“Geçmişi inkâr etmek,

geleceği inkâr etmektir.”[1]

 

Yaşanmışa ilişkin Ömer Laçiner’in, “Bütün bunlar sönmüş bir ateşin külleri gibiydiler şüphesiz,”[2] notunu düştüğü tarih konusunda -“tehdit altındaki”(?) Murat Belge’leriyle meşgul!- liberallere anlatılacak herhangi bir şeyin olmadığı malûm. Ama tarihimizin önemli bir kilometre taşını oluşturan Kızıldere konusunda yazarken; “Sokağı, eylemi, hareketi şimdilik bir yana bırakarak sosyalizmin düşünce dünyasını görece bağımsız bir alanmış gibi ele alalım, durumu değerlendirmeye çalışalım,”[3] türünden soyutlamacılığa da itirazım olduğunun altını çizmeliyim.

Kim ne derse desin, İncil’in “Önce söz vardı” tespitine “Hayır” diyen Marksist-Leninistler için daima ve öncelikle eylem vardır, var olacaktır. Aksi taktirde Kızıldere ne anlaşılır ne de anlatılabilir…

Neo-liberal tahrifatın hedef tahtasına çevirdiği, “Önce eylem vardı,” diyen Kızıldere, özelikle içinden geçtiğimiz kâbus kesitinde, bir kez daha anlatılmaya ve anlaşılmaya muhtaçtır.

Sosyalist hareketin, 1980’lerde örgütsel darbelere maruz kalması yanında, fiziki olarak imha edilme tehlikesiyle yüz yüze kaldığı bir “sır” değil; bunların üstüne bir de post-modern ve neo-liberal saldırının hedef tahtasına oturtulduğu herkesin malumudur.

Dahası reel-sosyalizmin likidasyonuyla yaş(atıl)an 1989 depremiyle, kültürel teorik bir travma geçiren sosyalist hareket; derin yaralar aldı…

Kürt hareketi yükselirken; sınıf zemininden kopan sosyalist hareketin “ittifak” yerine “iltihak”ının ya da liberal tasfiyesinin gündeme girmesiyle legalitenin fetişleştirilmesi; 1970’ler deneyimine yabancılaş(tırıl)masını devreye soktu.

Bu da yenilmiş bir ruh hâli ile, geçmişin okunuşu ve sahiplenilmesindeki şüpheciliği/ inkârcılığı güçlendirdi. Bunda “sivil toplum”cu söylemin etkisi çok büyüktü…

“Demokratlık”, “özgürlükçük”, “kimlik siyaseti” sınırlarına hapsoldukça özgüvenini yitiren sosyalist hareketin kendini yeniden inşası devrimci zeminden koptu.

Söz konusu yabancılaşmayla da Kızıldere, ya neo-liberal inkârın nesnesine ya da içeriği boşaltılmış hamasetin malzemesine, giderek folklorik bir öğeye indirgenirken; “Yaşam bir yanıt değil, bir sorudur; bunun yanıtını sadece siz bulabilirsiniz,”[4] gerçeği gölgelendi; devrimci irade ve müdahale yok sayıldı…[5]

 

MART’IN KIZILDERE’Sİ

Katliamlar ile direnişin iç içe geçtiği; zulme, sömürüye karşı kararlı bir mücadelenin, direniş tarihidir Mart ayı…

Paris Komünü, 8 Mart emekçi kadınlar mücadelesi, Newroz Serhildanları ve daha nicesi… Kızıldere ile İstanbul-Kartal’dan, Diyarbakır Zindanı’ndan, Gazi-Ümraniye’ye kadar uzanan direnişten Halepçe acısına nice acı,nice mücadele kayıtlıdır Mart ayına…

16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nden çıkan öğrencilerin üzerine bombalar atılıp, 7 öğrencinin ölmesine, çok sayıda öğrencinin yaralanmasına neden yol açan...

13 Mart 1982’de İzmir’de TKEP’li üç komünistin; Seyit Konuk, İbrahim Ethem Coşkun ve Necati Vardar’ın idamı...

21 Mart 1982’de Diyarbakır Zindan’ında Newroz ateşini harlayan Mazlum Doğan…

2-5 Mart tarihlerinde ölüm orucunda ölümsüzleşen Cemal Arat ve Orhan Keskin…

12 Mart 1995’de Gazi Mahallesi’ne yerleşen Alevi yoksullarına karşı kontrgerilla saldırısında 70 yaşındaki Halil Kaya’nın katledilmesi 5’i ağır 25 sivil insanın yaralanması… Sonra da bu katliamı Ümraniye de protesto eden halkın üzerine polisin ateş açması sonucu Gazi’de 12, Ümraniye’de 5 devrimcinin yaşamını yitirmesi...

16 Mart 1988’de Saddam’ın emriyle Halepçe’de kimyasal ile çoğunluğu çocuk ve kadın 5.000 sivilin katledilmesi...

6 Mart 1993’de Bedri Yağan ile Gürcan Özgür Aydın, Menekşe Meral, Asiye Kasap ve Rıfat Kasap’ın katledilmesi…

30 Mart 1995’de Samandağ DEP eski ilçe başkanı Yahya Latifeci ve Samandağ Halkevi kurucusu Mehmet Latifeci’nin evinin önünde infazı...

30 Mart 1972’de Mahir Çayan ile dokuz devrimcinin Kızıldere’de katledilmeleri vb’leriyle çoğaltabiliriz -hepsi devrimci fedakârlığın, kararlılığın eseri olan- yaşananları...

Mart’ın 10 Kızıl Karanfili’ne denk düşen Kızıldere, sosyalist hareket için bir manifestodur…

Kızıldere, o zaman “yapı”nın (Türkiye’deki siyasi ve ekonomik güç ilişkilerinin oluşturduğu kümenin) içine uymayan onun tarafından bastırılamayan ve denetim altına alınamayan birçok “yeni”yi barındıran, beklenmedik, gerçekleştiğinde, “yapı”da travma yaratan, yeni bir şeyleri (hakikâti ve sadakati) gündeme getiren, gösteren ve özgün bir öznenin tarih sahnesine çıkmış olduğunu haber veren bir tekillik (singularity), diğer bir değişle bir “Olay” olarak düşünülebilir...

Kızıldere’de THKO kadrolarının ve THKP-C liderliğinin “Olay” mekânında birlikte bulunmaları “zamanın ruhuna”, “Olayın” diyalektiğine son derecede uygun bir durumdu.

O dönemde Türkiye’de deneyimli, bilgili, fedakârlığından kuşku duymamıza hiçbir neden olmayan başka komünistler de vardı. Ama onlara baktığımızda, kapitalizmin Fordist (bürokratik, kitlesel-işçiye ve kitlesel üretime ve tüketime dayalı) sermaye birikim rejiminin başlayan yapısal krizin sonuçlarına kendilerini uyarladıklarını görüyoruz. Dahası bu komünistler, o sırada nihai krizlerine girmeye başlayan iki sosyalist deneyimin (Rus ve Çin devrimlerinin) sadakatlerini taşıyorlardı. Giderek hantallaşan, kendini yenileme yetisini yitirmiş bir yapı…

Buna karşılık, yeni başlayan dönemin “ilk raundu”nda “zamanın ruhu”nu, hem kapitalizme hem de sosyalizmin mevcut örneklerine başkaldıran, yeni olanaklar arayan bir gençlik hareketi/isyanı, düzenle uzlaşmayı en keskin bir biçimde reddeden Kızıl Tugaylar, Tupamaros, Kızıl Ordu Fraksiyonu (Baader Meinhof), FKÖ, Kara Panterler gibi yapıların, Che’nin eylemleri, Küba Devrimi, Vietnam Savaşı, ABD’de Sivil Haklar Hareketi belirlemektedir.

THKP-C ve THKO bu yeni dönemin ürünü iki harekettir (İbrahim Kaypakkaya da bu yeni döneme, yeni arayışlara aittir); bu dönemin özelliklerini, gücünü ve de zaaflarını taşımaktadırlar. Bu yüzden yollarının kesişmesi de “Olay”ın doğasına uygun, hatta doğasının gereğidir…

Bugün Kızıldere Olayı’nı anımsayanlar, sadakatini hâlâ taşıyanlar aslında ne taşıyorlar? Tabii ilk elde kapitalizme ve emperyalizme karşı uzlaşmaz bir duruşa sadakati taşıyorlar. Ama bence bugüne ışık tutabilecek iki özelliği daha var “Kızıldere Olayı’nın” ve Mahir’in erdeminin.

Bunlardan birincisini şöyle düşünmeye başlayabiliriz: Siyasi analizler, bunları yapanların karşısına yalnızca siyasi değil, aynı zamanda ahlâki talepler de koyarlar. Mahir, “suni denge”, “sömürge tipi faşizm” saptamalarını yaptıktan sonra, bu saptamalardan çıkardığı siyasi sonuçları, bu sonuçlar bireyin var oluşu açısından ne kadar zor taleplerle gelirlerse gelsinler kabul etti ve gereğini yaptı. İkicisi, bu sonuçların dayattığı koşullarda, dostla düşmanı kalın çizgilere ayırmayı bildi. Deniz’lerin idamını engellemek için başladığı eylemi, sonuna kadar götürdü. Bu noktada insanın aklına ister istemez, kendisinden yüzlerce kat büyük bir gücü Termopil’de durdurmaya karar veren Leonidas geliyor: Kavgaya, kazanma ya da kaybetme olasılığını düşünmeden, gerekli olduğu için girmek...[6] Kavafis’in bir dizesiyle:

“Ne onurludur o insanlar ki yaşamlarında/ İnançlıdırlar ve savunurlar kendi Termopillerini”…

Ve “sadakat”: Zizek ‘Yeniden Lenin’ başlıklı makalesinde bir yerde “Şimdi Lenin gibi yapmak gerekir” diyor ve ekliyordu “Tabii ki ben salak değilim, aynısını yapalım demiyorum, onun gibi yapalım” diyordu. “Lenin ‘Şimdi yeni koşullar var’ diyerek bu koşullara uygun tutumu geliştirmeye koyulmuş.”

Mahir’in de Lenin gibi yapmış olduğunu (bu tutumun sonuçlarını değil tutumu konuşuyorum burada) görüyoruz. Kızıldere’ye sadakatin gereği de Mahir’in yaptığını (silahlı öncü savaşı mücadelesi...) yapmak değil “onun gibi yapmaktır,” diye düşünüyorum.[7]

 

ON’LARIN KIZILDERE’Sİ

Bilmeyen yok: 30 Mart 1972 Kızıldere’sinin On’ları, bir direniş ve dayanışma destanı yazmakla kalmayıp, sosyalist hareketi derinden etkileyen pratik bir miras bıraktılar.

Bu bağlamda Kızıldere, devrimci düşüncenin, sorumluluğun, ahlâkın pratiğidir; devrimci iradedir; gökyüzünü fethe çıkanların destanıdır; devrim yolunda dayanışmanın abidesidir. 

Devrimci sosyalizme yol gösteren Kızıldere bir Manifesto’dur; 71 silahlı devrimciliğinin özetidir.

Sözün eyleme dönüştüren, devrimci pratikken; bir “yeniden kurma” eylemidir. Çünkü Kızıldere’nin politik mirası devrimci birliktir.

Evet 30 Mart Kızıldere’si, devrimci iradenin, örgütü örgüt yapan yoldaşlığın, 11. Tez’ci eylem bilincinin tarihe kanla kaydedilmesidir.

Siper yoldaşlarının, önderliğin ve sınıflar mücadelesinin bütünleşmesidir; bilinçtir, teoridir, pratiktir, eylemdir.

Kızıldere sürecinin önemi alışılagelenin dışında bir siyaset imkânına ışık tutması; bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından oynadığı tarihsel rol”dü.[8]

Kızıldere’ye yalnızca “Geçmiş”, “Olmuş bitmiş” olarak bakanlar, ya siyasi olarak kördürler, ya da dünden bugüne gizlemek istedikleri bir şeyler vardır. 

En özet hâliyle söylersek: 30 Mart 1972’de, Karadeniz’de bir dağ köyünde kuşatılıp, katledilen On’lar, umudu ve soluklarıydılar ezilenlerin.

Teslim olun!” çağrısını, “Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik!” haykırışıyla yanıtlayan On’lar devrimciliğin yarattığı değerlerin toplamıydı…

Kolay mı? Devrimcilik; hesapsız, saf, temiz olmaktı. Düşlediğin toplumun çocuksu saflığını, iliklerinde hissetmek, onu yaşamak ve politikalarına bu bakış açısıyla yön vermekti. Dostuna dost, düşmanına düşman gibi davranmaktı. 

Kızıldere’de bu yapıldı: Mahir Çayan’ın, Sinan Kazım Özüdoğru’nun, Hüdai Arıkan’ın, Ertan Saruhan’ın, Sabahattin Kurt’ın,[9] Nihat Yılmaz’ın, Ahmet Atasoy’ın, Cihan Alptekin’ın,[10] Ömer Ayna’ın, Saffet Alp’ın (çatışmada canlı ele geçen Onu kurşuna dizdiler[11]) katledilmesi pahasına…

Kızıldere’de kaybettiği yoldaşları için “Çok özel, çok değerli insanlardı,”[12] diyen ve Kızıldere’den sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü, “Kimse teslim olmak istemedi” vurgusuyla şunları nakleder:

“İlk atışlardan sonra, yarım saat süren bir sessizlik oldu ve bize seslenilmeye başlanıldı. İşte o arada ne var ne yok, durumumuz nedir diye toparlanıp gözden geçirmeye başladığımızda gördüğümüz, Ömer Ayna makineli tüfek atışıyla gözünden yaralanmış, sağ gözü çıkmıştı ve yarı ölü vaziyetteydi, ama hâlâ konuşuyordu. Cihan Alptekin ve Saffet Alp karşılıklı odalardan kaçarken, Saffet’in elindeki silah ateş almış, Cihan, karnından yaralanmıştı. Mahir ölmüştü, diğer arkadaşlarda herhangi bir şey yoktu. Yara bere yoktu. Biz içerisinde kalbura çevrileceğimizi anladığımız kerpiç evi tahkim etmeye başladık. Evde erzak, zahire çuvalları vardı, işte onları ağaç kapıların önlerine yığdık.

Evin makineli tüfek ateşinden etkilenmeyen tek bölümü, ortasındaki dış duvarların arasında bulunan koridordu. Onun önüne toplandık bir U şeklinde orada oturuldu. Ve sonra ne yapacağımızı tekrar konuştuk. Kimse teslim olmak istiyor mu? Hayır istenmiyordu.”[13]

Teslim olmayan ve alınamayanların Kızıldere sürecini başlatan Maltepe firarıydı…

9 Ekim’de Deniz Gezmiş ve 17 arkadaşı, Ankara 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nce idama mahkûm edildi. Bu 18 isim THKO’nun önder kadrosuydu.

1971 yılının 30 Kasım günü, idam talebiyle yargılanmakta olan THKP-C lideri Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz ile THKO İstanbul bölge sorumlusu Cihan Alptekin ve Ömer Ayna tutuklu bulundukları Maltepe Askeri Ceza ve Tutukevi’nden tünel kazarak kaçarlar.[14]

“Maltepe firarı Kızıldere olayının başlangıcıdır” da denilebilir. İki ayrı örgüt olan THKO ve THKP-C’nin üyeleri, bu tüneli kazarak kaçma eylemini yaparken, akıllarında idamlarına kesin gözüyle bakılan Deniz’leri kurtarma düşüncesi vardır.

Deniz Gezmiş’in en yakın arkadaşı ve “O sağken bana bir şey yapamazlar” dediği Cihan Alptekin ve diğerleri, neye mal olursa olsun Deniz’lerin idamını engellemek için eyleme geçme kararındaydı.

Bu yolda Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamını engellemek için NATO’nun Ünye Radar Üssü’nde görevli 3 teknisyeni kaçırmışlardı.

Devlet, Niksar’ın Kızıldere köyünde kuşattığı on devrimciyi ne pahasına olursa olsun imha etme kararı almış ve uygulamıştı. Kararın altında, Süleyman Demirel’in, İsmet İnönü’nün, Org. Memduh Tağmaç’ın imzaları vardı. Harekâtı, daha sonra 12 Eylül darbesinin başında yer alan dönemin MİT Müsteşarı Korg. Nurettin Ersin yönetti. 70’li yılların iç savaşını tezgâhlayan kilit isimlerden MİT’çi Mehmet Eymür infaz timinin başındakilerdendi.

Katliamı gerçekleştiren devlet görevlileri hızla yükseldiler, devletin daha kilit görevlerine getirildiler. Getirildikleri bu görevlerde, yeni cinayetler işlediler, yolsuzluk batağının büyümesine katkı yaptılar, emperyalist uşaklığının en çirkin örneklerini verdiler. Devlet adına işledikleri suçlar nedeniyle, gizli bir dokunulmazlık kalkanı altında sürekli korundular. Türkiye’nin adaletsiz, zorba, soyguncu düzeninin sembolleri oldular. Devletleri “onlarla gurur duydu”, yıkılıncaya kadar da bu pisliğin ağırlığını taşıyacak!

Eklemeden geçmeyelim: “Ziverbey Köşkü’nün ‘Kel Eyüp’ ismiyle ünlenmiş işkencecisi, Kızıldere Katliamı’ndan sonra tutsak düşen kimi devrimcilere şunları söyleyecekti: ‘Karar verildi, timler, silah depoları, gizli sorgulama merkezleri hazırlandı, artık sizi sağ ele geçirmek yok...’ Akabinde Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın asılmasının, Ali Haydar Yıldız ve İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinin, bütün 70’li yıllar boyunca, devrimci halk güçlerinin ‘kaleminin kırılmasının’ bir şekilde açıklaması olacaktı bu. Ve Kızıldere Katliamı, kıyıcılığın damgasını vurduğu yakın tarihimizin simgesel miladı olarak tarihe geçecekti.”[15]

Özetle Kızıldere, Özel Kuvvetler, MİT, CIA harekatıydı; ve katliamının sorumluları, mimarlarıysa hâlâ serbestti…

“Kenan Evren yıllar sonra yayımlanan hatıralarında Kızıldere harekâtının Özel Harp Dairesi tarafından yapıldığını yazmıştır. Bunun terminolojideki bilinen karşılığı kontr-gerilla. MİT, Jandarma, hatta kontr-gerilla tamam da… CIA ajanlarının Kızıldere’de ne işlerinin olduğu, ne zaman ülkeye geldikleri, nasıl geldikleri, hangi kimliklerle ülkeye giriş yaptıkları, kimlerle görüşüp istişarelerde bulundukları, nasıl çekip gittikleri, Kızıldere olayındaki rol ve fonksiyonları bir sır olarak durmaktadır.”[16]

Emperyalizmin, Che ve yoldaşlarının Bolivya/ Vallagrande’de katledilmelerinden Baarde-Meinhof’un katledilmesine uzanan “isyan bastırma harekâtları” zincirlerinin bir halkasıdır Kızıldere Katliamı…

KIZILDERE’NİN MİRASI

Kızıldere için ne demeli? Geleceğin önünü açmak için teori ile pratiği birleştiren devrimcilik desek uygun olur mu?

Ya da Erich Fromm’un, “İnançlı olabilmek cesur olmayı tehlikeye atılabilmeyi, acı ve düş kırıklığına hazırlıklı olmayı gerektirir. Emniyet ve güvenliği yaşamın birinci koşulu sayanlar inançlı olamazlar,” saptamasını aktarsak…

Aslında hiçbiri yetmez.

Kolay mı? Kızıldere’nin sözü ve eylemi daima uyum içinde olmuş ve bunun gerekleri yerine getirilmişti…

Kızıldere, devrimci gibi düşünmekle yetinmeyen, aynı zamanda bir devrimci gibi yaşayanların eseriydi.

Devrimin güncelliği fikrinden asla vazgeçmeyen Kızıldere, devrimci kararlılığı her şeyin üzerinde tutmuştu.

Kızıldere’nin, en önemli mirası emperyalizmle bütünleşmiş sömürü düzenine karşı kararlı, vazgeçmeyen mücadele çizgisidir. En belirgin özelliği de bunun sınıflar mücadelesi temelinde yürütülmesidir.

Kızıldere’yi bir kült, bir ikon olarak görmek, göstermek, elbette Marksist-Leninist dünya görüşüne aykırıdır.

Ancak bunun böyle olması Kızıldere pratiğinin ne kadar önemli olduğunun, bu tarihsel olguyu yaratanların da aynı ölçüde değerli olduklarının altını ısrarla çizmemizi engelleyemez.

Radikal kopuşu temsil eden ve yeninin sancılı doğumu özelliği taşıyan Kızıldere, devrimci ahlâkın da özetidir.

Hatırlayın: “THKO liderleri, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için verilen idam hükmünün infazının önlenmesi gerekiyordu. THKP-C lideri Mahir Çayan ve arkadaşları ‘eğer’ demişti: -Denizlerin idamını engelleyemezsek, Türkiye devrimi bu ahlâki ayıbı kaldıramaz!”[17]

Malum: “Politikada ahlâki seçimlerin rolü yadsınamaz”![18]

Kızıldere’nin ahlâkı da Mahir Çayan’ın altını ısrarla çizdiği böylesine gözü pek, sınıfsal kararlılıktı…

İnsanın manevi şekillenmesinin bir parçası olarak ahlâk, çoğu kez, “sınıflar üstü” bir kavram gibi sunulsa da; öyle değildir; çünkü ahlâk sınıfsaldır.

Bu konuda Maurice Cornforth, “Ahlâki yükümlülükler insanların toplumsal ortaklıkları nedeniyle birbirlerine borçlu oldukları şeylerden ibarettir. Bu da yükümlülüklerin haklar içerdiği anlamına gelir, yani haklar yükümlülüklerin tersi ya da öbür yüzüdür,”[19] derken; ahlâkın oluşum ve gelişim sürecini şöyle anlatıyordu Mihail İvanoviç Kalinin:

“Maneviyat ya da ahlâk, insan toplumunun oluşumunun başlangıcından beri vardır… İnsan toplumunun sınıflara ayrılması ve devletin ortaya çıkmasıyla, doğal olarak ahlâk da sınıfsal temeline oturmuştur.”[20]

Aynı konuda V. İ. Lenin, 2 Ekim 1920’de Rus Genç Komünistler Birliği’nin Üçüncü Rusya Kurultayı’ndaki konuşmasında “sosyalist ahlâk” meselesinde şunları söylüyordu:

“Peki, sosyalist ahlâk bilimi diye bir şey var mıdır?

Elbette vardır… İnsanın ötesinde, sınıfın ötesinde kavramları esas alan her ahlâkı reddediyoruz. Bu, işçileri ve köylüleri, toprak ağalarının ve kapitalistlerin çıkarları için kandırmak, dolandırmak, aptal yerine koymaktır, diyoruz.

Ahlâkımız kesinlikle proletaryanın sınıf kavgası çıkarlarına bağlıdır, diyoruz. Ahlâkımız proletaryanın sınıf kavgasının çıkarlarından yeşerir.

İnsanlar ahlâktan dem vurdukları zaman, şöyle deriz: Bir sosyalist için ahlâk, bir birleşik disiplin ve sömürücülere karşı verilen bir bilinçli kitle kavgasıdır. Ebedi ahlâka inanmayız biz ve ahlâk hakkında ileri sürülen hikâyelerin yapmacıklığını da açığa çıkarırız. Ahlâk, insan toplumunun daha üst bir düzeye ulaşma ve kendini emek sömürüsünden kurtarma amacına hizmet eder.”[21]

Özetle, devrimci mücadele, aynı zamanda kurulu düzenin ahlâkına karşı bir isyanı da ifade etmeliydi; Kızıldere’de olduğu gibi…

Bu bağlamda Kızıldere’nin 10 Kızıl Karanfili katledilse de, On’ların ahlâkı yok edilememiş ve ölümsüzleşmiştir.

Ölüm bir devrimciyi durduramaz; olsa olsa ölümsüzleştirir.

Bu nedenle sosyalist, devrim yolunda ölümü göze ala(bile)n bireydir; ölümü göze alamayan hiç bir devrim başarı kazanamazken; bu konuda Che Guevara şunları der:

“Gerilla gerektiği her anda hayatını tehlikeye atabilmeli, istenen anda en küçük bir duraksamaya düşmeden bu hayatı vermeye hazır olmalıdır.”[22]

Devrimcilerin, düşmanla açık çatışmada asıl politikası ve duruşu direniştir; “yaşama” adı altında “teslim olmak” ise devrimci bir tavır değildir.

Maltepe ve Kızıldere’de Mahir Çayan ve yoldaşlarımızın bu direnişi örnektir. Ancak bu örneklere oluşan devrimci geleneğe karşın, hiç bir devrimci ve sosyalist ölümü kutsamamıştır, örneğin On’lar Kızıldere’ye “ölmeye” gitmemiştir. 

Kızıldere, 1971 dönemecine mündemiç kararlığın ta kendisidir.

Bu konuda örneklerden ilki: Mahir’ler Kadir Has’ın yeğeni Mete Has’ı fidye için kaçırırlar. Anlaşma sağlanır, aileden biri parayı getirir. Ürkek ve çekinerek fidyeyi verirken sorar: “Sizinle bir daha karşılaşacak mıyız?” Hüseyin Cevahir cevap verir: “Şimdilik değil fakat bir kere daha karşılaşacağız, son kez ve topyekûn!”

İkincisi de “Rastgele bir tartışma içerisinde Deniz Gezmiş şöyle bir öngörüde bulundu: ‘Bütün Türkiye ye sıkıyönetim gelecek, herkesi cezaevine dolduracaklar. Orada herkesin bir koğuşu olacak, her eğilimin bir koğuşu olacak. O zamanki adla bağlı olarak, Kırmızı Aydınlık koğuşu, Beyaz Aydınlık koğuşu, Sendikacılar koğuşu... Ziyaretçiler tavuk getirecek, onlar, bu tavukları nasıl paylaşacaklarını tartışacaklar’. Birisi: ‘Peki biz ne yapacağız?’ diye sordu. Deniz: ‘Biz öleceğiz oğlum’ dedi, ‘Çünkü biz dövüşeceğiz. Ve oportünizm nasıl bir şeydir, mücadele nasıl bir şeydir, devrimcilik nasıl bir şeydir onu o zaman herkes görecek.”[23]

On’lar buydu ve böyleydi…

ZIRVALAR, DÖNEKLER, NEO-LİBERALLER

“Çayan ve arkadaşları, devletin yıkılması için parlamentarizmin dışında militan bir devrimci mücadelenin gerekliliğini ortaya koydular. Ne var ki mücadeleleri Narodnizm’den, Kemalizm’den, o dönemin ulusal kurtuluş hareketlerinden, fokoculuktan yoğun bir şekilde etkilenmişti. Gözlerindeki bu gözlük nedeniyle, bir avuç öğrenci ve aydının fedakârca eylemlerinin, halkı bir devrimle sonuçlanacak bir hareketliliğe iteceğini düşünüyorlardı,”[24] ya da “Kızıldere’nin ruhu devrimcidir, dayanışma doludur, ama siyasi-askeri pratiği proleter devrimci metodlara uymaz,”[25] türünden akıldaneliklere yanıt bile vermek gerekmezken; buraya kadar ifade ettiklerim, kaçınılmaz olarak, zırvalara, döneklere, neo-liberallere dair bir çift laf etmemizi “olmazsa olmaz” kılar…

“Toplumsal cesaret, kişinin anlamlı bir yakınlık kurma umuduyla tehlikeye atılabilme yetisidir… Yakınlık cesaret gerektirir, çünkü risk kaçınılmazdır,”[26] gerçeğinde somutlanan kararlılığa, ısrara yabancı olan post-modern, “sivil toplum”cu, neo-liberal kalemşörler Lev Tolstoy’un, “Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar,” tanımındaki “kara-mizah” figürleridir.

Bunlardan birisi; “Ben sol değerlere inanan birisiyim. Aslında bence insan önemli. İnsanın iç dünyası; vicdandan, sevgiden, barıştan, kardeşlikten yana olmak... Bu söylediğim kelimeler sadece solculara ait kelimeler mi? Hayır, öyle değil. Kendimi ‘solcuyum’ diyerek kategorize etmek istemiyorum… Günümüzde sol adına politika yapan partiler solcu değil… Biz Che Guevara, Deniz Gezmiş’ler tarafından anlatılan, o romantik duygulara kapılmış gençlerdik. Ama işin aslı, günümüzde artık öyle değil,”[27] diyen Yavuz Bingöl’dür ve döneklere bir prototip oluşturur…

Bir başkası ise, bir zamanlar AKP’ye akıl hocalığına kalkışırken, rüzgârlar sert esmeyebaşlayınca “Risk altındayız!” yaygarasını kopartırlar; bunların da başında Murat Belge (ile Birikim Dergisi ekibi) gelir…

Duymamış olamazsınız: Hopa’da öldürülen Metin Lokumcu’nun çevresini, “Her yakın zulmün büyük hisseli yakın ortağı” sözleriyle Ergenekoncu ilan eden Belge, “Emekli öğretmen Metin Lokumcu’yu Ergenekon’a mı bağladınız?” sorusunu da, “Kendisini değil ama onun bir çevresi var, çevresinin çevresi var. Toplumda her şey böyle olur. O kişiyle sınırlı değil,”[28] yanıtını vermişti.

Aynı Belge, Metin Lokumcu’nun ölümünü “birilerinin AKP’ye oy kaybettirme çalışmasına” bağlayarak 3 Haziran 2011’de köşesinde şunları yazmıştı: “Türkiye seçime yaklaşırken ben de birkaç günlüğüne Türkiye’den uzaklaştım. Ben yola çıkarken Hopa’da adam öldüğü, bir başkasının ağır yaralandığı haberini okuyordum. Nedir, nedendir, Türkiye’de ‘siyaset’ denince böyle bir şey anlamak gerekir? Ortalık kan revan içinde kalmadıkça siyaset siyaset olmaz? Birileri bununla AKP’ye oy kaybettireceğini umuyor herhâlde.”[29]

Kandırılma ya da yanılma Belge’nin yabancısı olduğu bir şey değildir. Yazdığı sayısız yazıyla yıllarca AKP’yi destekleyen Belge, sonrasında “Daha önce bizim desteklediğimiz, doğru işler yapan adam uydurma bir Tayyip Erdoğan’mış” diyerek pişmanlığını dile getirir.[30]

2010 referandumu öncesinde (10 Eylül 2010) Belge, “AKP bir plebisiter diktatörlük kurmayı planlıyor mu?” diye sormuş ve şöyle cevaplamıştı: “Varolan koşullarda bence bu anlamlı bir soru sayılmaz... tersine [pakette] demokrasi yönüne ağırlık koyan değişiklikler öngörülmüş.”[31]

Aynı Belge, 27 Eylül 2014’te ise “AKP’nin HSYK açıklamaları korkunç, plebisiter diktatörlüğe doğru gidiliyor,” diye yazmıştır. [32]

Bunlar Belge’nin satırlarıdır. 4 yıl önce kendinden emin ve karşı iddiaları küçümser bir tavırla söylediklerini çok değil 4 yıl 3 hafta sonra aynı sözcükleri kullanarak bizzat yalanlamıştır. Öngörüsü bu derece kısa sürede yanlış çıkan Belge, bugün dünyanın, “K. Marx’ın 137 yıl önce söylediği gibi” olmadığını da söylemektedir![33]

Ayrıca kendini “Bir komünist olarak” tanımlayan Belge, 1993 yılında “Tansu Çiller’in danışmanı olma” teklifini “Böyle bir şey istenirse memnuniyetle yaparım,”[34] diye karşılayacak kadar da “geniş gönüllü”dür.[35]

Bu kadar da değil; ‘Birikim Dergisi’ne göre zaten Fethullahçı çete de “Gayet meşru bir proje”ydi.[36] Bilindiği gibi o günlerde Ömer Laçiner, Belge ve Birikim çevresi Fethullahçı çeteyle el ele, gönül gönüle Abant Toplantıları’nda demokrasicilik, “sivil toplumcu”luk oynuyordu.[37]

Bu bay Belge’nin “Risk Altındaki Akademisyenler Konseyi”ne başvurarak Oxford Üniversitesi’nde çalışma girişiminde bulunmasına yönelik sosyal medyada gösterilen tepkilere “Belgeperverler”in verdikleri isim: Linçti.[38] Belge linç ediliyor!

Linç dedikleri Belge’ye sosyal medya üzerinden gösterilen tepkilerdi…

Linç nedir bilir misiniz?

Linç, 2 Haziran 2013’te Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’a yapılan şeydir. Hani Belge kalemiyle iktidarı desteklerken, Belge’nin “iktidardaş”larınca döve döve öldürülen 19 yaşındaki genç… Belge, Ali İsmail Korkmaz sokakta dövülerek öldürüldüğünde bir ”akil adam”dı. (Belge “akil adam” heyetinden 25 Haziran 2013’te istifa etmiştir.)…

Linç nedir bilir misiniz?

Linç, sırtını iktidara dayayarak, kolluk kuvvetlerinin, iktidarın ve bütün yandaş medyanın “terörist” ilan ettiği Metin Lokumcu’yla ilgili şu cümleleri söylemektir:

“Yalnız Hopa’daki gariban adamın bu kadar heyecanlanacağı bir durum yoktu. Biraz da yapay olarak pompalanan, ucu Ergenekon’a uzanan bir gerginlikti.”[39]

Çok önemsemezler ama yine de liberaller için “küçük bir detay”ı daha hatırlatmakta fayda var: “Hopa’daki gariban adam” yani Metin Lokumcu öldürüldü…

Linç nedir bilir misiniz?

500 korumayla üniversiteye gelen bakanı protesto eden öğrencileri “faşist” ve “darbeci” ilan etmektir. Bu protesto için 11 öğrenci 4 yıl hapisle yargılanmış, 2 öğrenci 6 ay hapis cezası almıştı.[40]

Belge’ye göre protestocu öğrenciler darbeci ve faşist, bakan Burhan Kuzu ise mağdurdu…

Lincin ne olduğunu en iyi bilen Belge’dir!

Linç, Belge’nin defalarca öncülüğünü yaptığı şeydir.

Sırtını iktidara dayayarak muhalifleri yaftalamak bir Belge rutinidir.

O öğrencilerin hapis cezası alması ya da Metin Lokumcu’nun ölmesi Belge’yi zerrece ilgilendirmez. Çünkü Belge, her türlü eleştiriden münezzehtir.

Şaka mı? Hayır! Bu Ali Nesin’in ifadesidir…

Ali Nesin, 3 Aralık 2015’te sosyal medya hesabından kelimesi kelimesine şunları yazmıştır: “Belge her türlü eleştirinin dışında tutulması gereken biridir. Bunu idrak edemeyen haddini bilmezdir”…[41]

Liberallerin derdi aslında tam olarak budur. Dertleri linç minç değil “peygamber”lerine laf edilmesidir…[42]

Tüm bunlara rağmen hâlâ, “Belge, Türkiye’nin artık kesilen, yok olan iç sesidir. Yazdıklarına katılın, katılmayın; bu böyledir. Elli yılı aşkın bir süredir kültür dünyamıza damgasını vurmuştur. Eleştirsek bile bize katkıları göz ardı edilemez. Güzel olan pek çok şeyde imzası, emeği vardır: Birikim Dergisi, Yeni Gündem ve İletişim Yayınları ilk akla gelenlerdir,”[43] diyebilenlere; Lev Tolstoy’un, “Varlığı bir şey kazandırmayan insanların, yokluğu hiçbir şey kaybettirmez,” sözünü hatırlatmaktan başka ne denilebilir ki?

 

NİHAYET!

On’ların Kızıldere’si ve bunlar!

En iyisi Şafak Yıldız’ın, “çıkarın bayramlıkları/ takın yakalarınıza karanfilleri/ sürün fişekleri namluya/ bugün meydan bayram yeri/ bugün yürekler savaş yeri/ sokakta alkışlarla, şarkılarla, ıslıklarla/ zaferlere gönderiyoruz şehitlerimizi/ kolay değil/ yeryüzünü fethetmektir işimiz/ gökyüzünü çoktan fethetti bile onlar,” dizelerini haykırıp;[44] Spartaküs’ü hatırlayıp/ hatırlatarak devrimin güncelliğinden hiçbir koşulda vazgeçmemek…

Malum: Her şeye karşın kötümser olma lüksümüz yoktur: Sosyal devrimlerin itici güçlerinin, siyasal gelişmelerle etkileşimi; sınıfsal bilinçlenme ivmesinin güncel gelişmelerle artması iyimserliğimizin kaynağı olmalıdır.

Sosyal devrimlerin insanlığın hafızasında sağlam bir yerinin olduğundan kimsenin şüphesi olmasın.

Kolay mı? Paris Komünü ile Ekim Devrimi hâlâ insan(lık)a yol gösteren, “yaşayan” en önemli devrimlerdir.

Devrim, tarihsel birikimin, yoğun çabanın mümkün kıldığı, öznelle nesnel buluştuğunda gerçekleşecek değişim sürecidir. Sosyal devrim bir süreçtir; siyasal devrime dönüşür, onun öncelikli hâllerinden birisi olan iktidar değişikliği ile de kelimenin tam anlamıyla kendini var eder.

Şimdi yaşadığımız süreç bir sosyal devrime dahildir; çünkü iktidar değişimi sorununu önümüze koymaktadır.

“Hayal mi kuruyorum?” Gerçekçi bir iyimserlik ile hayal kurmak arasında derin bir uçurum yoktur.

Ve Kızıldere’dekiler gibi -neo-liberallere inat!- hayal kurmak iyi ve gereklidir…

1 Mart 2018 16:36:50, İstanbul.

N O T L A R

[*] 31 Mart 2018 tarihinde SGDF, Dev-Güç ve Öğrenci İnisiyatifi’nin İstanbul-Kadıköy’de düzenledikleri ‘Kızıldere Anması’nda yapılan konuşma… Kaldıraç Dergisi, No:201, Nisan 2018…

[1] Ursula K. Le Guin, En Uzak Sahil Yerdeniz Üçlemesi 3, Çev: Çiğdem Erkal İpek, Metis Yay., 2007, s.34.

[2] Ömer Laçiner, “THKP-C: Bir Mecranın Başlangıcı”, Toplum ve Bilim, No:78, Güz 1998, s.21.

[3] Metin Çulhaoğlu, “Bugünden Geleceğe Gelecekten Bugüne”, 30 Ocak 2018… http://ilerihaber.org/yazar/bugunden-gelecege-gelecekten-bugune-81465.html

[4] Ursula K. Le Guin, Her Yerden Çok Uzakta, Çev: Semih Aközlü, İmge Yay., 3. Baskı, 2016.

[5] Bu konuda bir itiraf şudur: “Mahir’in öncülüğünde, yapılan Kızıldere eylemcileri örgütün, devrimin, sosyalizmin değil insanın özne olduğunu insanlık tarihine kanlarıyla yazdılar. Ama birçoğumuzun gözü, nerdeyse bir asrın yaratmış olduğu köreltmeden dolayı bu eylemi doğru görüp, yeni bir sürecin ideolojik, teorik, politik alt yapısı hâline getiremedik…” (Teslim Töre, “Kızıldere Ölümsüzleri İnsanlığın Abidesidirler”… http://www.enternasyonalforum.net/olumsuzler-devrim-sehitleri/3873-kizil-dere-olumsuzleri-insanligin-abidesidirler.html)

[6] Sparta Kralı Leonidas, MÖ 480 yılında Thermopile geçidinde teslim olup silahlarını bırakmasını isteyen Pers Kralı Serhas’a, “Molon lave” (Gel de al) der…

[7] Ergin Yıldızoğlu, “Bir ‘Olay’ Olarak Kızıldere”, 8 Nisan 2011… http://www.yarinlar.net/sinif-hareketi-ve-sol/bir-olay-olarak-kizildere-ergin-yildizoglu.html

[8] Emine Özcan, “Kızıldere Katliamından 36 Yıl Sonra Ertuğrul Kürkçü Anlatıyor...”, 29 Mart 2008… https://m.bianet.org/biamag/emek/105969-kizildere-katliamindan-36-yil-sonra-ertugrul-kurkcu-anlatiyor

[9] Sabahattin Kurt, 68’li, Siyasallı, Gevaşlı, 28 Ekim 1949 doğumlu, Kürt, devrimciydi… Küçük kardeş Semih Kurt anlatıyor: “Annem aylarca gece gündüz ağladı, hiç susmadı, sonra da gözlerinden rahatsızlandı ve iki gözü de görme yetisini yitirdi. Babam kahretti hayata, içine kapandı ve annemden sonra o da öldü.” (Murat Bjeduğ, “Sabahattin Kurt’un Annesi Ağlamaktan Gözlerini Kaybetti!”, 7 Nisan 2012… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/sabahattin-kurtun-annesi-aglamaktan-gozlerini-kaybetti,4933)

[10] Cihan Alptekin ile birlikte Tekirdağ’da yakalanan ve tünel kazılmasına katılan Tayfun Cinemre “Cihan, daha cezaevine konduğumuz ilk gününde şu soruyu sormuştu bize, ‘Bir devrimcinin faşizm zindanlarındaki asli görevi nedir?’ ve cevabını kendisi vermişti duraksamadan ‘Firar etmektir!’ diye” (BIA Haber Merkezi, 3 Nisan 2010).

Cihan Alptekin çok cesur, etrafına güven veren ve devrimciliği pratiğe hünerle geçiren bir yiğit kişidir. Arkadaşları onun yanında kendilerini güvende hissederler. Deniz Gezmiş’in en yakın arkadaşı, THKO’nun kurucularından… Deniz ne demişti onun için?: “Cihan var oldukça bana bir şey olmaz.” (Öyle de oldu, önce Cihan gitti, sonra da Deniz.)

[11] 2005’te, Milliyet gazetesi, 12 Mart 1971 darbesinden sonra başbakanlığa getirilen Nihat Erim’in, anılarında, Kızıldere’yle ilgili şunları söylediğini yazmış: “Akşam saat 18:00’de Memduh Tağmaç (Dönemin Genelkurmay Başkanı) telefon etti. Hepsi ölü olarak ele geçmiş. Saat 16:30’da nasihatin etkisi olmadığını, devamlı bomba ve silah attıklarını görünce, jandarma da ateş açmış. Eve sokulup girmişler, İngilizleri ölü bulmuşlar, ötekilerden sağ kalanları öldürmüşler.” 

Sözü edilen Saffet Alp’ti… Yıllardır unutamadığı evlat acısını yüreğinde bölüşen bir gururla, “Benim oğlum yaralıyken bile aman dilemedi onlardan.” (Murat Bjeduğ, “Arife Alp: Benim Oğlum Yaralıyken Bile Aman Dilemedi Onlardan...”, 8 Nisan 2012… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/arife-alp-benim-oglum-yaraliyken-bile-aman-dilemedi-onlardan,4935) diyordu annesi Arife Alp…

[12] Murat Bjeduğ, “Kazım Özüdoğru: Ayakkabı Boyacısı, Bunucu ve Dev-Genç Genel Sekreteri”, 10 Nisan 2012… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/kazim-ozudogru-ayakkabi-boyacisi-sunucu-ve-dev-genc-genel-sekreteri,4947

[13] Murat Bjeduğ, “Çatışma Çıkmadan Önce Üzerimizdeki Paraları Yaktık!”, 6 Nisan 2012… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/catisma-cikmadan-once-uzerimizdeki-paralari-yaktik,4924

[14] “Kızıldere’nin benim üzerimdeki etkisi son derece derin oldu. İstanbul’da yargılandığımız ikinci THKP-C davasının iddianamesinde Kızıldere’ye doğru gelişen olaylar anlatılırken, Mahirlerin Karadeniz’e geçişleri hep benim yakalanmamla bağlantı içinde anlatılıyordu. Ben yakalanmamış olsaydım acaba olaylar nasıl gelişirdi? Benim ve orada kaybettiğimiz arkadaşlarımızın akıbeti nasıl olurdu? Dikkatsizliğim sonucu yakalanışımın sebep olduklarının sıkıntısını içimde uzun süre taşıdım,” (Miraç Zeynep Özkartal, “Oğuzhan Müftüoğlu: Hep O Sıkıntı: Yakalanmasaydım Belki de Kızıldere Katliamı Olmazdı”, Milliyet, 19 Şubat 2011… http://www.milliyet.com.tr/-hep-o-sikinti-yakalanmasaydim-belki-de-kizildere-katliami-olmazdi-/pazar/haberdetay/20.02.2011/1354555/default.htm) diyordu Oğuzhan Müftüoğlu…

[15] Celalettin Can, “Kızıldere ve ‘71 Devrimciliği’…”, 31 Mart 2013… http://www.gomanweb.org/yazarlar/gomanweb-yazarlar/181-celalettin-can/4545-celalettin-can-k-z-ldere-ve-71-devrimciligi

[16] Murat Bjeduğ, “Tanık Anlatımlarıyla Kızıldere İddianamesindeki Yalanlar...”, 4 Nisan 2012… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/tanik-anlatimlariyla-kizildere-iddianamesindeki-yalanlar,4911

[17] Nazım Alpman, “Kızıldere Katliamı: Devrimci Ahlâkın Zirvesi”… http://www.nazimalpman.com.tr/tag/kizildere-katliami

[18] Rodney G. Peffe, Marksizm, Ahlâk ve Toplumsal Adalet, Çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yay., 2001

[19] Maurice Cornforth, Komünizm ve İnsanlık Değerleri, Çev: Şiar Yalçın, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1998, s.82.

[20] Mihail İvanoviç Kalinin, Devrimci Eğitim ve Devrimci Ahlâk, çev: Refik Sarı, Sorun Yay., 6. Baskı, 2006, s.96.

[21] V. İ. Lenin, Kültür ve Kültür İhtilali Üzerine, çev: Ali Özer, Ser Yay., 1969, s.123.

[22] Ernesto Che Guevara, Gerilla Savaşı, Çev: Gürol Koca, Everest Yay., 2. Baskı, 2011.

[23] Haluk Yurtsever, Yükseliş ve Düşüş - Türkiye Solu 1960-1980, Yordam Kitap, 2008.

[24] “30 Mart 1972: Kızıldere Katliamı”… http://marksist.org/icerik/Tarihte-Bugun/4268/30-Mart-1972-Kizildere-Katliami

[25] “Kızıldere Ruhunu Proleterleştirelim!”… http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/kizildere-ruhunu-proleterlestirelim

[26] Rollo May, Yaratma Cesareti, Çev: Alper Oysal, Metis Yay., 2007.

[27] “Yavuz Bingöl: Kendimi ‘Solcuyum’ Diyerek Kategorize Etmek İstemiyorum”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2018… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/932088/Yavuz_Bingol__Kendimi__solcuyum__diyerek_kategorize_etmek_istemiyorum.html

[28] http://www.birgun.net/haber-detay/murat-belge-lokumcu-nun-cevresi-ergene

[29] http://www.soldefter.com/2011/06/04/murat-belge-diye-biri-varmis/... http://taraf.com.tr/murat-belge/makale-potsdam-dan.htm

[30] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/395439/Murat_Belge_den_itiraf

[31] http://www.3b-liberal.com?sid=yazi&id=33407

[32] http://t24.com.tr/haber/murat-belge-akpnin-hsyk-aciklamalari-korkunc-ple

[33] http://t24.com.tr/k24/yazi/belge-populizm,1217

[34] http://www.gazeteciler.com/haber/belge-ve-altan-kimin-danman-olacakt/189266

[35] Taylan Kara, “Murat Belge’nin Çevresi ve Çevresinin Çevresi”, 19 Mayıs 2017… http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/murat-belgenin-cevresi-ve-cevresinin-cevresi-196898

[36] http://haber.sol.org.tr/mansetler/fethullahcilik-mesrudur-haberi-10268

[37] Taylan Kara, “Birikim Dergisi ve ‘Liberal Sol’ Düşüncenin Bu Topluma Verdiği En Büyük Zarar Nedir?”, 9 Şubat 2018… http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/birikim-dergisi-ve-liberal-sol-dusuncenin-bu-topluma-verdigi-en-buyuk-zarar

[38] https://odatv.com/ve-murat-belge-de-gidiyor-10021803.html

[39] https://www.birgun.net/haber-detay/murat-belge-lokumcu-nun-cevresi-ergen

[40] http://www.haber7.com/ic-politika/haber/767842-burhan-kuzuya-yumurtaya-4...

[41] Belge, “Risk altındaki akademisyen” olduğu iddiasıyla Türkiye’den İngiltere’ye gitmeye çalışıyordu. Taylan Kara da “Cübbeli Murat Belge Hocaefendinin Müritleri İçin: ‘Linç Nedir?’ ve ‘Utanma Kültürü’…” başlıklı bir yazıyla tartışmaya dahil oldu ve Belge’nin “sicilini” kaleme aldı. Bu yazıya dair Ali Nesin’in yanıtını, Sevan Nişanyan Facebook’tan paylaştı.

Buraya kadar bir şey yok! Ama gelin görün ki; Nişanyan hemen altına bir yorum yaptı: “Bunlar organize vurucu tim. Aptal değiller, görevliler. İtlaftan başka çare yok.” Hemen altına “hocam faşistler gibi ‘itlaf’tan bahsetmek size yakışıyor mu?” diye yazan takipçisine de; aynı Nişanyan “çok” yanıtını verdi. Türk Dil Kurumu’na göre; itlaf, “öldürme, yok etme, telef etme” anlamına geliyordu! (“Sevan Nişanyan’dan, Murat Belge’yi ve Ali Nesin’i Eleştiren Yazara Tehdit”, 25 Şubat 2018… https://odatv.com/nisanyandan-murat-belgeyi-ve-ali-nesini-elestiren-yazari-tehdit-25021808.html)

[42] Taylan Kara, “Cübbeli Belge Hocaefendinin Müritleri İçin: ‘Linç Nedir?’ ve ‘Utanma Kültürü’…”, 23 Şubat 2018… http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/cubbeli-murat-belge-hocaefendinin-muritleri-icin-linc-nedir-ve-utanma-kulturu

[43] Müslüm Yücel, “Türkiye’yi Karanlığa Gömen Adam Murat Belge!”, 16 Şubat 2018… http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8750/turkiye-yi-karanliga-gomen-adam-murat-belge

[44] Spartaküs Trakyalı bir gladyatör; bir özgürlük savaşçısı; köleliğe karşı duran, efendilere boyun eğmeyen bir kahraman; insanların yüzyıllarca örnek alacağı, anlatacağı, destansı bir isyanı başlattı. M.Ö. 73-71 yılları arasında yaşanmış, üç yıl süren, antik dönemdeki en büyük köle isyanıydı bu. Dünyanın o dönemdeki en güçlü imparatorluğu olan Roma’yı öyle bir sarstı ki... 

Spartaküs yaklaşık üç yıllık mücadelenin sonunda Roma ordusuna yenildi. Ayaklananların çoğunluğu öldürüldü. Romalı tarihçi Appian’ın aktardığına göre, 6 bin isyancı da ünlü gladyatör okulunun bulunduğu Capua kenti ile Roma arasındaki yol üzerinde çarmıha gerildiler. Roma, bu acımasızlığıyla tüm kölelere gözdağı veriyordu.  Fakat Spartaküs tarih boyunca ezilenlerin, tüm haklı başkaldırıların sembolü oldu.