Metris Unutulamaz, Unutturulamaz!“

Hamburglu Yazar Süleyman Deveci Metris Askeri Cezaevi Tutsaklarından Mustafa Kumanova ile bir söyleşi gerçekleştirdi:

Süleyman Deveci: - Sözcük olarak „Metris“ lafını duyunca neler hissediyorsunuz? Kavram olarak bu laf sizde neleri çağrıştırıyor?

Mustafa Kumanova: - Günümüzle o yılları kıyaslama ihtiyacını hissettiriyor. 12 Eylül darbe yıllarını, ağır baskı ve zulmün yaşandığı günleri ama bir o kadar da devrimcilerin direnişlerinin, umudu karartmamanın, geleceğe ve devrim davasına olan olan inancın korunması, savunulması, kollanması kavgasını bende çağrıştırıyor. Günümüz siyasi idaresi 12 Eylül‘den daha karanlık, daha beter, kanlı ve kapsamlı. Uygulanan mevcut poltikalarla her türden toplumsal muhalefetin sesi kısılmak, soluğu söndürülmek isteniyor. Bunda oldukça da başarılı oldular. Genel olarak baktığımızda toplumsal muhalefetin cılız ve zayıf olduğunu görüyoruz. Bunu söylememdeki amaç adeta o dönemin Metris‘ini bugün toplumun geneline yaymak için harıl harıl çalışıyorlar. Ben siyasiyimi bırak insanım diyen buna izin vermez, bu uygulamaları kabul etmez.

- Metris Askeri Cezaevi‘ndeki ilk gününüz nasıldı? Neleri hatırlıyorsunuz?

- Bahar aylarıydı. Hasdal Askeri Cezaevi‘nden bir grup mahkum arkadaşla Metris‘e getirildim. Bizi gruplar halinde havalandırmada toplayıp dizdiler. Üsteğmen Yalçın Demirel diye bir astsubay bize nutuk atmaya başladı. İşte asker nasıl güçlü, biz nasıl zararlıyız, devlet bizi nasıl ezdi gibi. 12 Eylül idaresine göre bir bütün olarak bizler, siyasi tusaklar olarak değil asker olarak görülüyorduk. İşte bunlar polis katili, asker katili diye meğer arkada erleri önceden doldurmuş. Oracıkta bizi altılı gruplar halinde birbirimizden ayırdılar. Gruplar tek tek içeri alındı. İçeri girildiği anda grubu da tek tek ayırıyorlardı. Her grubun başında bir çavuş vardı. Beni artık gözüne kesmiş. Bakışlarımız karşılaştı. Ben de o günlerin saflığı ile gülümsedim. Gülmemden rahatsız olmuş, „komik olan ne?“ diye sordu. Bende bana komik geldiğini söyledim. „Çırılçıplak soyun!“ dedi. Bugüne kadar işkencede bile böyle bir şeyle karşılaşmamışım. Bana oldukça ters ve garip geldi. Hastir çekip elimle ittim. Birden 10-15 asker başıma üşüştüler. Döverek beni çırılçıplak soymaya başladılar. „İskele“ denilen işkence yöntemini uyguladılar. Kol ve bacaklardan birkaçı tutuyor, ayaklarınızı yerden kesiyorlar, bir diğeri de bıkıp usanana kadar dövüyor. Beni yoruluncaya kadar dövdüler. Yığılıp kaldım. Kalkıp esas duruşa geçmemi istediler. Ayağa kalkınca çavuşun suratına tükürdüm. Bunlar bana bir daha giriştiler. Bir saat daha bıkana kadar beni dövdüler. Sonrasında da „Bağımsızlar“a gitmek isteyip istemediğimi sordular. Bağımsızlarla direnmeyen siyasileri kastediyorlardı. Tabii böylesi dayaklı hoşgeldin karşılamalarından sonra „Bağımsızlar“a gidenler de oldu. Genel yaklaşımları işte bizler sizden üstünüz, güçlüyüz, sizler siyasi varlıklar değil askersiniz biçimindeydi diye kabaca özetlenebilir.

Metris Askeri Cezaevi resmi olarak 17 Nisan 1981 tarihinde açıldı. Bizler buranın ilk tutsaklarıydık. Metris‘in ilk koğuşu D4‘ü biz açtık diyebilirim. Yarı ölü yarı baygın gibiydik bizi koğuşa verdiklerinde. Ama devrimci marşlar ve türküler söylüyorduk. Böyle attılar bizi koğuşa. Yarım saat kadar sonra bir tepsi börek getirdiler. O böreği 15-20 kişi kendi aramızda bölüşüp paylaştık. Bu arada işkence seansları devam ediyordu. Cezaevi Konseyi‘nce açlık grevi yapma kararı alınmış, bu karara Devrimci Yol‘da uymuştu. Bizlerde böylelikle o böreklerden sonra 17 günlük Açlık Grevi‘ne orada başladık. Taleplerimiz oldukça insani ve sıradan taleplerdi aslında, bunlar işkence yapılmaması ve bizlere kitap verilmesiydi.

Bilindiği gibi 12 Eylül işkencecilerinin en meşhurları, ceaevleri nezdinde demeliyim, Mamak‘ta Raci Tetik, Diyarbakır‘da Esat Oktay Yıldıran ve Metris‘te Binbaşı Adnan Özbey idi. Özbey bunlar en tecrübelilerdi denilebilir, zira adam 12 Eylül öncesinden Davutpaşa Cezaevi‘nde bulunmuş, bahsi geçen konuları nasıl uygulamaya koyacağıyla uğraşmış, nice tecrübeler edinmiş, o gün de Metris‘te aynı kafayla nasıl yürürlüğe koyabileceği ile uğraşıp duruyordu. Kendi tabirleri ile Binbaşı Metris‘e devrimcileri adam etmeye, siyasileri teslim almaya gelmişti. Bizim açlık grevine girmemiz oyunları bozdu. 17 gün boyunca bizi hergün tek tek koğuşun dışına çıkartıp işkence fasıllarından geçirdiler. Sadece iki şey istiyorlardı bizden, esas duruşta durmak ve komutanım, demek. Yani aynı bir asker gibi davranmalıydık. Tutsakların siyasi kimlik ve kişiliklerimiz yokmuş, onlar gibi üniformalı askerlermişiz gibi bizi görüyorlardı. Bizler de doğal olarak siyasi kimliklerimizi korumak istiyorduk, bu uygulamalara karşı geldik. Kişisel olarak ben de direnişe katılmam gerektiğini gördüm. O an sen bir insansın yalpalayabiliyorsun. Onca dehşet saçan sahneleri bizzat yaşamak kolay değil. Gidip gelmeler oldu haliyle.

- Peki Metris‘deki son gününüz nasıldı, son güne dair neler söyleyebilirsin?

- 12 Mart 1986 gününde duruşmamız vardı. Avukatım Kemal Keleşoğlu birkaç gün öncesinden mahkeme günü için ziyaretime gelmişti. Bana birkaç arkadaşımla birlikte tahliye olacağımızı söyledi. Tabii o günün koşulları, idamdan yargılanmış ve ceza almışım vesaire göz önünde bulundurulduğunda buna ihtimal vermedim, yani avukatıma inanmadım açıkçası. Kendi kendimi daha çok uzun yıllar içeride yatacağıma inandırmıştım. O gün mahkeme salonuna duruşmamız için çıktık. O güne kadar mahkemeye tek tip elbise giymediğimiz için çıkartılmamıştık. Mahkemeye çıkartılmama cezası almıştık. Ben de mahkememin birinde üzerimdeki tek tip elbiseyi yırttığım için ceza almıştım. O gün savcı, arkadaşlarımın ve benim tahliyemi istedi. Tahliyemiz böylelikle kabul edildi. Tabii hepimiz şaşırdık, sevindik, üzüldük. Karmaşık duygu ve düşünceler içerisindeydim. Ailemden altı yıldır kopuktum. Onlar da mahkeme salonunda izleyiciler bölümünde tahliye kararını duydular. Onlar da sevindiler. Mahkeme zaten cezaevinin içerisindeydi, akabinde bizi oradan koğuşa C23‘e götürdüler. Şaban İba arkadaşımız vardı. O dedi, „haydi havalandırmaya son kez çıkalım!“ Çıktık havalandırmaya. Biz o tahliye kararının sevincini hep beraber yaşarken askerler tek tek adlarımızı okudu. Şaşırıp korktuk. Zira genel uygulama, birinin tahliye kararı verildikten sonra ancak birkaç gün sonra bırakılmasıydı. Bunun yanı sıra oradan doğruca Gayrettepe Polis Merkezi‘ne yeniden sorgulamalara yani işkenceye gönderiliyorlardı. Gelenektir tahliye olan eşyalarını arkadaşlarına bırakır. Ben de bir ceketimi aldım, tam da düşündüğüm gibi oldu. Bizleri Metris‘den Gayrettepe I. Şube‘ye götürdüler. Basit bir sorgu dahası gözdağı vardı, işkence yoktu. Nutuklarından sonra bizi alt kattaki hücrelere attılar. Orada o gece kaldık. Sabahleyin de bizleri tek tek ayrı polis ekip arabalarına bindirip dağıttılar. Ben Sefaköy‘de oturuyordum. Semt karakoluna imza atmam gerekiyormuş, hem de o gün. Gayrettepe‘den tam çıkmak üzereydik ki, ekip arabasını biri yumrukluyordu. Rahmetli babam dur işareti yaptı. „Ben de ekibe binip sizlerle gelmek istiyorum!“ dedi. Onu da aldılar arabaya. Babamla bu arada sarıldık birbirimize. Annem de arkamızdan bir akrabanın taksisi ile geliyordu. Sefaköy Karakolu‘na geldik. Orada imza attım bir takım evraklara. 25 yaşımda olduğum için bu defa da benim askerlik sorunum çıktı. Beni hemen oracıktan askerlik şubesine gödereceklerini konuştular. Babam tedbirli gelmiş meğer, bunların da ciğerini biliyor. Beni de hemen askere göndermek istemiyor. Komiseri bir köşeye çekti, biraz para verdi. Böylelikle işlemlerim yeniden yapıldı ve askerlik durumum bir süreliğine uzatıldı. Oradan da serbestsin, çıkabilirsin dediler. Çıkışta aileme kavuştum.

- Neden Metris‘e düştünüz? Suçunuz dahası suçlanmanız neydi? Yani hangi sebepler sizi askeri bir cezaevine getirip bıraktı?

- Ben ilkokul mezunuyum. Türkiye‘nin o günkü koşulları, genel siyasi ortamı normal hayattaki hemen herkesin politikleşmesinin önünü açıyordu. Ben mizaç olarak küçüklüğümden beri her zaman haklıdan, mazlumdan, ezilenden yana oldum. Hep güçlünün ve otoritenin karşısındaydım. O dönemde sivil faşist örgütlenmelerin merkezi Küçükçekmece idi. O zamanlar meşhur kontrgerillacı ve işadamı Murat Bayrak‘ın Sancak Tül Fabrikası bizim mahalledeydi. Bu şahıs o dönem kontrgerilla yapılanmasının önemli ve karanlık şahıslarından biriydi. Sancak Türk Komandoları diye bir grup serseri, berduş, çakal biraraya gelmiş sağa sola saldırıyor, adam dövüp yaralıyor, bazen de öldürüyorlardı. Bu saldırganlıklarıyla çevreye nam salmışlardı. Çocuktum, bir şey yapamıyor ama içten içe kızıp öfkeleniyordum. Arkadaşlarımın da benim de bunlara antipatimiz vardı. O dönemde mahallelerde halkevleri vardı. Buralarda biri diğerinden farklı çalışma yapan siyasi yani devrimci gruplar vardı. Bunları görüp tanıdık ama pek kendimize yakın hissetmedik. Bir süre sonra Devrimci Yol buralara gelince kendimizi onlara daha yakın gördük. Böylece siyasallaşma ve örgütlenme sürecimiz başladı diyebilirim. Öyle çok teorik konularda yetkinleştiğimizi söyleyemem ama günlük antifaşist mücadele içerisinde pratiğin dayattığı ödev ve sorumlulukları yerine getirerek yetkinleşiyor, şekilleniyorduk. Ben atak biriydim. Doğal olarak bu komandolara, sivil saldırgan azmış faşistlere karşı verilen kavgalarda hep ön sıralarda oluyordum. Yüz yüze, göğüs göğüse bir mücadeleydi genelde bu kavgalar. MHP‘li faşistler Sancak komandoları mahalleliye saldırıyor, bizler de kendimizi savunuyorduk.

Bu türden kavgalar, saldırılar, savunmalar günlük olağan olaylardı. Birgün yine bu MHP‘li faşistlerce yapılan bir saldırı sonrasında benim adımı saptamışlar. „Arnavut Mustafa“ diye kaydımı düşmüşler. Sonrasında aranmaya başlandım. Hergün eve polis baskın yapıyor, gözaltı, işkence bizim evde gündem. Bizler bu koşullar altında mücadele verirken 12 Eylül Amerikancı askeri faşist cuntası gerçekleşti. Bir kaç ay sonra da Kasım 1980‘de yakalandım. Önce Florya Polis Koleji‘ne, oradan da İstanbul Gayrettepe‘ye getirildim. Bu polis dahası işkence merkezinde 48 gün işkencede kaldım. Sonra çıkartıldığım savcılıkta tutuklanmama karar verildi. Selimiye Askeri Cezaevi‘ne bir grup tutukluyla gönderildim. Kapıdan girer girmez teslim alma operasyonu uyguluyorlardı. Ben her zamanki gibi gülüyordum. Sonradan öğrendim genelde MHP‘lileri çavuş yaparlarmış. Biri bana kafayı taktı, „ne gülüyorsun, birazdan görüşürüz!“ diyerek sataşmaya başladı. İçeri girince de „memlekete karşı domal!“ dedi. Zoruma gitti. Bunu herkese yapıyorlardı, kimine komando dansı yaptırıyorlar, kimine de böyle bir hakaret. Dediklerini yapmayınca ilk seans başlıyordu. Orada ciddi anlamda bir tavır koyabildiğimizi söyleyemem. 48 gün sonra İstanbul‘da diğer cezaevleri tıka basa dolu olduğu için bizi Hasdal Askeri Cezaevi‘ne gönderdiler. Burada 7-8 ay kaldım. Oradan da bir grup tutukluyla Metris‘e gönderildim.

- Gayrettepe‘de 48 gün kaldım dediniz. O 48 günde neler yaşadınız biraz bahseder misiniz? Size yapılan işkencelere de değinebilir misiniz? Kimdi bunlar, ne istiyorlardı?

- Gayrettepe bir anlamda 12 Eylül cuntasının İstanbul'daki işkence ve insan kaybetmeler üzerine merkeziydi. Konuya ilişkin, genel olarak işkencelerden daha çok benim bulunduğum dönemde kaybedilen Hayrettin Eren (Kemal) arkadaşımızın halen cesedinin bulunamamış olması benim için her zaman derin bir yaradır. O sıralar Florya Polis Koleji‘nden Gayretepe'ye getirildiğimde, beni doğrudan hücreye atmadılar. Gözlerim kapalı şekilde beni bir zincirle duvara bağladılar. Arkamda da Devrimci Sol davasından bir kadın arkadaş benim zincirime bağlıydı. Karşımda ise, o da zincire bağlı şekilde, TİKB davasından Kenan Güngör vardı. Yan tarafımda da Partizan davasından İsmet Çolak bulunuyordu. Biz orada tüm siyasi mahkumlara yapılan işkenceleri duyuyorduk. İster istemez bunlar sizi etkiliyor ve hırpalıyordu. Bununla birlikte, Devrimci Sol‘dan kadın arkadaşa sürekli bir biçimde "Kemal nerede?" diye sorarak işkenceli sorgu yapıyordular. O da "Bilmiyorum," diyordu. Ancak iki üç gece sonra polisler içeriye sevinçli bir şekilde "Kemal yakalandı," diyerek girdiler. Ben (Kemal‘in) Hayrettin Eren olduğunu sonradan öğrendim. Daha sonra da beni hücreye atmışlardı. Orada Devrimci Sol davasından Karagümrük gurubu vardı. Ben onlara yakalandığını söyledim. Ama onlar da zaten öğrenmişlerdi. İlerleyen günlerde Hayrettin Eren bir türlü ortaya çıkmadı. Bunun üzerine biz kaybedildiğini anladık. Bu durum üzerine yargılandığım mahkemede suç duyurusunda bulundum. Ne yazık ki, bugün bile Hayrettin Eren ve kayıpların akıbetlerine ilişkin bir bilgi yok. Gayrettepe'ye ilişkin söyleyeceklerim bu kadar. 12 Eylül cuntasının işkence merkeziydi.

- Peki hakkınızdaki suçlamalar ne oldu? Dava nasıl sonuçlandı, siz ne kadar yattınız?

- Savcılık hakkımda işkenceler altında alınan ifadeler ve yalancı tanık ifadeleriyle birleştirilerek idam suçlamasıyla iddianame hazırlamıştı. Bu yüzden idamla suçlandım ve yargılandım. 13 yıl 4 ay ceza almıştım. Turgut Özal döneminde çıkan kısmi infaz yasası kapsamına girdiğim için de zamanı geldiğinden dolayı erken tahliye edildim. Yaklaşık olarak altı yıl kadar cezaevindeydim. Bunun çoğunluğu Metris Askeri Cezaevi‘nde geçti. Birazı da Hasdal ve Selimiye de.

- Yıllar sonra Avrupa‘dan, Hamburg‘dan geçmişe, Metris‘e bir göz attığınızda bize neler söylemek istersiniz? Bugün Metris size nasıl gözüküyor?

- Genelde Türkiye cezaevleri denilince ilk akla gelenler Diyarbakır, Mamak ve Metris‘dir. Bizler Metris‘de çok ağır bir dönemden geçtik. Metris unutulamaz, unutturulamaz. Orada çocukluğumuz, gençliğimiz geçti. Hastalandık, öldük. Nice kayıplar, devrim şehitleri verdik. Düşenler oldu, kalkanlar oldu, direnenler oldu. Metris bugün benim için sadece bir onurdur. Tarihin o karanlık dönemlerinden birinde şanlı şerefli bir direnişin sembolüdür. Benim de şeref duyduğum kişisel geçmişimdir.

Tabii siyasal mücadeleyi bugün çok daha farklı değerlendiriyorum. Mesele siyasi ideolojik hareketlerin kendilerini yenileyememelerinden kaynaklanıyor. insanlar örgütsüz kaldıkça savruldular. Biraz hayat tecrübeleri olan, biraz siyasi deneyimleri olanlar ayakta kaldılar. Bir başına da kalsalar, tek de olsalar inançlarından vazgeçmediler. Ben 1997‘de Türkiye‘yi terkettim. Aynı sorunlar ben geldiğim dönemde memlekette de vardı. Geçmişe ben eleştirel bakılması gerektiğini düşünüyorum. Bunu başaramıyor, nedense beceremiyoruz.

Metris‘in direniş ruhu ben de tabii ki devam ediyor. Ben Devrimci Yol geleneğinden geliyorum. 1990‘lı yıllarda hareket içerisinde kamuoyuna da mal olduğu gibi büyük ve köklü tartışmalar oldu. Arkadaşlarla yollarımız ayrıldı. Ahmet Akif Yücek, bir grup arkadaşım ve ben yollarımızı ana akımdan 1993 de ayırıp farklı bir çalışma içerisine girdik. Devrimci Gençlik ve Özgürlük adında legal dergileri çıkartmaya başladık. Bizim ana hareket noktamız 1990‘lı yılların acımasız gelişmelerine kendimizce sessiz kalmayı reddeden bir tavır aldık. Türkiye‘deki siyasal gelişmeler karşısında değişen gündemi yakalamayı, sosyalizmin sorunlarına değinmeyi, siyasi problemleri ve örgütlenmeyi tartışma gibi benzer siyasi faaliyetlerimizi bu yayınlarda devam ettiriyoruz. Ben Metris‘in enerjisi olmadan bunlara değinemez, bu kadar yol katedemezdim. 1995 yılında devlet güçlerince aranmaya başladım. Bir grup arkadaşım yakalandılar. Ben de 1997‘de faaliyet alanlarıız daralınca ve yakalanacağımı anlayınca uzun uzun düşünüp tarttıkdan sonra Avrupa‘ya gelme kararı aldım.

İçimdeki, kafamdaki devrimci direnişçiliği sürdürmeyi, devam ettirmeyi sadece belli bir yer veya ülke ile sınırlandırmadım. Devrimcilik bulunduğun her yerde, her alandadır. Burada kendi imkanlarım ölçüsünde siyasi hayatıma devam ediyorum. Siyasi açıdan nasıl düşünüyorsam yine öyle de yaşıyorum. Örgütlenmenin tepeden değil, insanların bulundukları her alanda aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşmesi neticesinde devrimin ancak örgütlenebileceğine inanıyorum. Aksini 1990‘lı yıllardan beri tekrar tekrar deniyorlar ama tutmuyor.

- Metris demek direniş demek. Biz böyle duyduk, bununla büyüdük, gurur duyduk, üzüldük, sevindik. Metris direnişleri, özellikle süresiz açlık grevleri ve ölüm oruçları dönemleri ile ilgili neler söylemek istersiniz?

- Metris'e ve direnişe ilişkin bugüne kadar çok şey okudum ve dinledim. Metris unutulamaz, unutturulamaz. Bu konuyu cevaplarken hatırladığım kadarıyla direniş üzerine genel bilgileri aktarmaya çalışacağım. Daha açık belirtmek gerekirse fraksiyoncu bir değerlendirme yapmayacağım. Genel anlamda 12 Eylül yenilgisinden sonra kolektif bir tarif ve de değerlendirme yapabildiğimiz söylenemez. Bundan dolayı da her kişi ve gurup kendi tarihini yazıyor. Bunu doğal ve normal buluyorum. Ancak cuntaya karşı başta cezaevleri ve dışarıdaki mücadele olmak üzere, direnişi bir teslimiyet ya da ihanet olgusuna indirgeyen bir bakış açısıyla yapılan değerlendirmeleri doğru bulmuyorum. Burada konumuz cezaevleri olduğu için, ben sorunuza cevabımı cezaevleriyle sınırlı tutacağım.

Bana göre devrimciler faşist cuntaya karşı, başta Diyarbakır, Mamak ve Metris olmak üzere ciddi bir direniş ve ayakta durma mücadelesi örneği olmuşlardır. Elbette eksikler, yanlışlar, hatalar ve düşüp kalkmalar yaşandı. Ama hiç bir zaman devletle uzlaşma olmadı. Bundan dolayı da Türkiye cezaevlerindeki cuntaya karşı direniş bizlerin tarihidir.

Metris 17 Nisan 1981'de açıldı. Oraya giren ilk tutsaklar Alemdağ, Davutpaşa ve Sultanahmet Cezaevlerinden getiriliyorlardı. Burada Binbaşı Adnan'ın nezaretinde ağır işkencelerden geçiriyorlardı. Bunun üzerine devrimciler burada hiç bir yaptırımı kabul etmediler. 19 günlük bir açlık grevine gittiler. Bu açlık grevinin sonucu anlaşmaya varılıyor. Bu anlaşma da biz ikinci gurup gelene kadar sürüyor. İdare bizim gelmemizle birlikte anlaşmayı bozdu. Yukarıda  bizim gelişimizi anlatmıştım.

Metris başından beri işkence, baskı, itirafa zorlama ve direnişin ocağı olmuştur. Neler yaşanmadı ki; su kesme cezaları, çay cezaları, kitap gazete cezaları. Tamamen keyfi uygulamalar. Bir de başka bir yönü de, her gelen yeni müdür Metris'i bitirmeye geliyordu. Binbaşı Adnan bizi teslim alamamıştı. Onun yerine Binbaşı Fehmi Koçhisaroğlu (biz ona Bokkaso derdik) gelmişti. Onun ilk icraatı, yazın ortasında "ceket giyeceksiniz, düğmelerinizi ilikleyeceksiniz" olmuştu. Biz de bunun üzerine ceketlerimizi giyiyorduk, ama düğmelerimizi iliklemiyorduk. Ardından her sayımda bizim "kıç falakası" dediğimiz işkence pantolonlarımız indirilerek uygulanıyordu. Bu durum bayağı bir sürdü. Bokkaso'da başarılı olamayınca onun yerine Yüzbaşı Ömer Kavlak diye birisi geldi. O da, askeri yaptırımlara uymamızı sağlamak için, bizlerin üzerinde akla gelebilecek her türlü işkence yöntemini denedi ve sonunda başarılı olamayarak gitmek zorunda kaldı.

Bütün bu olaylar olurken ülkede de bir takım gelişmeler yaşanıyordu. Demokrasiye geçme ve seçim tartışmaları eşliğinde partiler kuruluyordu. Ama aynı zamanda cezaevlerinde saldırıların en üst noktaya çıktığı bir döneme de giriyorduk. Bu döneme özgü bir müdürü, Binbaşı Muzaffer Akkaya‘yı cuntacılar yeni müdür olarak atadılar. Büyük ihtimalle de kontrgerilladan idi. Bu aynı zamanda Tek Tip Elbise‘ye doğru yol alan sürecin de başlangıcıydı. Bu dönem envayi çeşit insanlık dışı saldırıların olduğu dönemdir. Her türlü elbise, ayakkabı ve giyecek toplanıyordu. Yanlızca eşofmanlarla idik. Kısa bir süre sonra eşofmanlar da alındı ve pijamalarla kaldık. Görüş, avukat ve her türlü haberleşme yasak. Böylesi bir sürece doğru yol alırken tartışmalı 1983 açlık grevi (AG) başladı. Buna tüm guruplar katıldılar. Aynı zamanda TTE ilişkin tartışmalar da yaşanıyordu. Kimi, "TTE giymek mavi kefendir," diyor, kimisi de "Brest-Litovsk anlaşmasını, NEP planını" örnekleyerek cezaevleri direnişlerine nasıl baktıklarını anlatmaya çalışıyordu. Biz ise cezaevleri mücadelesini bir alan mücadelesi olarak görmediğimizi, ancak "mücadelenin bir parçası" olduğunu söyleyerek kendimizce bunun altını doldurmaya çalışıyorduk. Bunun için biz ve bir kaç gurup fiziki direnişi temel almıştık. Ben bugün de cezaevleri mücadelesini bir alan mücadelesi olarak görmüyorum. Mücadelenin zorunlu bir parçasıdır. AG ve direniş ile birlikte böylece saldırıların yöntemleri de değişiyordu. Gece hiç beklemediğin bir saatte koğuşlar  talan edilerek değiştiriliyor ve mahkumlar darp ediliyordu. Dışarıya havalandırmaya çıkıldığında soğukta kollarımız zincirle bağlı bekletiliyorduk. Mahkeme gidiş ve dönüşlerde kollarımız arkadan bağlı don, atlet havalandırmada bekliyorduk. Tuvalete götürülmüyorduk. Bu dönem haliyle dökülmelerin yoğun yaşandığı bir dönemdir. İtirafçılığa gitmeler de yaşanıyordu. Önder düzeyde arkadaşlarımız tecrite alınıyordu. Kimisi Davutpaşa, Kartal gibi askeri cezaevlerine götürülüyordu. Bu arada AG üzerine yaşanan tartışmalar sonrasında, biz de dahil olmakla birlikte, bir çok gurup AG'yi bıraktı. Ancak Devrimci Sol, TİKB, ve DHB gibi guruplar AG'yi ölüm orucuna dönüştürdüler. Bunlar yaşanırken Sağmalcılar L-Tipi cezaevi açıldı. TTE direnişini kırmak için benim de içinde olduğum bir çok arkadaşımı bu cezaevine gönderdiler. Amaç direnişçileri parçalayarak direnişi kırmaktı. Benim edinmiş olduğum tecrübe, cezaevleri direnişlerinin başarılı olabilmesinde kitlesellik çok önem taşıyor.

Sağmalcılar yeni olduğu için çok soğuk ve rutubetli idi. Ayaklarımız üşürdü. Burada bizim tecrübeli mahkum ağbimiz Muzaffer Erbaş vardı. O, diş fırçasıyla eski kazakları söker ve o ipliklerle bizlere ayakkabı ve şapkalar yapardı. Bu koşullar sürerken aniden gene Metris'e getirildik. Aynı zamanda yavaş yavaş yumuşama dönemi de başlamıştı. Kısa bir süre sonra ben tahliye oldum.

Bu söyleşiyi yapabilecek ve ancak hatırlayabildiğim kadarıyla yaşananları anlatmaya çalıştım. Umarım ki, bu anlatımlarım gelecek kuşaklara bir tecrübe olur ve bir etki bırakır. Elbette eksik bıraktığım noktalar vardır.

İnsan bedenine işkence ederek belki insanı yıldırabilir, yıkabilir ve ele geçirebilirsiniz. Ancak gerçeğe işkence edemezsiniz. Gerçeği yıldıramazsınız. Gerçeği yıkamazsınız. Gerçeği ele geçiremezsiniz. Çünkü "Gerçek Devrimcidir!".

- Başınızdan geçenleri yazıya dökmeyi düşünüyor musunuz? Ya da siz „Metris“i yazsaydınız nasıl yazardınız?

- Bunu şahsen çok isterdim. Maalesef solun geçmişine kabaca bir göz attığımızda yaşananları kollektif bir ruhla oturup yazma, değerlendirme sadece 1970‘li yıllarda oldu. Ama bugünlerde nedense yok. Yapamıyoruz. Artık ne gerekçe ararsanız bulabilirsiniz. Yine de herkes, hâlâ kalbinde devrim ateşi olanlar karınca kararınca elinden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyor. Metris‘i yazma konusunda daha önce bana bazı öneriler geldi. Örneğin Hamburg‘da kaybettiğimiz Metin Kürecik arkadaşımla bir röportaja başlamıştık ama bitiremedik. Senden bir teklif gelince arkadaşlarımla konuştum. Onlar da artık böyle bir şey yapmanın, tarihe az çok not düşmenin doğruluğunu gördüler. Ben de yapalım istedim. Ayrıca bu konuda Devrimci Yol direnmedi, teslim oldu gibi suçlamaları haksızlık olarak gördüğümü belirtmek istiyorum. Ben bizim, yani bir bütün olarak devrimci hareketin düzgün bir direniş tarihimizin olduğuna inanıyorum. Direndik ama başarılı olamadık. Ben teslimiyeti, ihanet olayını dahası böylesi tanımlamaları devletle işbirliği yapılmadığı sürece kabul etmiyor, kabullenmiyorum.

- Eklemek istediğiniz son bir şeyler var mı?

Öncelikle bu söyleşi için ve bu konuyu gündeme getirdiğiniz için sizlere teşekkür ederim. Daha önce de soran, söyleşi yapmak isteyen arkadaşlar oldu. Yanaşmadım, ilk defa sizinle bunu gerçekleştirdik. Sohbetimizi sonlarken söyleşimizi Michel Foucault'un bir deyimiyle bitirmek istiyorum. Bizler aşırı-hapsedilmiş bir halkın hapsedilmiş ve işkence görmüş evlatlarıydık. Özgürlük adına her çabamız tutsaklığa dönüştürüldü. Ve özgürlüğün her bir çığlık ve haykırışı hapishanelerin küflü duvarlarında yankı bulmaya devam etti. Ve bugün geldiğimiz noktada o gün olan hiçbir şey değişmiş değildir. Bugün de yaratılan korku imparatorluğunun yönetimi altında hapis tehdidi, çivili bir sopa gibi özgürlük ve demokrasi arayışında olan toplumsal muhalefetin her bir ferdinin tepesine dikilmektedir. İktidarda bulunanların en son demeçleri ne yazık ki bunu kanıtlıyor.

- Teşekkürler

11.03.2019