“Geçmiş asla ölü değildir;

geçmiş, geçmiş bile değildir.”[1]

“Şiir olmasaydı, yaşama dediğimiz oluşun çarklarından biri eksilirdi. Belki kıyamet kopmazdı ama insanlar sevişemez, öpüşemez, beğenemez, yarınların yeni düzenine şiirli dünyanın hızıyla kavuşamazdı,” diyen Oktay Rifat’ın haklılığını tartışmak kimin haddine…

Hatta şiire müthiş inanmış, bağlanmış ve “Şairin hayatı şiire dahil” diyen Cemal Süreya’nın, “Bir mısra söylesek sanki her şey düzelecek,” notundaki üzere…

* * * * *

“Tarih öncesi köpekler havlıyordu,”[2] diye betimlediği soykırım günlerinin tanıklarıyla sürgünde büyüyen Cemal Süreya’nın şu dizeleri kendisini başka söze yer bırakmayacak biçimde anlatır…

“Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki./ Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü”…

“Dilsizdir benim acılarım,/ Konuşmazlar kimseyle/ Sadece benim canımı acıtırlar/ Hiç hak etmediğim hâlde”...

“Ne dualar kurtarır bizi artık ne de zaman./ Unutabilmek gerek bazen, ağlamadan”...

“Öldürmemektir felsefeleri bir karıncayı bile,/ ama yaşatmayı bilmezler”...

“Yoklama alıyorum, sessiz olun!/ Kaygı? Burda!/ Hüzün? Burda!/ Yalnızlık? Burda!/ Mutluluk? … Mutluluk?”...

“Yarından bir şeyler beklemekle geçiyor ömrümüz”...

“Ve bugün bir kez daha anladım./ Adamlığı kadınlardan öğrenecek erkek çok”...

“Solcular yalan söylemez/ Yalan söyleyenler/ Solcu olduğunu söyler”...

“Hayatın en temiz canlarına kıyıyorsa elleriniz,/ hepinizin canı cehenneme!”...

“Aldığın şu hayat,/ fena değildir…/ Üstü kalsın”…

“Her ölüm erken ölümdür”…

“Özgürlüğün geldiği gün,/ o gün ölmek yasak!”...

* * * * *

“Az yazıp çok söyleyen”lerdendi[3] O; bir dizeye koca yaşanmışlıklar sığdırırdı…

“Folklor şiire düşman,” saptamasıyla müsemma Cemal Süreya 1983’de, “Aşk meşru bir şey olmaz. O da şiir gibi meşrulaşınca ölür. Aşk da, şiir de uzlaşıcı olunca ölür,” derken; şiirle ilişkisini net biçimde ortaya koymuştu…

“Sanatın özellikle de şiirin dünyaya güzellikler sunmak olduğunu en iyi bilen şairlerden biriydi” Cemal Süreya.[4]

Onun şiirinde “Humor, ironi ve erotizm her dem yürürlükte olmuştur. Tarih vazgeçilmezi. Bireysel olan’la toplumsallık birbirini tamamlayan öğelerdir.”[5]

Kolay mı? İkinci Yeni akımının önemli isimlerindendi ve “İkinci Yeni, bir akımdır. Getirdikleri ve götürdükleri ile”…[6]

1955’de Muzaffer İlhan Erdost, ‘Pazar Postası’nda yayınladığı şiirleri İkinci Yeni diye adlandırırken; İkinci Yeni’nin çekirdeği Ece Ayhan, Cemal Süreya ve Sezai Karakoç’tu. Bu niteleme Ece Ayhan’a ait...

Üç isim de şiirlerinin yayınlanmaya başladığı dönemde Mülkiye öğrencisiydi. Cemal Süreya, bu yüzden olsa gerek, İkinci Yeni’nin temelde ve bir anlamda (İnek Bayramı gibi) bir Mülkiye olayı olduğunu söylerken;[7] Ece Ayhan da buna katılır.

Şubat 1958’de Yeditepe Yayınları’ndan çıkan ‘Üvercinka’ Onun ilk şiir kitabıydı ve kitap için 150 lira telif ücreti aldı. ‘Üvercinka’ büyük bir ilgiyle karşılandı, altı ay sonra ikinci baskısı yapıldı. Yılın Yeditepe Şiir Armağanı’nı Arif Damar’ın ‘İstanbul Bulutu’yla paylaştı.

Cemal Süreya, “güvercin kanadı”ndan kısaltarak elde ettiği bu sözcükle ilgili açıklamasında, hem kitaba adını veren şiirin esin kaynağı sevgilisine -ki artık ayrılmışlardır- üstü örtülü bir mesaj gönderir hem de İkinci Yeni’nin getirdiği sözcük düzenine değinir:

“Üvercinka anılması güvercinle karışık bir ad. Bir kadın adı. Barışa, aşka, dayatmaya dönük bir kavram. Kitaba ad olarak seçmeme gelince, bunun iki nedeni var. Birisi belli: Günümüz şiiri, bu arada benim şiirim kelimeyi zorlayan bir şiir. O adla şiirimi özetlemiş ya da bir parça belirtmiş oluyorum. Şiirimden ufak, ama anlamlı bir kesit vermiş oluyorum galiba. İşin ikinci nedeni son derece özel, salt günlük yaşama ilişkin bir şey.”

“Üvercinka”nın şiirimize öz ve biçim açısından getirdiği yeniliği ise tek sözcükle özetler: “Şok. O kitaptaki çok şiirimde şok etkisi aradım. Sonra dile büyük bir yaslanışım var. Humour var. Kusurlu şiirler, biliyorum. Kusurlu olmalarını istedim.”

İkinci Yeni Şiiri’ni anlamsız şiir olarak niteleyen Asim Bezirci bile Süreya’ya bir ayrıcalık tanır. Bezirci şunları yazar şair için:

“Bir ara Muzaffer Erdost, Cemal Süreya için ‘genç ozanlarımızın en güçlülerinden biri’ diye yazmıştı. O günlerde pek aşırı bulmuştum bu yargıyı. Gelgelelim Üvercinka’yı okuduktan sonra başka türlü düşünür oldum. Hele, Cemal’in kendisiyle tanışınca daha da değişti kanılarım. Gerçi şimdi de takıldığım yanları çok, ama gene de söylemeliyim: Erdost haklıymış! Cemal, kuşağının en güçlü şairlerinden biri, hatta en güçlüsü.”[8]

Bu doğru… Çünkü gazete dergi yazıları yazmak, dergiler yayımlamak onun en heyecan duyduğu işlerdendi. “Kaç dergi çıkardın?” sorusunu “17 dergi batırdım” diye yanıtlamıştı. Kimi için arabasını satmış, kimi için değerli bir kilimini, ama hep “batırmış”. Bir hikmeti olmalı bu kadar batağın. Kırk yılda kırk ev değiştirmiş olması bir ipucu olabilirdi…

Evet birçok işte çalışır ama şiir vazgeçilmezidir. Borç öder gibi yazdı şiirlerini.

Şiiri üzerine çok yazıldı çizildi. Metin Altıok Onun şiirinde ne var? sorusuna şu dizelerle cevap verir: “Soluk soluğa ter içinde firari bir tarih var./ Kurtulmuş siyaset tuzaklarından./ Süreya’nın şiirinde bir saydam yürek var/ İçinde göçmen kuşlar uçuşan”

Sabit Kemal Bayıldıran, “Elma yiyişi bile günah. Dar gelirli, bol giderli. Develeri dört hörgüçlü. Acayip bir devlet memuru. Her şeyi, tersinden de olsa doğru okur. Edebiyatın romantiği. Devletin masasına gizlice şiir sokar, ama yakalanmaz. “Vakit var daha” dedi, vakti yetmedi. “Kefeninin cebinde şiir vardı,” diyor onun için.

Üç anayasa arasında büyüse de Cemal Süreya’ya göre şiir “Anayasaya aykırıdır”; doğanın ahlâkı kovduğu yerdedir; yasadışıdır. Dahası O’nda “Şiir alışkanlıklara karşı bir yaylım ateştir.”

Evet. Zaman geçince her şey daha iyi anlaşılıyor. Aslında Ona getirilen apolitiklik yakıştırması ayakları yere basmayan bir eleştiridir. Cemal Süreya şiiri son derece politiktir. Ama bunu bildik şablonlarla şiirden taviz vererek yapmaz. Çünkü O derinlikli ve katmanlı bir şiir peşindedir.

Şiirden ayrı olarak yazdığı kimi yazılar politik göndermelerle doludur. Sözgelimi Türkiye aydınını yıllar öncesinde şöyle ifade etmişti: “Günümüzün kitle aydını, ortalama aydınımız derin sorunları nedense kurcalamaya pek yanaşmıyor. Korkuyor nedense. Büyük aykırılarla karşılaşmaktansa kendinde küçük ve kolay uyumları deniyor hep. Küçük uyumlara sığınıyor, onlara sürgün ediyor kendini. Derinlere inmekten, asıl gerçeği kovuşturmaktan bir vazgeçişi var.” (Papirüs’ten Başyazılar)

Bu kısa ömrüne yine de çok şey sığdırdı. Şiirin üstüne kuma bile getirdi… Düzyazıya da bulaştı yani… Ama temkinli, düzeyli, hep şiirsel ve birikimli.

“Jandarma daima nesirde kalacaktır/ Eşkıyalar silahlarını çapraz astıkça türkülerine/ Ve bu dağlar böyle eşkıya güzelliği taşıdıkça”…[9]

* * * * *

Kimilerinin, “Cumhuriyet’in gizli Kürdü” diye betimlediği Onun duyarlığı ve duruşunun ardında yatan “Nedir” mi?

9 Ocak 1990’de “Üstü kalsın” diyerek aramızdan ayrılan, 7 yaşındayken sürgün edilen bir ailenin dertli çocuğuydu Cemal Süreya…

Dersim katliamından hemen sonradır. Yıl 1938. Dersim Katliamı sonrasında bir Kürt aile kendileri gibi kılıç artığı birçok aile gibi bir tren vagonunda Bilecik’e sürgün gidiyor. Binlerce insan yerlerinden yurtlarından alınıp sürgüne gönderilir. O dönemde Erzincan’ın ilçesi olan Pülümür’de vagonlara bindirilip sürgüne gönderilen ailelerden biri ve o aileden 7 yaşında bir çocuk, çocuğun asıl adı Cemalettin Seber. Namı diğer Cemal Süreya… Yıllar sonrasında anlatacaktır o yolculuğu:

Sürgün edildikleri Bilecik şehridir. Aile tek odalı bir eve yerleşmiştir. Bilecik ahalisi onlara iyi davranarak yardımcı olur, “Siz Saatleri” adını taşıyan şiirinde bunu dile getirir: “Mahşerin ortalık yerinde size rastladık,/ elinizi şuramıza koydunuz./ Sürgündük,/ Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik./ Yanınızda göçmen olduk./ Bir yerleşmişlik duygusu ki,/ hırkamız yazlık sinemada iliklenir.”

Dersim sürgününde bir çocuk olduğunu yıllar sonra açıklasa da onda her dem kanayan bir yara olmuştur.

1988’deki bir söyleşide bu travmayı şöyle açıklamıştı; “Anılarımın kökeninde yer etmiş. Küçükken, altı yedi yaşımda doğduğum yerlerden, evimizden, bahçemizden kopartılmıştım. Ardından aileme felaketler gelmişti. Annem ölmüş babam yoksul düşmüştü. Bunlar yer etmiş bende, bir yerde sanatçı duyarlılığını etkilemiş demek.”

* * * * *

1931’de Erzincan Pülümür’de dünyaya geldi. Ailesinin ona verdiği asıl isim Cemalettin Seber’di.

Maliye Bakanlığı’nda müfettiş yardımcılığı ve müfettişlik, Darphane müdürlüğü, Kültür Bakanlığı’nda kültür danışma kurulu üyeliği, Orta Doğu İktisat Bankası yönetim kurulu üyeliği ve 25 yıldan fazla da Türk Dil Kurulu üyeliği yaptı. Emekliliğinde, yayınevlerinde danışmanlık ve ansiklopedilerde redaktörlük ve çevirmenlik yaptı.

1960 Ağustos’unda çıkardığı ‘Papirüs’ dergisini yalnızca 4 sayı yayınlayabildi. ‘Pazar Postası’, ‘Aydınlık’, ‘Yeditepe’, ‘Oluşum’, ‘Politika’ gibi birçok yayın kuruluşunda şiir ve yazılar yazdı. İlk şiirine ‘Şarkısı Beyaz’ adını vermişti ve bu şiir 8 Ocak 1953’te ‘Mülkiye’ dergisinde yayınlandı. 1950’li yılların başında gelişim gösteren ‘ikinci yeni hareketi’ ne katıldı. O daha çok ‘garip’ akımının etkisinde gibiydi.

1953’te ilk şiiri ‘Şarkısı Beyaz’ın yayınlanmasının ardından dergilerde karikatürleri de yayınlandı Cemal’i edebiyat dünyasına tanıtan şiirine de ‘Gül’ adını vermişti. 1955’te ise ‘Üvercinka’ ve ‘Dalga’, ‘Güzelleme’, ‘Üçgenler’, ‘Cigarayı Denize Attım’, ‘Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm’ gibi eserlerini kaleme aldı.[10]

Ve 59 yaşında koskoca Darphane Müdürü ve Maliye Müfettişi öldü. O yıllardaki moda deyişle, bir dikili ağacı bile yoktu… Son şiirinin adı ‘Üstü Kalsın’. Sanki son yudumda bir ders verirmiş gibi…[11]

* * * * *

Ancak bu kadar değil elbette!

İlk olarak Kürtlük ve sürgünlüktür, şairin hayatına sızan. Çocukluğunun ilk anısı, Kürtlük ve sürgünlükle ilgilidir. Şeyh Sait ve Dersim Tertelesi’nden sonra bölgeden 500 bin aile sürgün edilir. Kürt oldukları için. İşte Cemal Süreya’nın ailesi bu 500 bin aileden biridir. Süreya, Zuhal Tekkanat’a yazdığı mektupta o günleri şöyle anlatır: “Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”[12]

Evet doğrudur; Cemal Süreya, uzun süre Kürt olduğunu söylemedi. Süreya’nın bunu gizlemesi şiirine sızmasına engel olmamış, engel değilmiş. Cemal Süreya ve ailesi sürgünü iki kez yaşar aslında. Kendilerine uygun görülen 20 yıl sürgün cezası dolmadan Bilecik’ten ayrılırlar. Ancak bir ihbar sonucu tekrar sürgün edilirler. Hem de bir gece Sansaryan Han’da kalırlar.

Cemal Süreya, “Haziran 1987 tarihli Günler’de sürgüne değinir. Dersimlilerin sürgün edildikleri yerlerin dışına çıkmaları yasaktır. Cemal Süreya o günleri şöyle anlatır: “Beyoğlu 37. İlkokul’a yazılmıştım. Kimseden ses çıkmamıştı. Demek küçüklerin kent dışına çıkmalarında bir sakınca yoktu. Bizim peder, ben ikinci sınıftayken büyükannemi ve iki kız kardeşimi de İstanbul’a attı. Ama, üçüncü yıl kendisi de temelli İstanbul’a gelmesin mi? Arnavutköy’de bir iş bularak çalışmaya başladı. Kim bilir neler düşünüyordu o günlerde? Dünyanın sanki öbür ucuna gitmiştik, kimse bulamaz bizi. (…) Bir akşam eve polis geldi.

Hepimizi alıp Emniyet Müdürlüğü’ne (Sansaryan Han) götürdüler. Bir gece orada kaldık. O sıra, küçük kız kardeşim daha beş yaşında. Büyükannem ise en az altmış beş. Kafese konmuş, saçı sakalı uzun dev bir adam anımsıyorum. Tahta sıranın üstünde uyumuştuk. Kadınlar kavga çıkarmışlardı. Ertesi gün jandarma refakatinde sürgün yurdumuz olan Bilecik’e posta edildik. Ben kaç yaşındaydım. On birin içinde.”[13] Sürgün yıllarını bitirdikten sonra tekrar İstanbul’a dönerler. Alevîlik de Cemal Süreya’nın şiirsel kaynaklarından biridir.[14]

Konuya ilişkin bir şey daha: Cemal Süreya-Tomris Uyar beraberliği yaklaşık üç yıl sürer. İkili, bu üç yıla çok şey sığdırır; ‘Papirüs Dergisi’nin yayına hazırlanması, birlikte şiir çevirileri. Cemal Süreya, en güzel aşk şiirlerinden bazılarını Tomris Uyar için yazar. Birbirleri hakkında doğal olarak çok şey bilmektedirler. Bir şey hariç. Bir şey vardır ki Cemal Süreya o güne kadar kimse ile paylaşmamıştır. Tomris Uyar’la bile.

Yalçın Yusufoğlu da bir anı, bir söyleşide anlatmıştı. 80’lı yıllarda Tomris Uyar bazı okumalara katılmak için yurt dışına çıkar.

“Bir dost toplantısında bir araya gelmiştik. Tomris’in Cemal Süreya ile birlikteliğini biliyordum. Doğal olarak Cemal üzerine konuşmaya başladık. Laf nereden geldi bilmiyorum, ben Cemal’in Kürt olduğunu söyledim. Tomris, çok şaşırdı. O güne kadar bunu bilmiyormuş.”

Bunu çocukluğundan bu yana herkesten saklamaktadır. Bir gün okul arkadaşlarından biri ile kavga eder, küsüşürler. Araya kim girdiyse barıştıramaz Cemalettin’i. Sınıfta tam bir kargaşa. Birden öğretmeninin sesini duyar: “Kürt damarı tuttu!” Olan olmuştur. Başını önüne eğer. Demek herkes biliyor! Öğretmen gönlünü alır. O söylediği, bir deyimdir yalnızca. İnadını vurgulamak istemiştir, o kadar. İnanır Cemalettin. Ama bir başka gün, oğlanın biri arkasından “Sümüklü Kürt” diye bağırınca dayanamaz artık. Koşa koşa eve gider, çantayı bir yana fırlatır, odaya kapanır, bütün gün ağlar. Okula gitmeyecektir!

Bir kez daha gönlü alınır. Arkadaşının davranışı kasıtlı değildir. Öfkesinden küfür olsun diye bağırmıştır öyle. O istediği kadar gizlesin, saklasın, adı çoktan konmuş: “Kürt Cemo”

“Utanıyordum sürgünlüğümden. Hep gizledim.”[15] Üniversite yıllarında da bu tutumunu sürdürür. En yakın arkadaşlarından bile saklar Kürt ve sürgün olduğunu. İçe kapanık ve çekingendir. Özel hayatından hiç söz etmez…

Kürt olduğunu gizler ama, bu yaşadıkları onun şiirini besleyen kaynaklardan biri olur. Lirizm ve mizah el ele gider. En güzel aşk şiirlerini yazma duyarlığını bu yaşadıklarından edinir.[16]

Özetle denilebilir ki Onu sürgün hakikâti biçimlendirmiştir…

* * * * *

Ve nihayet, “Cemal Süreya ölmüş diyorlar. İlahi azrail Cemal Süreya ölür mü hiç,” diye yazar Turgut Uyar Onun için “Üstü kalsın” deyişi ardından…

12 Aralık 2020 15:12:05, İstanbul.

N O T L A R

[*] Newroz, Ocak 2021…

[1] William Faulkner.

[2] Cemal Süreya, Onüç Günün Mektupları, Can Yay., 2019.

[3] Şeref Bilsel, “Cemal Süreya’ya 30 Yıl Sonra İnce Bir Mektup”, Birgün Pazar, Yıl:16, No:670, 12 Ocak 2020, s.16.

[4] Turgay Fişekçi, “Hayatı Şiirle Sevmek...”, Cumhuriyet Kitap, No:1587, 16 Temmuz 2020, s.10.

[5] A. Hicri İzgören, “Sürgün ve Hüzünlü”, Yeni Yaşam, 9 Ocak 2020, s.11.

[6] Hüseyin Kalkan, “İkinci Yeni ya da Mülkiyeli Mülksüzler”, Yeni Yaşam, 15 Ocak 2019, s.11.

[7] Aktaran: Ece Ayhan, Şiirin Bir Altın Çağı, YKY, 1993, s.20.

[8] A’dan Z’ye Cemal Süreya, Hazırlayan: Nursel Duruel, YKY, 2003.

[9] Hicri İzgören, “… ‘Sıcak Nal’ Hiç Soğumadı”, Yeni Yaşam, 10 Ocak 2019, s.11.

[10] “Aldığın Şu Hayat, Fena Değildir… Üstü Kalsın”, Birgün, 9 Ocak 2020, s.15.

[11] Necati Tosuner, “Son Yudum Gibi Bir Ders”, Birgün, 9 Ocak 2020, s.15.

[12] Feyza Perinçek-Nursel Duruel, Şairin Hayatı Şiire Dahil, Can Yay., 2017, s.23.

[13] Cemal Süreya, Günler, Yapı Kredi Yay., 2002, s.300.

[14] Hüseyin Kalkan, “Cemal Süreya, Ölmüş Diyorlar”, Yeni Yaşam, 9 Ocak 2020, s.11.

[15] Cemal Süreya, Günler, Yapı Kredi Yay., 2002, s.300.

[16] Hüseyin Kalkan, “Cumhuriyet’in Gizli Kürdü: Cemal Süreya”, Yeni Yaşam, 9 Ocak 2019, s.11.