Türkiye'de 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü, son yıllarda gazeteciler tarafından kutlanmıyor. AKP hükümetinin son 5 yılında gazetecilere yönelik sistematik şekilde süren tutuklamalar, gözaltılar ve eleştirel medya organlarının yasaklanması, demokratik kamuoyunca yakından bilinmektedir. Sınırsız Gazeteciler Örgütü (RSF) Türkiye'yi geçen yıl dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi ilan etti.
Konunun güncelliğini de dikkate alarak uzun yıllardır Hamburg'da yaşayan tecrübeli gazeteci Hüseyin Döryol ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
İşte o söyleşi:
Adil Yiğit: Gazeteci Hüseyin Dörtyol'u kendi ağzından nasıl tanıyabiliriz?
Hüseyin Dörtyol: 1949 doğumluyum. 1966-67 yıllarında öğretmen okulunda okurken kısa öyküler yazmaya başlamıştım. Sonra bir iki sene kadar Ankara'da yaşarken, CHP yanlısı bir yerel gazetede mesleğe başladım. Gazetenin yayın yönetmeni zaten akrabam oluyordu. Neyse, benden bir röportaj istediler, fakat konu falan da vermeden, git bize güzel bir röportaj yap getir, dediler.
O sırada 23 Nisan bayramıydı. Şehirde çocuklar rengârenk giysiler içinde, bayramı kutluyorlar. Gayet hoş bir görüntü. Ama sonra baktım, bütün çocuklar bayram yapmıyor. Bazıları da çalışıyor, mesela Gençlik Parkı'nın kapısı önünde bazı çocuklar simit satıyor, bazısı ayakkabı boyuyor. Bununla ilgili bir röportaj hazırladım ve çok beğenildi. Ama yine de o gün bayram olduğu için yayınlamak istemediler. Hatta bu yüzden kavga ettik.
'AĞLAYAN ADAM' BAŞLIKLI HABERİM GEREKÇESİ İLE GAZETEYİ KAPATTILAR
Sonra Ankara'da devrimci arkadaşlar Tanım diye bir gazete çıkarmaya başladılar ve ben de orada çalıştım. 1971'de orada “Ağlayan Adam” diye bir haber-yorum hazırladım. Malatya'da, hükümet binasının önünde ağlayan bir adam hakkındaydı bu. Adamın bir yakını hastaymış ve yoksulluktan, imkânızlıklardan tedavisini yaptıramamış, kimse de sahip çıkmamış. Adam çaresizlikten oturmuş hükümet binası önünde ağlıyordu. Bu haber-yorum yüzünden gazeteyi kapattılar. Kupürü hâlâ bendedir.
Ondan sonra zaten öğretmen oldum, sonra da yurtdışına çıktım. 1974'te Frankfurt'ta Milliyet gazetesinde çalışmaya başladım. 1985'e kadar orada gazetecilik yaptım. Milliyet gazetesinde biz solcular, 1980'e kadar falan yazı dilini değiştirmiştik. Gazetenin sahibi Karacan ailesiydi ve bizim maaşlarımız Türkiye'de birikirdi, geldikçe alırdık.
İPEKÇİ ÖLDÜRÜLDÜKTEN SONRA YAYIN YÖNETMENi BARLAS OLDU
Ancak Abdi İpekçi'nin öldürülmesinden sonra Mehmet Barlas yayın yönetmeni olunca bu dil tekrar değişmeye başladı. 1985'de Barlas Frankfurt'a gazeteyi ziyarete geldi. Hepimiz toplandık. Bana dönerek “Hüseyin Bey” dedi, “siz solcu olabilirsiniz, ama gazeteyi de solcu yapamazsınız. Hep işçilerle ilgili haberler yapıyorsunuz, hep grev haberleri yapıyorsunuz. Sizinle bu şartlarda çalışamayız, Türkiye'ye gelince birikmiş paralarınızı alın.”
Nasıl yani? Herkesin içinde, açık açık böyle söyledi ha?
Evet, böylece ayrıldım Milliyet'ten. Kendi gazetemi çıkarmaya karar verdim ve 1984'ün Mayıs ayında da bunu başardım. Böylece aylık Pazar gazetesinin yayını başladı ve 1988'de ben Hamburg'a gelene kadar da sürdü. Hamburg'da Gazete/Zeitung'u çıkarmaya başladım. İki dilde çıkıyordu ama Almanca yazılar azdı, çoğu yine Türkçeydi.
Tirajı ne kadardı?
Beş-on bin arası tirajı vardı. Ücretiz dağıtılıyordu. Hamburg'da o zaman başka Türkçe gazete yoktu zaten. Sonra 1990'da Pazar Postası'nı çıkarmaya başladık, 2002'ye kadar çıktı. En son sayısının tirajı 60 bindi, ama yalnız Hamburg değil, Kuzey Almanya'nın tamamına dağıtıldı. 2000'den sonra başka arkadaşlarla birlikte önce Ses, sonra Ayna dergisini çıkardık.
2010'da gazeteciler olarak dernek kuralım dedik ve Hamburg Türk Basın Birliği (HTBB) ortaya çıktı, ben de kuruluşunda görev aldım. Sonraki dönemde başkan yardımcılığı ve bir dönem de başkanlık yaptım.
Peki, buradaki gazeteciliğe genel olarak nasıl yaklaşıyorsun? Buradaki gazetecilik sence meşguliyet mi, içinden geldiği gibi kendini ifade etmek mi, yoksa mesleki kurallara uygun bir gazetecilik var mı?
GAZETECİLİĞİN GETİRDİĞİ İTİBARDAN YARARLANMAK İSTEYENLER VAR
Belirli sayıda arkadaş, yani çok az kişi ama belirli kişiler, bir dönem gazetecilik etiğini, kurallarını bilerek çalıştılar. Diğerleri ise bunu sadece bir para kazanma yolu olarak gördüler, bir de tabii insana belli bir itibar kazandırıyor bu iş. Bunu da görünce herkes gazeteciliğe soyundu. Yani işte ben bir sürü ilan alırım, para kazanırım diye bu işe girdiler. Tabii sadece bu da değil, gazeteciliğin getirdiği itibardan yararlanma isteği var. Bir örnek vereyim. İbrahim Gül diye bir arkadaşımız var, uzun yıllar Hürriyet'te gazetecilik yaptı burada. İbrahim Gül, gittiği yerlerden içtiği tek bir çayın bile parasını ödemeden kalkmamıştır. Bunu gazetecilik ilkesi olarak daima uygulamış, kendisine bir çay ikram edilmesine bile izin vermemiş, gazeteci olarak kimseye borçlu kalmak istememiştir. Daima böyle ilkeli hareket eden bir meslektaşımızdır. Ama herkes onun gibi olmadı. Bedava yemek yemek için gazeteciliğe soyunan insanlar vardı.
Yani, gazetecilik etiğinden kopuk davranışlar diyebilir miyiz?
Tabii, zaten gazeteciliği bilen de yok denecek kadar azdı. Şu anda gazeteciliği bilen kişiler de zaten bizim Pazar Postası'nın mutfağından yetişmiştir. Öbürleri gazeteciliğin ne olduğunu bilmeden dergi, gazete çıkarmaya giriştiler. Zaten bugün yaşadığımız sorunların da kaynağı budur. Gazetecilik etiğini bilen, meslek ilkelerine göre hareket eden, objektif haber yazan çok az insan var. Gazetecilik normlarına uyan kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez ve sorunlarımız da buradan kaynaklanıyor.
GAZETECİLİK ESNAFTAN REKLAM TOPLAMAYA İNDİRGENDİ
Şimdi mesele sadece para değil; bir de gazetecilik itibarı olan bir işti. Bundan da yararlanmak istediler ama sonunda gazeteciliğe itibar kaybettirdiler. Yani şimdi bu tür gazeteciler esnafa gidiyor, esnafı da bıktırmışlar. Yine bu ne isteyecek diye bakıyor esnaf, onlar gidince. Onca sorun varken, araştırılacak, hakkında yazılacak o kadar konu varken, bunlarla ilgilenen yok içlerinde. Gidip esnaftan reklam topluyorlar, gazeteciliği buna indirgemiş durumdalar. Zaten burada çıkan bölgesel gazetelere baktığınız zaman, mesela 15 sayfalık bir gazetenin 14 sayfası açılış, esnaf haberleri vb. Buna da tabii ki insanlar saygı duyamaz.
Sen bu yaşa gelmiş, bunca yılın tecrübesine sahip bir gazeteci olarak ne tavsiye edersin? Yani Sedat Simavi'nin meşhur deyişi, “Gerekirse kalemini kır ama satma” zaten bütün gazetecilerin bildiği, şiar edindiği bir söz. Bundan hareketle, senin bir gazeteci olarak tavsiyelerin var mı?
GAZETECİ OBJEKTİF OLMALI ve KALEMİNİ SATMAMALI
Gazeteci olmak isteyenlere şunu söyleyebilirim: Bir defa objektif olmak zorundalar, gazetecilik etiğinden şaşmamak zorundalar. Simavi'nin sözü çok doğrudur. Gazeteci kalemini satmayacak. Yani kimsenin çıkarı doğrultusunda haber yapmayacak, haberi objektif olarak ve doğrulardan şaşmadan yazacak.
Zaten baktığımızda, buradaki birçok gazetecinin, yaşadığı ülkenin dilini bile öğrenmemiş olduğunu görüyoruz. Bu toplumla bütünleşmemişler ve yaşadıkları ülkede kendi meslek örgütleriyle, gazetecilik örgütleriyle de ilişkileri yok.
BUNLAR PARALEL TOPLUM GAZETECİLERİ
Bunlar paralel toplum gazetecileri. Türkiye toplumu burada paralel bir toplum oluşturmuş, kendi dünyasını yaratmış. Bunlar da o dünyanın gazetecileri. Fakat aslında bu paralel dünyanın da zaten kendi bir sürü sorunu var. Bu gazeteciler o sorunları araştırmaktan, gündeme getirmekten de uzak. Yaptıkları sadece o paralel toplum içinde çok küçük bir kesimi, esnafı konu alan haberler yazmak. Buna da mecburlar, çünkü reklam alacaklar.
Peki ben bir şey merak ediyorum. Bu gazetecilerin Alman meslektaşlarıyla, Alman basın meslek örgütleriyle ilişkileri de yok. Ben bir toplantıda sormuştum bunu. Yani mesleki bir yardıma ihtiyacı olunca başvurabileceği Alman meslektaşı olanlar var mı? diye, kimseden tepki gelmedi. Anladım ki kimse Alman meslektaş tanımıyor bile. Oysa gazeteci enternasyonal olmamalı mı?
Hatırlarsan, benim başkan olduğum dönemde sen de başkan yardımcısıydın. O zaman dedik, gidip Alman meslektaşlarla tanışalım, iletişim kuralım diye öneride bulunduk, kimse ilgilenmedi.
Deneyimli bir gazeteci olarak, 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü münasebetiyle gazeteciler için neler söyleyebilirsin?
Bilindiği gibi 10 Ocak, Türkiye'deki gazetecilerin şanlı bir direnişini sembolize ediyor. 1961'de, basın emekçilerinin sosyal ve mesleki haklarını tanımlayan bir yasaya gazete patronları karşı koyunca, gazeteciler de direniş göstererek kendi gazetelerini çıkarmıştı. Türkiye'de Çalışan Gazeteciler Günü, bu kazanımın anısına kutlanmaktadır. Bu ilkelere uygun olarak çalışmak da her gazetecinin görevidir.
İŞİNDEN EDİLEN 13 BİN GAZETECİ İLE İLGİLİ NE YAPILDI?
Ama günümüzde Türkiye'ye bakacak olursak, yani sonuçta biz buradaki Türkiye kökenli gazeteciler olduğumuza göre Türkiye'deki gelişmeler de bizi ilgilendiriyor. Evet, Türkiye'ye baktığımızda, uluslararası basın kuruluşlarının, Türkiye'de Basın Konseyi'nin, Gazeteciler Cemiyeti'nin rakamlarına baktığımızda, bu olağanüstü hal döneminde, yani 15 Temmuz 2016'dan sonraki dönemde 176 tane basın organı kapatılmış, 13 bine yakın gazeteci işinden olmuş, sadece 43 gazeteci, Cumhurbaşkanı'na hakaret davasıyla içeri atılmış, onun dışında 170'i aşkın gazeteci de terörizme destek diye içeri atılmış, ama terörizme destekle suçlanmalarına sebep olan kendi yazıları, savcılık iddianamesinde delil olarak gösteriliyor! Yani Türkiye'deki gazetecilerin durumu hiç iç açıcı değil.
Şimdi senin dediğim gibi Alman gazetecilerle, basın organlarıyla ilişkiye geçtiğimizde, bakıyoruz onlar bizden daha çok ilgileniyorlar bu konularla. Türkiye'de işinden edilen o kadar çok gazeteci varken, onlarla dayanışmak için bir şey yapılmadı mesela.
Peki, bu Çalışan Gazeteciler Günü etkinliğinde İstiklal Marşı'nın söylenmesi, Hamburg Başkonsolosu'nun konuşmacı olarak davet edilerek, protokolde yer verilmesini etik buluyor musun?
YAPILAN, GAZETECİLİK ADINA UTANÇ VERİCİDİR
Hayır, gazetecilik etiğine uygun olmadığı gibi Çalışan Gazeteciler Günü ruhuna da uygun değil. 10 Ocak, patronlara karşı mücadele vermiş gazetecilerin günüdür. Bu tabii ki etik değil, konsolos ne diyecek ki orada? İçeri atılan 170 gazeteciyle, işinden edilen gazetecilerle, kapatılan gazetelerle dayanışma içindeyim mi diyecek? Ama 10 Ocak'ta gazetecinin görevi bunu söylemektir. Yani bu olay, gazetecilikten başka her şeydir. Gazetecilik adına utanç vericidir.
Burada yaşayan Türkiye kökenli gazeteciler, ki içlerinde Alman vatandaşı olanlar da var, buna rağmen niye Almanya'yla hiçbir şekilde kaynaşmıyorlar sence, niye ille de gidip Türkiye'deki hükümete yaranmaya çalışıyorlar?
TÜRKİYE TOPLUMU MUHAFAZAKARLIĞA DOĞRU GİDİYOR
Demin de söylediğim gibi, gazeteciliğin belli bir eğitimi vardır, etiği vardır, bunların hiçbiri yok ki bunlarda. Gazeteciliğin eğitimini görmüş olsalardı böyle olmazdı. Birincisi bu. İkincisi, zaten bunların çalıştığı gazetelerin, basın organlarının derdi de esnaftan reklam toplayarak para kazanmak. Hal böyle olunca, o paralel Türk toplumunun içinde kalıyorlar. Hatta o toplum içinde de daraltıyorlar kitlelerini, esnafla sınırlı tutuyorlar. Tabii buradaki Türkiyeli toplumda da 2000'li yıllardan beri bir değişim söz konusu, muhafazakârlığa doğru bir gidiş var.
Peki içlerinde hiç mi biraz olsun duyarlı insan yok acaba? Yani Türkiye'de onca gazeteci içeri atılırken bunu görmüyorlar mı, burada tutup düğün dernek gibi kutlama yapmayı nasıl vicdanlarına sığdırabiliyorlar. Olanı biteni bilmiyor, görmüyor mu bunlar? Burada bir terslik yok mu? Yoksa biz mi çok radikal davranıyoruz?
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE SAHİP ÇIKMAK DEMOKRASİNİN GEREĞİDİR
Hayır, bizim davranışımızda bir terslik yok. Biz yapılması gerekeni yapıyoruz, bunun ideolojiyle falan da bir ilgisi yok. Gazetecinin ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne sahip çıkmak demokrasinin gereğidir, olmazsa olmazıdır. Ama bu doğrultuda, yani gazeteciliğin ilkeleri doğrultusunda hareket etmek bu insanlar için çok rizikolu, çünkü çalıştıkları gazeteden atılabilirler bu yüzden.
Peki, Haak-Bir gibi bir Alevi kurumunun korosu bile bunların etkinliğine destek veriyorsa, demokrat kurumlara söyleyeceğin bir şey var mı? Yani Hüseyin Dörtyol, bu konuda ne der, gazetecilere ve bu kurumlara nasıl bir mesaj vermek ister?
Benim mesajım, ister birey olarak olsun, ister kurum düzeyinde olsun demokratlara düşen görev, özgürlüklere, demokrasiye, eşitliğe ve enternasyonalizme, ki bu çok önemli, karşı olan her türlü ideolojinin, her türlü yapılanmanın ve hareketin karşısında olmak, bunlara hayır demektir.
Şimdi ben, biliyorsun, Almanca öğretmeniyim ve aynı zamanda entegrasyon dersleri veriyorum. Derslerde de hep anlattığımız şey şu: Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan Weimar Cumhuriyeti'nde Hitler'in oyları giderek artıyor ve insanlar, kimsenin kendini dinlemediğinden emin olduğu zaman gayet demokrat bir şekilde konuşurken, devletin kulağına gidebileceğini düşündükleri anda devlet ağzıyla konuşmaya başlıyorlar. Yani şu anda Türkiye'de olan da aynen budur, o yüzden bu örneği veriyorum. Kimse dinlemezken özgürlüklerden yana, ama davranış biçimiyle sistemin bir parçası olmuş durumdalar. Yani durum odur, insanlar teslim alınmıştır.
Ama yurtdışındakiler teslim alınmamış, burada yaşıyorlar. Öyle değil mi?
Ama Türkiye'ye gidecek. Öyle bakıyor. Göçmen psikolojisi bu. Biliyorsun, ilk göçmen kuşağı, sonunda burada öldüler, cenazeleri Türkiye'ye gitti. Ama hep valizleri dolabın üstünde hazır beklerdi. Hep burada geçici olduklarına, yarın Türkiye'ye gideceklerine inanarak yaşadılar. Burada doğanlar bile hâlâ o psikolojiden tam kurtulabilmiş değil. Yarın bir gün Türkiye'ye döneceklerine inanıyorlar.
DEMOKRATİK KURUMLARIN BU TÜR ŞEYLERE ALET OLMAMASI GEREKİR
Senin gazeteci dediğin insanlar zaten sonradan Almanya'ya gelme, yani buradaki ikinci kuşak falan değiller. Bunlar haliyle hep yine bu psikolojiyi yaşayan insanlar. O yüzden de Türkiye bunlar için önemli. Türkiye tabii herkes için, hepimiz için önemli. Ama benim için önemli olan demokratik, özgürlükçü bir Türkiye. Ama onlar için öyle olmayabilir. Çıkar meselesi biraz da tabii. Korku, çıkar, oportünizm hepsi bir araya gelince işte böyle oluyor... Demokratik kurumların, kitle örgütlerinin de demokrasiden ve özgürlüklerden yana hareket etmesi, bu tür şeylere alet olmaması gerekir.
Peki, çok teşekkür ederiz.