce ‘gerçek düşünceyse onu altetmek, etkisizleştirmek, engellemek mümkün değildir. Zira, düşünce ifade edilip muhâtabına ulaştığında, insanlar tarafından duyulup-içselleştirildiğinde artık ‘gerçekleşmiştir’!”[30] derken de; Rosa Luxemburg gibi, “Özgürlük başkasının özgürlüdür,” haykırışıyla ifade ve eleştiri özgürlüğünü “ama”sız, “fakat”sız savunur.
Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki 30 Aralık 2004 tarihli duruşmasında O, “Düşünce özgürlüğü bir düşünceyi eleştirmek maksadıyla yapılır. Suç işlediğime inanmıyorum,” diye eklerken; özgürlüğün “suçlanıp”, “yargılanamayacağı”nı öğretir cümle cihana!
v) ‘Duyduk Duymayın Demeyin Skandal Var’ başlığıyla yayınladığı açıklamasında, “Düşünceyi yasaklayan bir rejim kısa vadede ‘durumu kurtarsa da’ orta ve uzun vadede çürümekten ve yıkılmaktan kurtulamaz. Zira toplumsal dinamik eninde sonunda bağnaz yasal-kurumsal-siyasal-ideolojik yasakçı çerçeveyi çatlatma, parçalama ve yıkma istidadına sahiptir.
Düşünce özgürlüğü tüm özgürlüklerin anasıdır. Eğer düşünce (ifade) özgürlüğü yoksa, başka özgürlükler de gerçekleşemez. Dolayısıyla özgürlükler bir bütündür. Özgürlüklerin bazılarına karşı olmak, bazılarından yana olmak mümkün değildir,”[31] notunu düşen Ona, 20 ay hapis cezası aldıran ‘Paradigmanın İflası’ kitabının Kültür Bakanlığı listesine alınmasını, “ironik” diye niteleyip ekler: “T.C’nin zihniyeti aynı”!
vi) Gerçekten de “T.C’nin zihniyeti hep aynı”dır; “resmî tarihi ve ideolojisi”yle…
Kolay mı?
“Resmî tarih, hâkim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış olanın iktidar sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek [hafıza-ı enâm] yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenir. Fakat, resmî tarih oluşturmak bir başına amaç değildir.
Asıl amaç ‘resmî ideoloji’ oluşturmaktır. Velhasıl, resmî ideoloji oluşturmak için resmî tarih oluşturmak, resmî tarih oluşturmak için de toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin [kolektif hafızanın] yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, bu günün egemenlerinin ihtiyacına uygun bir bellek imâl edilmesiyle mümkün oluyor.
Resmi tarih, yalan, tahrifat, yok saymaya [occultation], adıyla çağırmamaya, sansür ve otosansüre dayanan bir tarih versiyonudur. Toplumsal bellek, egemen sınıfların ihtiyacına cevap verecek şekilde yeniden kurgulanır. Dolayısıyla genç nesillere öğretilen tarih ‘gerçek tarih’ değil ısmarlama üzerine üretilmiş bir tarih versiyonudur.
Bu ‘uydurulmuş tarih’ başta genç nesiller olmak üzere, kitleler tarafından ‘içselleştirildiğinde’ amaç gerçekleşmiş sayılır…”[32]
vii) “Resmî ideoloji üretmeye koşulmuş ya da resmî ideolojiyle çatışmaya girmekten kaçınan bilim insanları, yazar ve düşünürler, soruna dokunmaktan özenle kaçınmışlardır. Sorunu bilimsel olarak ele alıp tartışmak isteyen az sayıdaki bilim adamı da şiddetle cezalandırılıyor. ‘Ayıbı açığa vurmanın daha büyük ayıp olduğu’nu biliyorlar! Elbette bu vesileyle bilim-egemen ideoloji ilişkisinin niteliği bir defa daha ortaya çıkıyor. Napoleon da, üniversite rektörlerine yolladığı bir talimatta, ‘Monarşiye uygun ve müspet şeyler okutacaksınız; metafizik, ideolojik gevezelikler yok,’ dememiş miydi?”[33] vurgusuyla bakın ne der Başkaya: “Yurt dışında yaptığım konferanslarda ve özel görüşmelerde şöyle bir soruyla karşılaştığım olurdu: ‘… ‘Ermeni sorunu’ Osmanlı İmparatorluğu dönemine [1915] ait bir sorun olduğuna ve Cumhuriyetle Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edildiğine göre, Cumhuriyet Rejimi neden 1915’deki katliamı inkâr ederek başına iş açıyor? Bu talihsiz olay bizim yıktığımız ‘Eski Rejim’ zamanında olmuştur ve Cumhuriyet rejiminin bu işte bir dahili söz konusu değildir demeye yanaşmıyor?’...
Rejim inkârda ısrar ediyordu çünkü 1923’de ‘Eski Rejimden’ bir kopuş söz konusu değildi, Cumhuriyet yeni bir şey değildi, söz konusu olan eni-sonu bir hükümet darbesiydi [coup d’état], 1915 katliamının failleri birkaç eksiği-fazlasıyla adı cumhuriyet olarak değiştirilen devletin üst düzey yöneticileri olmaya devam ettiler... Dolayısıyla, süreklilik yok sayılarak neden inkâr yoluna gittikleri ve inkârda ısrarcı oldukları anlaşılamazdı.
Biz yapmadık demesi gerekenlerin biz yapmadık, öyle bir şey olmadı diyebilmeleri mümkün değildi. O zaman geriye inkâr yoluna gitmekten, yalan söylemekten başka yol kalmıyordu. Fakat bir kere yalan söylendi mi, ilk yalanı sürdürmek için yeni yalanlar söylemek kaçınılmazdır ve çelişik olarak yalan yalancıyı rehin alır…
Yalan, rejimin yalanıysa ve toplum yaşamını angaje ediyorsa, yalanın sürdürülmesi, inkârın devamı, inkârcıların ve yalancıların seferber edilmesini gerektirir. İşte resmî tarihçi ve resmî ideoloji üreticisi tam da bu iş için gereklidir ve asıl misyonu ve varlık nedeni yalan üretmek ve üretilen yalanı büyütmektir.”[34]
viii) Buraya kadar aktardıklarımız çerçevesinde; “Kim güçlüyse, Atatürkçü odur ve onun yorumu gerçek Atatürkçülüktür,”[35] diyerek ekler O:
“Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana [1923] takip edilmekte olan ırkçı inkâr politikası, Türkiye’deki ırkçı hareketin gelişiminde önemli bir etkeni teşkil etmiştir.”[36]
“Türkiye tarihinde “Tanzimat ile başlayan dışardan ‘düşünce’ ve ‘kurum’ ithal etme süreci, 1920 ve 1930’lu yıllarda fanatik bir inkârcılıkla sürdürüldü. Merkezî otoritenin güçlendirilmesinin sağladığı imkânların da yardımıyla Kemalist iktidar, tarihte eşine az rastlanır bir inkârcılığı dayattı.”[37]
ix) Erol Metin’le söyleşisinde, “Türkiye’yi 1908’den beridir devlet partisi yönetiyor,” der ve “Reel Atatürkçülük” hakkında ekler: “Amerikancılıktır, Amerikan üsleridir, NATO’culuktur, Kore’ye, Somali’ye, Afganistan’a asker göndermektir.
Bağnaz milliyetçiliktir, devleti kutsayıp fetişleştirmektir, IMF’ciliktir, ülkenin geleceğini çokuluslu şirketlerin insafına terk etmektir.
Cuntacılıktır, militarizmdir, yurt dışındaki imamların maaşlarını Suudi rabıta örgütüne ödetmektir.
Aydınlanmanın, demokratikleşmenin, sosyalizmin önünü kesmek üzere devlet desteği ve olanaklarıyla dinci gericiliği besleyip, sonra da irtica ile mücadele adı altında ‘postmodern darbe’ yapmaktır.
Sosyalizm düşmanlığıdır, özgürlük ve demokrasi fobisidir, iç ve dış düşmansız yaşayamamaktır.
Farklı düşünmenin hain, muhalifin düşman sayılmasıdır.
Toplumun rantiyeler ve spekülatörler tarafından rehin alınmasıdır.
Ülkenin varını yoğunu özelleştirme adı altında yağmalamaktır, Kürt varlığının inkârıdır. Muvazaa (danışık) partileriyle halkı oyalayıp demokrasi oyunu oynamaktır. Susurluk’tur, Şemdinli’dir.”[38]
x) Ve nihayet: “Geçerli devlet anlayışı ve siyasi kültürde devlet için cinayet işlemek, suç sayılmak bir yana, özendirilen bir şey. Devlet kutsalsa neden olmasın? Yeter ki cinayet devletimizi korumak ve kollamak için yapılsın. Aslında ortada bir derin devlet yok,”[39] der…
xi) Başkaya, “11. Tez”e, değişime/ değiştirmeye müthiş önem verdiği için şunların altını çizer:
“Şeyleri, toplumsal olguları ve süreçleri adlandırmak, tanımlamak, anlamak üzere kullandığımız kelimelerin de bir tarihi var. Doğuyorlar, varoluyorlar, eskiyip ölüyorlar. Zira şeyler, sosyal olgular ve süreçler, sürekli değişen dinamik bir süreç olarak varoluyorlar.
Oysa, onları adlandırmak, anlamak, bilince çıkarmak üzere kullandığımız kelimeler zamanla eskiyor ve kullanmaya devam ettiğimiz kelimelerle gerçeklik arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor.
Velhasıl ölü bilgilerle dışımızdaki gerçekliği düşündüğümüzü, anladığımızı sanıyoruz Güneş varken ve güneş karşıdan geliyorken güneş gözlüğü takmak daha iyi bir görüş sağlar ama güneş battıktan sonra da gözlük takmaya devam ederseniz, gözlük sadece işe yaramaz hâle gelmekle kalmaz görüşü daha da zorlaştırır. Zira güneş gözlüğü takmayı gerektiren durum değişmiştir.”[40]
xii) Böylesine bir değişim diyalektiğiyle O; “Quo Vadis?” sorusuna şu yanıt(lar)ı verir:
“Geçerli eğilimler ve süreçler insanlığı ve uygarlığı hızla ‘geri dönüşü olmayan’ bir eşiğe doğru sürüklüyor ve bu durum, oligarşik kapitalist yağma ve talandan kaynaklanıyor. Dolayısıyla geçerli kapitalist üretim ve tüketim sürecinden çıkmadan insanlığın ve uygarlığın geleceği kararmaya devam edecektir.”[41]
“Önümüzdeki dönem, ya anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadelenin yükseldiği bir dönem olacak, ya da büyük insanlığın geleceği kararmaya devam edecek... Büyük insanlık saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalabilir mi?”[42]
“Önümüzdeki dönem emperyalizmle yeni bir kapışma dönemi olacak. Emperyalizm saldırmaya mecbur, zira başka türlü yapamaz. Üç kıtanın doğal kaynakları üzerinde denetim kurmadan varlığını sürdürebilmesi mümkün değil. Ve Üçüncü Dünya halklarının, ezilen-sömürülen halkların buna izin vermesi, saldırılar karşısında sessiz ve tepkisiz kalması da mümkün değil. Şimdilerde XX. yüzyılın ilk on yılları ve sonrasına benzer bir döneme giriliyor. Bu sefer radikal bir anti-emperyalizmi, radikal bir anti-kapitalizmi ve kavramın jenerik anlamında üniversalist/ komünist perspektifi, eşitlikçi, özgürlükçü, paylaşımcı, bölüşümcü, dayanışmacı, çevre duyarlılığı yüksek yeni bir kültürü içselleştirmiş halk hareketlerinin, politik hareketlerin, olayların seyrini sürekli ve kalıcı olarak değiştirmesi mümkündür.
Emperyalist hesapları ve planları boşa çıkarmak, saldırının muhatabı olan kitlelerin iradesi dahilindedir ve ellerinin armut toplamadığını göstermeleri de imkânsız değildir... Son bir şey daha, Libya’ya emperyalist saldırı, Tunus ve Mısır halklarının yaktığı ateşi söndüremeyecek...”[43]
Tam da bu noktada “Ancak” der ve ekler Başkaya: “Kapitalizm, emperyalizm üretmeden var olamaz. Dolayısıyla emperyalizm, kapitalizmin bir aşaması değildir; kapitalizm başından beri emperyalisttir. Bu sebeplerle, bugün kapitalizmi dert etmeyen ulusalcı ve İslâmcı muhalefetlerin anti-emperyalizm savunuları, yabancı düşmanlığının ötesine geçememektedir”![44]
Devamla da; “verili duruma” ilişkin olarak çok önemli bir noktanın altını şöyle çizer:
“Doğrusu insanlığın önünü göremediği bir dönemden geçiyoruz. Toplumlarda bir idealsizlik, ütopyasızlık, sembolsüzlük durumu egemen! İnsanlık tarihinde bu tür dönemler de olabiliyor ama bunlar geçici dönemlerdir. Bu bir dibe vurma tablosu ama dalga mutlaka dönecektir. Eğer dalga vakitlice dönmezse zaten insanlığın bir geleceğinden söz etmek de artık mümkün olmayabilir.”[45]
“Bu gidiş vakitlice durdurulamazsa, insanlığı bekleyen gelecek umut verici değil. Daha geç olmadan üç şeyi, treni, kondüktörü ve personeli ve trenin istikametini değiştirmek gerekiyor... Ve bu mümkün!”[46]
xiii) Evet, bu uğurda tek “olmazsa olmaz” insan(lık)ın kendini acilen sürdürülemez kapitalizmden kurtarmasına kilitlenmiştir.
xiv) Başkaya’nın işaret ettiği gibi, “Kapitalizm, ücretli emek sömürüsüne dayanan, yegâne ereği kâr etmek ve kârı artırmak olan, canlı olan her şeyi ölü nesnelere, metalara dönüştüren, kullanım değerinin yerini değişim değerinin aldığı, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için sürekli büyümek zorunda olan, toplumun temel üretici güçlerinin ve yaşam araçlarının dar bir sermaye sınıfının elinde olduğu, her türlü ahlâki değere yabancılaşmış [ahlâk dışı değil, ahlâksız], parasal ve maddi olan, hesaplanabilir-ölçülebilir olan dışında hiçbir insani değere itibar etmeyen, eşyanın onu üreten insandan daha değerli sayıldığı, ekonomik olanın, politik, sosyal ve kültürel olanın önüne geçtiği, araçlarla amaçların ters-yüz olduğu, öküzün arabanın arkasına koşulduğu… tuhaf bir uygarlıktır.”[47]
Bu çarpıklıkta “Kalkınma diye bir şey yoktur... Kapitalizm geçerliyken ‘kalkınma’ olarak sunulan son tahlilde sermayenin büyümesidir ki, sermayenin büyümesinin orta ve uzun adede kalkınma üretmesi asla mümkün değildir ama yıkım üretmesi kaçınılmazdır...”[48]
Kaldı ki, “Söz konusu olan kapitalist büyümeyse, bunun doğal çevre tahribatı yapmadan yol alması asla mümkün değildir. Zira, kapitalizm her seferinde daha fazla üretmeye, daha fazla yok etmeye, daha fazla kirletmeye mahkûmdur.
Eğer kapitalizm koşullarında kalkınma diye bir şey mümkün değilse, o zaman sürdürülebilir kalkınma da tam bir ‘oxymore’dur.”[49]
Ortada bir sürdüremezlik tablosu söz konusudur![50]
xv) Buna çarpıcı kanıtı küreselleşmedir!
“Kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm de militarizme ve savaşa başvurmadan varolamaz… Şimdilerde [özellikle 1980’ler 1990’lar sonrasında] küreselleşme denilen neo-liberal emperyalist saldırı söz konusu, henüz yeteri kadar kristalize olup netleşmemekle, olgunlaşmamakla birlikte, bu kapsamlı saldırıya dünyanın her yanında tepkilerin yükseldiğini rahatlıkla söylemek mümkündür ve bu anlaşılır bir şeydir. Zira saldırının olduğu her yerde karşı saldırı da vardır ve saldırı/karşı saldırı diyalektiği eşyanın tabiatına içkin [mündemiç] bir şeydir,”[51] diyen Başkaya ekler:
“Zenginlik ve yoksulluk üretiliyor… Yoksulların sayısı artıyor… İnsanlar neden açlıktan ölüyor? Zenginlerin sayısı artarken yoksulların sayısı da artmak zorunda, nitekim artıyor. Bir insanın değerinin sahip olduğu tüketim malları miktarıyla, sadece maddi zenginlikle ölçüldüğü bir insanlık toplumu mümkün ve sürdürülebilir değildir.”[52]
xvi) Bunların yanında “kapitalist ahlâk(sızlık)” insan(lık) düşmanıdır!
“Kapitalizmin doğası, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak, kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı aşındırabilirdi,’ diyen Onun işaret ettiği üzere:
‘Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Kapitalizm denmiyor da ‘ekonomi’ veya ‘piyasa ekonomisi’ deniyor. Dolayısıyla söze yalanla başlanıyor. Eğer kapitalizm denirse, sömürü, yağma, talan, kolonyalizm ve emperyalizm, ekolojik yıkım gibi kelimelerin ve kavramların imâ edilme riski vardır. Dolayısıyla işin tadını kaçırmanın âlemi yok. Böylece kapitalizm denilen musîbetin insanlığın normal hâli olarak görülmesi, öyle algılanması amaçlanıyor...
Oysa, kapitalizm netâmeli, tehlikeli bir sapmadır ve insanlığın normal hâli değildir. Karl Polanyi, kapitalizmin insanlığın normal hâli olmadığını, yıkıcı tehlikeli bir sapma olduğunu şöyle ifade eder…
Hâlâ alınıp-satılmayan bir şey kaldı mı? Para, silah, uyuşturucu, kadın, çocuk, su hava, insan vücüdunu oluşturan tüm organlar, sanat eserleri, eğitim/sağlık/iletişim hizmetleri... Peki neden böyle oldu, oluyor? Eğer bir toplumsal düzende, doğa, toprak, su ve insan emeği, meta kategorisine indirgenmişse, her şeyin metalaşması, paralı hâle gelmesi, soysuzlaşması, çürümesi neden şaşırtıcı olsun? Bir yanda canlı yaşamı yok eden kör gidiş hızla yol alıyor, öte yanda bu kepazelik, ilerleme, modernleşme, çağdaşlaşma, ‘muasır medeniyeti yakalama’, ‘kalkınma’ sayılıp matah bir şey olarak sunuluyor...
Kapitalizmin doğası, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak, kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı aşındırabilirdi… Değer ölçüsü sahneden çekiliyor, nîrengi noktası [point de repère] yok oluyor... İnsanın bunca değersizleştiği, anlam kaybının artık kural hâline geldiği bir toplum düzeni sürdürülebilir mi? Ya da daha ne zamana kadar?”[53]
xvii) “Şeyleri adıyla çağırmadığınız zaman yalan söylemiş olursunuz ve insanların yalandan başka şeylere ihtiyacı var.
Eğer sorunun kaynağına inilmiş, gerektiği gibi tartışılmış, vaktiyle adıyla çağrılmış olsaydı, bu felaketin öncekilerin daha büyük ölçekte tekrarı olduğu anlaşılırdı.
Kapitalizm öldürüyor... Kapitalizm başka türlü yapamaz…
Kapitalizm koşullarında üretim, insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil kâr etmek, kârı büyütmek için yapılıyor. İnsan ihtiyaçlarının tahmin edilmesi, kâr etmenin bir türevidir sadece. Her kapitalist daha çok kâr etmek ve her seferinde daha çok üretmek, elde ettiği artı-değeri [kârı] yeniden yatırmak, sermayeye dönüştürmek, sermayesini büyütmek, ileriye doğru kaçmak zorundadır. Canlı olanı ölü şeyler, nesneler hâline getirmek zorundadır...
Ekonomik, sosyal, ekolojik, etik velhasıl insanlık krizi bu rotada devam ederse, vakitlice aracın yönü değiştirilmezse, insanlığın da bir geleceği olmayabilir. Kapitalizmin beş yüzyıllık tarihi insanlığı uçurumun eşiğine getirmiş durumda. İlerlemeci, modernleşmeci, kalkınmacı paradigma iflas etmiş bulunuyor. Bu aşamadan sonra ölüyü, giydirip-kuşandırıp koltuğa oturtarak diriymiş gibi göstermenin bir alemi ve kıymet-i harbiyesi yok. Dünyanın yoksullarına, yeryüzünün lanetlilerine gösterilen yolun sonu yok. Dünyanın geri kalanının da emperyalist ülkeler gibi ‘zengin’ olması mümkün değil. Kaldı ki, insanlığın yeni bir zenginlik tanımına, daha doğrusu zenginlik diye bir kelimenin sözlüklerde yer almadığı bir dünya yaratmaya ihtiyacı var.
Sürekli toplumsal sorunlar yaratan, doğa tahribatını derinleştiren, yaşamı anlamsızlaştıran kapitalist barbarlığın artık ‘büyük insanlığa’ teklif edeceği bir şeyi yok. Öyleyse ve vakitlice aracı, aracın direksiyonundakini ve aracın istikametini değiştirmekten başka seçenek yok ve bu imkânsız değil... Velhasıl sorun kapitalizmi kurtarmakla değil, kapitalizmden kurtulmakla ilgilidir...”[54]
“Kapitalizmi aşmak, yeni bir şey yapmak, mümkün ve gereklidir. Gereklidir zira, bütün bu olup-bitenler, insan iradesini aşan insan üstü güçlerin marifeti değildir... Eğer yüzyüze geldiğimiz insâni ve sosyal kötülükler, ekolojik riskler, birilerinin verdiği kararların, tercihlerin, politikaların sonucuysa ki, öyledir... O zaman başka insanların, başka tercihleri, başka politik pratikleriyle de pekâlâ başka şey yapmanın, başka türlü yapmanın da yolu açık demektir...”[55]
xviii) Öyleyse söz konusu tabloda “Kapitalizmi ve emperyalizmi aşmaya yönelik mücadelenin başarısı sadece barbarlığa son vermek için değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmanın da güvencesidir. Elbette bu süreçte en kritik sorun ütopyanın yeniden inşasıdır...”[56]
“İnsanlık içine sürüklendiği kepazeliğe razı olmayacak, olmaması gerekiyor. Kepazelikten kurtulmanın yolu da radikal eleştiriden geçiyor. Solun kitlelerin gözünde bir çekim merkezi olamamasının asıl nedeni yeteri kadar radikal olamamakla, farklı olduğuna kitleleri ikna edememekle ilgili,”[57] diyor Başkaya…
xiv) Ve bunları demekle de kalmıyor: Kurucuları arasında yer aldığı, bugün hâlâ büyük bir ısrar ve dirençle sürdürdüğü Türkiye Orta Doğu Forumu Vakfı (TOFV) ve Özgür Üniversite, Onsuz düşünülemez.
Türkiye’de bilimsel-entelektüel alanın, “Avrupa merkezli ideolojinin ve onun öz-çocuğu olan resmi ideolojinin hegemonyası altında” olduğu saptamasından yola çıkarak Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmaya karşı bir mücadele odağı olarak kurulan TOFV ve Özgür Üniversite, üniversitelerin bilgi ticareti yapılan birer ticari merkezine dönüşmesine bir tepki, bir alternatiftir.
Özgür Üniversite’nin katılımcılarından diploma istenmez, diploma verilmez. Öğrencileri “kredi” doldurmaz, “sınıfta kalmaz”, “mezun olmaz”. Öğreticilerin sahip olabilecekleri akademik “titr”ler Özgür Üniversite’nin kapısından içeri girdiklerinde, geçersizleşir. Ne “öğrenciler” ne de “hocalar” güvenlik soruşturmasından geçirilmez, düşüncelerini ifade etme, sorgulama, itiraz etme özgürlükleri kısıtlanmaz. Öğrenim ve tartışma faaliyetlerinin bütünü, “hizipçilik” anlayışı üzerine değil, eksiksiz bir düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde, toplumun eşitlikçi/özgürlükçü dönüşümü iradesi üzerine yerleşir.
Öğreticilerle öğrenenlerin bilgiyi toplumsallaştırıp kuram ile pratiği kaynaştırdıkları bir “praksis” mekânı olagelmiştir özgür üniversite. Öğreticileri ve öğrencileri eylemlerde omuz omuza direnir “güvenlik güçleri”ne…
Ve benzeri nice muhalif kurumun ancak iki-üç yıl ayakta kalabildiği zor yıllarda O, TOFV/Özgür Üniversite’nin temel direği olagelmiştir.
NİHAYET
“Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli
Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli.”[58]
Nihayet tüm bunlar ve daha fazlasıyla bir entelektüel, bir insan olarak Başkaya, önemlidir.
Bu nedenle Ülkü Tamer’in, “Bu topraklarda kalır adın, tohumların arasında/ Yeşilinde tarlaların, başakların sarısında,” dizeleriyle anılmaya layıktır O…
Çünkü Orhan Veli Kanık’ın, “Bedava yaşıyoruz, bedava;/ Hava bedava, bulut bedava;/ Dere tepe bedava;/ Yağmur çamur bedava;/ Otomobillerin dışı,/ Sinemaların kapısı,/ Camekânlar bedava;/ Peynir ekmek değil ama,/ Acı su bedava;/ Kelle fiyatına hürriyet,/ Esirlik bedava;/ Bedava yaşıyoruz, bedava,” dizelerinde yansıtılan gerçeğin hâlâ geçerli olduğu bir dünyanın ve coğrafyanın entelektüel vicdanı, sesi, iradesi olan O; hepimize, herkese V. Mayakovski’nin şu dizelerini anımsatır hep: “Ellerim kelepçelidir ama/ evrenin tahtıdır yerim!/ Siz ürkek çocukları hüznün ve siz/ gökyüzünün mavi olduğunu unutanlar.../ Dinleyin artık.../ Susun da!/ Belki son aşkıdır/ bu gökyüzünün...”
Ya da “Öyle duracaksın ki/ İnsanlığın orta yerinde/ Gelip geçen bakacak/ Vicdanı hatırlayacaksın,”[59] dizelerini…
Veya Melih Cevdet Anday’ın “Uyumayacaksın/ Memleketinin hâli/ Seni seslerle uyandıracak/ Oturup yazacaksın/ Çünkü sen artık o sen değilsin/ Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin/ Durmadan sesler alacak/ Sesler vereceksin/ Uyuyamayacaksın/ Düzelmeden memleketin hâli/ Düzelmeden dünyanın hâli/ Gözüne uyku giremez ki.../ Uyumayacaksın/ Bir sis çanı gibi gecenin içinde/ Ta gün ışıyıncaya kadar/ Vakur metin sade/ Çalacaksın,” dizelerini anımsatır yedi iklim, dört coğrafyaya…
“Demokrasiden halkın kendi kendini yönettiği, kendi kaderinin kendi elinde olduğu, hiçbir dış iradenin söz konusu olmadığı, insanların özgür iradeleriyle yaşamlarını düzenlediği, insan onurunu yaralayan, insan özgürlüğünün gerçekleşmesini engelleyen, sömürü, bağımlılık, hâkimiyet, ilişkisinin söz konusu olmadığı, velhasıl insanın insana kulluğunun sona erdiği bir insan ve dünya toplumu anlaşılmalıdır,”[60] deyip; Nâzım Hikmet’in, “Yaşamak! Bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine./ Bu davet bizim,” dizelerindeki ülküsünün altını devrimci praksisiyle çizerek, “Gerçeği arayanlar, bütün insanlığın malı olur,” diyen Voltaire’i doğrular yaşadıkları ve yaşattıklarıyla…
8 Eylül 2012 18:29:42, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Ulus, Devlet, Entelektüel-Fikret Başkaya’ya Saygı I, Editörler: Hakan Mertcan-Aydın Ördek, Nota Bene Yay., 2014, içinde (ss.91-111)…
[1] Carl Sagan.
[2] Kürşat Başar, “Nedir Bu Entelektüel”, Cumhuriyet, 14 Temmuz 2012, s.9.
[3] Gündüz Vassaf, “Aydın Olmak”, Radikal, 15 Temmuz 2012, s.36.
[4] Ahmet Kekeç, “Üç Günün Öyküsü”, Star, 9 Ağustos 2012.
[5] Hasan Celal Güzel, “Aydınlar”, Sabah, 8 Temmuz 2012, s.7.
[6] Ercan Eyüboğlu, “İspanya İç Savaşında Bir Rektörün Direnişi: Miguel de Unamuno”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2012, s.2.
[7] Bulgar Atasözü.
[8] Yağmur Atsız, “Şehir ve Entelektüel”, Star, 7 Eylül 2012, s.4.
[9] Jean Paul Sartre, Aydınlar Üzerine, çev: Aysel Bora, Can Yay., 1997.
[13] Fikret Başkaya, Çığırından Çıkmış Bir Dünya: Sosyal Sefaletin, Ekolojik Felaketin, Etik Yozlaşmanın Kökeni, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Nisan 2004, s.19-41.
[14] “İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.” (İsmet İnönü, Milliyet, 29 Ekim 1973.)
[15] Fikret Başkaya, “Misak-ı Millî: Bir Efsaneyi Sorgulamak!”, www.sendika.org, 23 Kasım 2006.
[16] Fikret Başkaya, Avrupa-Merkezcilik Resmî İdeoloji Bilim ve Sosyalizm, Ütopya Yayınevi, Şubat 1999.
[17] Fikret Başkaya, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, İmge Kitabevi Yayınları, Ocak 1997.
[18] Fikret Başkaya, Küreselleşmenin Karanlık Bilançosu, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Haziran 2002.
[19] Fikret Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği, İmge Kitabevi Yayınları, 1995; Fikret Başkaya, Borç Krizi Üzerine Bir Deneme, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Mart 2004; Fikret Başkaya, Sömürgecilik, Emperyalizm, Küreselleşme, Öteki Yayınevi, 1997; Fikret Başkaya, Akıntıya Karşı Yazılar, Öteki Yayınevi, 1998:
[20] Fikret Başkaya, “Sanatla Yaşanan Sınırsız ve Sınıfsız Bir Dünyaya, MERHABA”, BİA, 24 Temmuz 2009.
[21] “En doğal, en açık görünen şeye şaşmak, düşünürü düşünür yapan yetidir.” (Jose Ortega Y Gasset, Sevgi Üstüne, çev: Yurdanur Salman, Yapı Kredi Yay., 1995.)
[22] Fikret Başkaya, “Ölümden Daha Koyu Yanlışları Bağışlamak”, BİA, 7 Haziran 2003.
[23] F. Dostoyevski.
[24] Kezban Bülbül, “Fikret Başkaya: Güçlü Olanın Yorumu Atatürkçülük Oluyor”, Yeni Şafak, 12 Mart 2007.
[25] Fikret Başkaya, “Tartışılması Gerekeni Tartışabilmek”, Ekim 2003.
[26] Fikret Başkaya, “Küresel Kapitalizmi Meşrulaştıran Söylemler”, Nisan 2008
[27] Fikret Başkaya, “Alternatif Bir Üniversiteye Dair Gözlemler”, Ağustos 2007.
[28] Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası Resmî İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Eylül 2006, s.19.
[29] yage, s.20.
[30] Fikret Başkaya, “Düşünceyi Engellemek Mümkün Değildir”, BİA, 29 Mayıs 2003.
[31] Fikret Başkaya, “Utanca Ortak Olma Özgürlüğe Sahip Çık”, Mayıs 2003.
[32] Fikret Başkaya, “Neden Resmî Tarih?”, Haziran 2009.
[33] Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası Resmî İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Eylül 2006, s.82.
[34] Fikret Başkaya, “Doksanbeş Yıllık Yalan, Kadrolu Yalancılar ve Kirlenmiş Vicdanlar”, Nisan 2010.
[35] Fikret Başkaya, Reel Atatürkçülük, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Şubat 2007.
[36] Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası Resmî İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Eylül 2006, s.52.
[37] yage, s.20.
[38] Fikret Başkaya, Reel Atatürkçülük, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Şubat 2007.
[39] Fikret Başkaya, “Devlet Derin Değil, Kutsal”, Şubat 2007.
[40] Fikret Başkaya, “Devrimi Yeniden Düşünmek”, Mart 2011.
[41] Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Şubat 2011.
[42] Fikret Başkaya, “Bush Ortadoğu’yu Büyütmeyi Sürdürebilir mi?”, Ocak 2005.
[43] Fikret Başkaya, “Libya’ya Emperyalist Saldırı: Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok...”, Nisan 2011.