soL Haber Portalı yazarı Fatih Yaşlı, bugünkü köşesinde, "Türkiye solundaki Rusçuluk hastalığı" başlıklı bir yazı kaleme aldı. "Hayır, elbette ki böyle bir hastalık yok" diyerek yazıya başlayan Fatih Yaşlı, solun Putin'in Rusya'sına karşı tereddüt yaşamadığının altını çizdi.
Fatih Yaşlı, "Türkiye’de bırakın solun 'Rusçuluğunu', ciddi bir Rusya etkisinden dahi söz etmek mümkün değildir" diyen Fatih Yaşlı, ancak ciddi bir Amerikancılığın on yıllardır Türkiye'de hüküm sürdüğünün altını çizdi.
İşte Fatih Yaşlı'nın yazısı:
"Hayır, elbette ki böyle bir hastalık yok. Türkiye solu bırakın bugün “Rusçu” olmayı, Sovyetler Birliği ayaktayken dahi ona dair ciddi eleştiriler getirebilmiş, onunla arasına zaman zaman mesafe koyabilmiş bir geçmişten geliyor. Şimdi ise Putin Rusya’sına bakışında herhangi bir tereddüt taşımıyor, bugünkü Rusya’nın kapitalist bir devlet olduğunu ve emperyal hevesler taşıdığını biliyor, bunu da açıkça dile getiriyor.
Peki nereden çıktı bu “Rusçuluk” meselesi, bu iddia nereden kaynaklanıyor?
Bunun gerisinde, Türkiye solunun uzunca bir süredir aşındırılmak istenen aklının ve reflekslerinin her şeye rağmen solun temel ilkelerini unutmamasına duyulan öfke var. Evet, özellikle son yirmi-otuz yılda solun “emperyalizm” kavramını lügatinden çıkarması için ciddi bir ideolojik saldırı gerçekleştirildi, emperyalizm kavramının artık dünyayı açıklamadığından tutun da komplo teorisyenliği anlamına geldiğine uzanan bir genişlikte sola ideolojik girdiler yapılmaya çalışıldı, bunda kısmen de sonuç alındı ama solun ana gövdesi bu kavramdan vazgeçmedi, anti-emperyalizmi vazgeçilmez bir ilke olarak görmeye devam etti.
İşte sol, Rusya-Ukrayna (ABD/Batı/NATO) krizine bir kez daha buradan, kendi aklı ve ilkelerine güvenerek ve emperyalizm üzerinden bakınca, doğrudan emperyalizmi mahkûm edince, başta sola sözünü ettiğim ideolojik girdiyi yapmaya çalışan kesimler olmak üzere, liberali, milliyetçisi, İslamcısı, hatta bir kısım sosyal demokratı, koro halinde “Rusçuluk” türküsünü söylemeye başladılar.
Sol, meseleyi “hür dünya” ile “despotizm” arasındaki bir kavga olarak okumayı da, “yaşlanan bir diktatörün son çılgınlığı” olarak görmeyi de reddetti; fakat bunu yaparken Putin’den anti-emperyalist bir direnişçi, Putin Rusya’sından emperyalizme karşı savaşan bir ülke çıkarmak gibi işlere de girişmedi.
Ancak sözünü ettiğim koroya bu yetmedi; solun Putin’in ve Putin Rusya’sının ne olduğunu söylemesi yeterli değildi, soldan Ukrayna vesilesiyle Amerikancılığa, NATO’culuğa, “hür dünya”cılığa mutlak biat talep ediliyordu ve bunun kabul edilmeyeceği görülünce işte bu Rusçuluk, Putincilik sopası sallanmaya başladı.
Türkiye soluna “siz Rusya’yı hala sosyalist sanıyorsunuz” şeklindeki bütünüyle uydurulmuş bir argümanla saldıranlar, aslında kendileri Rusya hala sosyalistmişçesine hareket ettiler ve Sovyetler Birliği ile bugünkü Rusya arasında bir devamlılık ilişkisi olduğunu öne sürerek mayalarındaki antikomünizmi bir kez daha toplumun üzerine boca etmeye çalıştılar.
Bu noktada şunu çok net olarak söylemek gerekiyor: Türkiye’de bırakın solun “Rusçuluğunu”, ciddi bir Rusya etkisinden dahi söz etmek mümkün değildir. Rusya’nın Türkiye’de okulları, akademisyenleri, kanaat önderleri, devasa şirketleri, markaları, burs mekanizmaları, askeri üsleri, ciddi bir lobisi yoktur ama bu saydıklarımın hepsini de içeren bir Amerikan varlığı, bu varlıktan kaynaklı bir Amerikan etkisi ve ciddi bir Amerikancılık on yıllardır hüküm sürmektedir.
Zaten sola yönelik basıncın altyapısı da buradan kaynaklanmaktadır; bugün Türkiye’de Amerikancılık ve buna paralel bir şekilde NATO’culuk, düzen siyasetinin bütün aktörlerinin, sermayenin, akademinin, düşünce dünyasının, medyanın başat, hegemonik ideolojisidir ve ne kadar güçlü olduğu son yaşananlarla birlikte bir kez daha ortaya çıkmıştır. Türkiye Amerikancılığın merkez üslerinden biridir ve bu üste çok sayıda kişi “istihdam” edilmektedir.
Öyle ki bu istihdam edilen zevat, bir yandan “iyi ki NATO üyesiyiz” diye slogan atarken, “NATO üyesi olmasak biz de Ukrayna’nın durumuna düşebilirdik” diye “analiz”ler yumurtlarken, Türkiye’deki Amerikan/NATO üslerinden tutun da geçmişte ABD’nin gerçekleştirdiği sayısız işgale karşı tek bir eleştirel tutum sergilememişken, Türkiye soluna “postal yalayıcı” dahi diyebilmektedir.
Dün Afganistan işgaline dâhil olanların, Irak işgali öncesi “at pazarlığı” yapanların, Suriye sınırında kurulan CIA kamplarında cihatçı yetiştirenlerin, Yemen’de soykırıma girişenlerin peşinden gidenlerin, bunların adamı olanların, bugün barıştan söz etmeleri ve solu savaş yanlılığıyla, militarizmle, barış istememekle itham etmeleri sahtekârlıktan başka bir şey değildir.
ABD ve NATO’nun genişleme politikalarına tek laf etmeden, Yunanistan’a, Bulgaristan’a, Polonya’ya, Romanya’ya son birkaç yıldır yapılan yığınağı görmeden, Rusya’ya yönelik çevreleme politikasını dillendirmeden savaş karşıtlığı yapmak da bu sahtekârlığa dâhildir.
Ve elbette NATO’yu Kanarya Sevenler Derneği gibi sunmak, onun sadece ve sadece bir savunma örgütü olduğunu, üyeliğin gönüllülük esasına dayandığını, üye devletler arasında eşit ilişkiler bulunduğunu söylemek de bu sahtekârlığın bir parçasıdır.
Ve belki de en büyük sahtekârlık, NATO’nun demokrasinin teminatı olduğu yalanın koro halinde söylenebilmesidir. Oysa NATO, bünyesindeki Glaido ile on yıllar boyunca hem Avrupa hem Türkiye’de “derin” operasyonlar düzenlemiş, suikastlara, kitle katliamlarına imza atmıştır.
Türkiye’de 1960’lı yılların ortasından itibaren başlayan toplumsal uyanışa karşı yürürlüğe konulan operasyon, Gladio’nun ve içerideki uzantılarının eseridir. 70’li yıllardaki gazeteci, yazar, akademisyen cinayetlerinden tutun da Maraş katliamına, 12 Mart’tan tutun da 12 Eylül’e uzanan bir genişlikte ABD/NATO ve legal/illegal uzantıları, bu ülkeye, bu halka karşı çok kanlı, çok kirli bir savaş yürütmüştür.
Bunlara dair söyleyecek tek sözü olmayanların kendilerini demokrat ilan etmeleri de bugün yaşananları demokrasi ile diktatörlükler arasındaki bir savaş olarak göstererek solu diktatörlükler safında konumlandırmaya dair uğraşları da bir kez daha söylemiş olalım, büyük, çok büyük bir sahtekârlıktır.
Bugün Rusya-Ukrayna savaşı da dâhil, dünyada yaşanan eşitsizliklerin, adaletsizliklerin, krizlerin, savaşların gerisinde uluslararası bir sistem olan kapitalizm ve onun işleyiş biçimi olarak emperyalizm vardır.
Sadece ve sadece kâr elde etmek ve bir grup azınlığın çoğunluğun yoksullaşması sayesinde zenginleşmesi üzerine kurulu bir sistemin artık insanlığa savaşlardan, krizlerden, çevre felaketlerinden başka verebileceği hiçbir şey kalmamıştır.
Bugün Türkiye’de AKP-sonrası konuşulurken, daha şimdiden, Türkiye toplumuna kapitalizmden başka bir alternatif sunulmasının, emek hareketinin ve sosyalist siyasetin etkin bir özne olmasının yolu kapatılmak istenmektedir ve işte son günlerde yürütülen sol düşmanı kampanya, biraz da bununla ilgilidir.
AKP-sonrası Türkiye’de düzeni restore etme arayışının akıl hocalığına soyunan networkle, fırsat bu fırsat diyerek sola saldıran ve onu emperyalizmin, ABD’nin, NATO’nun arkasında hizalandırmaya çalışan networkün aynı elemanlardan oluşması basit bir tesadüf olarak görülebilir mi?
Türkiye’nin büyük kırılma anlarında solun rızasının alınması ya da sindirilmesi adeta bir toplumsal yasadır, bunun için ise her türlü araca başvurulur. Bugünkü saldırı her şeyden önce bununla ilgilidir; bu saldırıyı göğüsleyebilen bir sol, AKP-sonrası Türkiye’nin etkili öznelerinden, güçlü aktörlerinden biri olma şansını da elinde tutacak demektir."