Bu ülkede 1970 sonrası doğan çocuklara verilen Deniz, Mahir, Ulaş, Sinan, Hüseyin, İbrahim gibi isimler salt bir şeylere duyulan sempatinin değil aynı zamanda alınan bir tavrın da ifadesi olmuştur. Sempati mücadeleye, devrime, devrimcilere yönelik iken, tavır faşizme, emperyalizme, sömürüye, zulme, işkenceye karşıdır, özetle devleti-sistemi hedef alır.
Halkların bu davranış biçiminin altında yatan nedenleri irdelemek ve yarattığı-yaratacağı sonuçları araştırmak meslekten psikologlara-sosyologlara bırakılmayacak kadar önemli bir konudur. Bu sorunu salt ruh haliyle veya çevresel etkilerle ele almaya kalkmak sorunun üzerini örtmekle, anlaşılmaz hale getirmekle eş anlamlı olacaktır.
Kitleleri-ezilen halkları ilgilendiren tüm diğer sorunlar gibi bu sorun da incelenmesi, sonuçlar çıkarılması gereken bir görev olarak devrimcilerin önündedir. Çünkü tarihsel süreçler boyunca, devrimcilerin kitleleri anlama ve örgütleme gibi temel bir görevi olmuştur ve bu görev bugün tarihin hiçbir dönemiyle karşılaştırılamayacak ölçüde hayati bir sorun olarak devrimcilerin karşısındadır.
Çünkü sol kitlelerden kopmuş, kitlelerle sol arasına -solun perspektifsizlikten kaynaklanan katkılarıyla da- aşılmaz duvarlar örülmüştür.
20 yıl öncesine kadar çocuklarına Mahir, Deniz, Sinan, Ulaş …. İsimlerini koyan kitleler, 20 yıl içerisnde nasıl ve neden bu kadar hızla değişip çocuklarına “Muhammed, Furkan, Berat, veya Hiranur, Büşra, Rabia, Zehra” türünden isimler verir hale gelmiştir? Herkesin buna vereceği değişik cevapları vardır elbette. Ancak doğru veya yanlışlıkları bir yana, bu cevaplarla pratik arasında bir bağ kurulamamıştır.
Daha önce de değişik kereler vurgulandığı üzere varolan durum çaresizce kabullenilmiş, kendiliğindenci bir sürece teslim olunmuş ve kitlelerin "dibe vurması" beklenir olmuştur.
Ülkemiz solu ideolojik ve pratik anlamda bu türden sorunları aşacak kapasiteye-birikime sahip olmasına karşın bunu ortaya koyamamıştır. Bütün olanaklarını seferber ederek bu birikimi etkisizleştirmeyi, susturmayı hedefleyen emperyalist-kapitalist sistemin yanısıra ve özellikle de sol içinde yenilginin güçlendirip egemen hale getirdiği tasfiyeci yaklaşımlar bu kapasiteyi boğmuş, etkisiz hale getirmiştir.
Burada “kapasite”den kastedilen şu veya bu kişi değildir elbette. Bir bütün olarak solun kendi misyonuna uygun, diğer bir deyimle devrimi hedefleyen bir yapılanma ve çalışma tarzı içinde iradi politika ve taktiklerle, pratiğin zenginliğiyle geliştirilip güçlendirecek bir kolektif kapasiteden söz ediyoruz. Oysa süreç tam da tasfiyeciliğin arzuladığı-hedeflediği biçimde gelişmiş, solun büyük kısmı önce devrim-iktidar hedefi (ve bu hedefe yönelik kapasite) bir kenara atılıp kendiyle uğraşmaya başlamış, yeni tanımlarla kendini bir yerlere beğendirme, bir yerlerle barışma çabaları öne çıkmıştır. Ki bugün sol diye kabullenilen birçok yapı halen bu çabayı sürdürmektedir. Azınlıkta diyebileceğimiz birkaç grup ise tasfiyeci anlayışlarla düştükleri çıkmazı aşma konusunda ümit vermekten çok, geçmişin karikatürü dahi olmayacak girişimlerle kendini tekrar etmeyi dahi beceremez haldedir.
Bu durum nereye kadar sürecektir? Kesin bir şey söylemek zor. Ancak, özellikle de son seçimlerin gösterdiği gibi solun önemli bir kısmına egemen olan bu anlayış bir süre daha hükmünü yürütecektir. Bir süre daha devrimi-iktidarı değil, muhalefetin bir köşesinde yer alabilmeyi hedefleyen bir sola tahammül etmek zorunda kalacağız gibi görünüyor.
Tam da bu noktada kişilikleri, birikimleri ve tecrübeleriyle defalarca böylesi süreçlerden yüz akıyla çıkabilmiş devrimcilerden, o devrimcileri belirleyen değerlerden, birlikteliklerden söz etmek gerekiyor.
16-17 Nisan gecesi katledilen Sinan, Fazıl, Sabahat, Hamiyet, Eda, Taşkın, Satı, Hüseyin, Arif, Şadan, Nil ve Ayşe’lerden söz etmek, özellikle de 1970 ortalarından itibaren her geçen gün gelişip güçlenen, daha güçlü bir şekilde ülkemiz toprağına kök salan devrim mücadelesinin her aşamasında varolan devrimcilerden söz etmek istiyoruz.
O gece 11 kişi katledildi ve bu on bir kişiden her biri, kişisel özellikleri ve yetenekleriyle birbirinden ayrı güzellikleri, değerleri temsil ediyordu. Bunları sayıp dökmekle bitiremeyiz. Ancak bunlardan daha önemlisi katledilen on bir kişinin, bir mücadelenin on yıllara yayılmış birikimini, deneyimini ve birlikteliğini temsil etmiş olmasıdır ve o gece, 12 Temmuz’dan sonra bir kez daha, yılların emeğiyle oluşturulmuş bu birikime, deneyime ve birlikteliğe büyük bir darbe vurulmuştur.
Deneyim-birikim gibi kavramlar, kökeni “geçmiş”e dayanan, “geçmiş” yaşamın niteliğiyle anlam kazanan kavramlardır ancak geleceği belirlerler. Bu anlamıyla 12 Temmuz’da olduğu gibi 16-17 Nisan’da da darbe yiyen salt mücadelenin geçmişi ve o anı değil, asıl olarak geleceği olmuştur. Genel geçer ajitatif söylemlerle geçiştirilecek, mücadele varsa kayıp da vardır gibisinden demagojik yaklaşımlarla basitleştirilecek bir durumla karşı karşıya olmadığımızı görmek gerekiyor. Ancak görünen o ki o günlerden çok uzaktayız hala.
Eskilerin usta-çırak ilişkisi dediği, bizim ise deney-tecrübe aktarımı dediğimiz bir ilişki tarzını ne kadar yaşayabildiğimizi kendimize sorduğumuzda 12 Temmuz ve 16-17 Nisan’da kaybedilen devrimcilerin değeri ve bu katliamların yarattığı tahribatın boyutları daha iyi anlaşılacaktır.
Peki neydi bu insanları, ilişkilerini özel kılan?
Çok bilgili olmaları mı, çok tecrübeli veya çok cesur olmaları mı?
Bunlar var tabi, hatta önceden de söylediğimiz gibi, dahası da var saymaya sayfalar yetmez.
Ancak hepsinin ötesinde onları belirleyen olgu hesapsız-kitapsız tam bir içtenlikle kendilerini yaptıkları işe, girdikleri ilişkilere adamış olmalarıdır.
Bu içtenliktir, Sinan’a “Ben her zaman düşündüklerini söyleyebilen bir Sinan olmak isterim” dedirten ve yaşamının son gününe kadar da her türlü otoritenin karşısında düşündüklerini cesaretle söyleten.
Bu içtenliktir onları yoldaşımız olmadan önce güvenilir birer arkadaşımız yapan.
Bu içtenliktir onları çok iyi birer öğretmen-usta yapan.
Tekrar başa dönersek, biz eminiz ki, bugün dahi bir yerlerde yeni doğan bir Laz çocuğuna Sinan, bir Kürt kızına Sabahat veya bir Gürcü oğluna Fazıl adı veriliyordur. Bu halkların gizli hafızasıdır ve kendi değerlerini şu veya bu şekilde yaşatmaya, onlara sahip çıkmaya devam etmektedir.
Bu ise, yaralı da olsa, yoğun bakımda da olsa sahip çıkılması gereken bir “gelecek” var demektir. Görülmesi gereken de, üzerine gidilmesi gereken de budur.