Gazetecilere Özgürlük – Pressefreiheit für Journalisten in der Türkei”

Gazeteci Adil Yiğit ile Söyleşi

Avrupa Postası”nın sahibi ve Genel Yayın Müdürü Gazeteci Adil Yiğit, son Erdoğan-Merkel zirvesinde düzenlenen basın toplantısında, üzerindeki “gazetecilere özgürlük” yazılı tişörtü ve akabinde yaşanan gelişmelerle dünyanın gündemine oturdu, günlerce Avrupa basınında manşette kaldı. Onunla bu eylemini, gerekçelerini, yıllarca üyesi olduğu HTBB (Hamburg Türk Basın Birliği)ni ve göçmen gazeteciliğinin kalitesini konuştuk.

Süleyman Deveci: “Gazetecilere Özgürlük” ne demek Adil Yiğit’e göre? Gazetecilerin özgür olup olmamaları sizi neden ilgilendiriyor, nereden geliyor bu duyarlılık? Göğsünüzdeki bu ifadenin Almanca-Türkçe yazılmış haliyle bir anda dünyanın gündemine oturdunuz...

Adil Yiğit: Bu ifade sembolik bir söylemdir özünde. Türkiye’de yaşayan insanların genel sorunları, ekonomik, sosyal, kültürel ve toplumsal sorunlarının varlığının yanısıra 150’den fazla tutuklu meslektaşım sözkonusu iken, bunların yanı sıra 180’den fazla kapatılan yayınevi, medya organı ve gazeteler mevcut iken, kayyum belasıyla her alternatif yapıya keyfiyen el konulup nice haklar ve temel özgürlükler gasp edilirken, bir basın mensubu olarak insan nasıl susar, bunların hepsini nasıl kabul eder? Basın her demokratik toplumun nefes borusu gibidir. Nasıl insanlar nefes almadan yaşayamazlar ise toplumlar da basın olmadan yaşayamazlar. Toplumlar düşünce ve ifade özgürlüğü olmadan gelişemezler. Demokratik hak ve özgürlüklerin bizim gibi ülkelere kıyasla daha yerleşip oturduğu toplumlarda basın ne kadar özgür ise kültürel ve ekonomik zenginlik eş orantılıdır. Baskıcı ve yasakçı zihniyetin egemen olduğu toplumların geri kaldıkları ortada. Türkiye’de yaşananlar da ortada.

TİŞÖRTTE 'GAZETECİLERE ÖZGÜRLÜK' YAZIYORDU

Şimdi bütün bunlar olup biterken ben bırakalım sıradan bir gazeteci olmayı herhangi bir vatandaş olarak dahi üzülüyorum, sorumluluk bilincim bana bir şeyler yapmam gerektiğini vicdanıma, kalbime, ruhuma söylüyor. Ben de bu 'Gazeteciler Özgürlük' tişört ile sadece fotoğraflarımı çekerek Türkiye'deki gazeteciler üzerindeki sistematik olarak sürdürülen devlet baskısına dikkat çekmek istedim. Bağırıp çağırmadım, slogan atmadım, kimseyi rahatsız etmedim. Yaşanan haksızlıkları ve zulmü sembolize etmek istedim. Türkiye’de “Saray Basını” dediğimiz çevreler Alman Başbakanlığı’ndaki düzenlenen ortak basın toplantısını bilerek provoke ettiğim yönünde iftiralarla çarpıtma yoluna gittiler. Ben o ifade ile özel olarak sadece solcu, Kürt, Alevi veya eleştirel diye tanımlanan muhalif gazetecileri kastetmedim. Bu mesleğe ait, mevcut sistemin kurbanı olmuş tüm gazetecilerin o gün sesi olmak istedim. Türkiye'de yayımlanan Saraya bağlı icazetli basının önemli bir kesimde „Can Dündar gelmedi, tetikçisini gönderdi“ şeklinde yazılan haberleri üzülerek okudum. Aslında onu yazan gazeteciler de günün birinde bu baskıların kurbanı olabilirler. O anlamada „Gazetecilere Özgürlük“ tişörtü onları da kapsamaktadır. O yandaşlık yapmakta inat edenlerin de yarın ne olacakları, gelecekte başlarına nelerin geleceği bilinmiyor. Buna somut örnek ise Gülen Cemaati üyesi gazetecilerin durumudur. Saraya bağlı gazeteciler bunu neden düşünmezler anlayamıyorum. Yani aldıkları emir ve talimatlarla habire ona buna saldırıyorlar. Neresi işaret ediliyorsa kinlerini o istikamete doğru kusuyorlar. Sadece bu örnek bile basının %95’inin sarayın emrinde olduğunu kanıtlamaya yeter.

MERKEL'İN SESSİZ KALMASI İKİ YÜZLÜLÜKTÜR

Erdoğan hakkımda daha sonra Türkiye’ye döndüğünde “ahlaksızın biri”, “sözde Türk” gibi ifadelerle şahsımı kastederek hakaretlerde bulundu. Bir ülkenin cumhurbaşkanı bu sözleri söyleyen. Ne demek “sözde Türk”? Kimin Türk veya başkası olduğuna da mı o karar verecek? Her işe karıştığı yetmedi mi? Bu nasıl bir kin ve nefret, nasıl bir adlandırma? Bir dakika bile sürmeyen bir olayı nasıl da çarpıtıp gerçek içeriğinden uzaklaştırıp özünü boşaltmaya çalıştılar. Burada Almanya’nın resmi anlamdaki tavrı da iki yüzlüydü. Her fırsatta basın özgürlüğünden söz eden Merkel'in gözleri önünde itile-kalkıla dışarı atıldım. Bunu da burada kınıyorum, Erdoğan’ın en zor günlerinde Merkel onu ziyaret ederek destek vermiştir. Basın toplantısındaki yaşanan rezalete sessiz kalması gibi.

Erdoğan-Merkel görüşmesindeki düzenlenen basın toplantısında Can Dündar gündem oldu. Ona ilişkin sorular soruldu. Ama nedense Can Dündar’ı gündem yapan ve hayatının alt üst olmasına neden olan olay yani MİT’in tırlar dolusu silahları radikal cihatçılara hediye ettikleri Alman basınında gündem dahi olmadı? Bir babayiğit çıkıpta silah verdiniz mi diye sormaya cesaret etmedi...

Biraz detayına ineyim mevzunun. Bu tişörtlü resim çekme bir gün öncesinde yavaş yavaş kafamda yer etmeye başladı. Neden diye soracak olursanız Can Dündar’ın akreditesi olmasına rağmen Alman hükümeti iki Alman gazeteci aracılığıyla düpedüz “lütfen toplantıya gelme” şeklinde bir 'tavsiyede' bulunuyor. Erdoğan ise o gelirse toplantıyı iptal ederiz diyor. Merkel yanına ondan fazla bakanıyla gelen Erdoğan’ı boş geri göndermek istemiyor. Nihayetinde Can Dündar bu ülkede misafir. Ertesi günü yapılacak basın toplantısına katılmayacağı bir gün önce netleşlmişti. Erdoğan'ın mülteciler konusunda Almanya'ya senelerdir yaptığı 'sınır kapılarını açarım' şantajı bu kez başkent Berlin'in göbeğinde Can Dündar gelirse toplantıyı 'boykot ederim' şeklinde Merkel'in gözlerine bakılarak yapılmaktaydı.

Kendimce düşündüm....Bu başlı başına bir skandal aslında. Basın özgürlüğüne yapılan dışarıdan bir müdahale. Bir fotokopi dükkanına gittim. Üzerine “Gazetecilere Özgürlük-Pressefreiheit für Journalisten in der Türkei” yazan bir tişört hazırladım. Toplantıda daha önceki yıllarda da olduğu üzere eğer soru soramazsam bu dayatmacı, zorba, tavrı teşhir etmek istedim.

Peki o zaman direk sorayım, zira bu konuda az da olsa bazı çevrelerce suçlamalar, iddialar, karalamalar, dezenformasyon var: Adil Yiğit şov yapmak, magazin olmak veya gündemde olmak için mi bu böylesi bir protesto girişiminde bulundu ....

Avrupa veya dünya basınında bu türden tek kelime haber çıkmadı. Bunları ve daha ötesini Türkçe yazanların seviyesi açığa çıkmaktadır. Benim gündemde olmak için hiçbir nedenim yoktur. Türkiye'de son beş yıldır yaşananlar kendisine insanım diyen herkesin sorumluluk ve duyarlılıklarını hatırlatmaya yeter. Hedef açık iken beni suçlama ve karalamayı kafasına koyanlar olsa olsa saraydan veya onların çevresinden beslenenlerdir. Buda onların ne kadar önyargılı ve gerçekliklerden uzak olduklarını gösterir. Bunu söyleyenler kendi ceplerindeki aynaya bir baksınlar yeter. Ben dediğim gibi aslında sembolik bir tavır koymak, kamuoyunun dikkatlerini baskı altındaki gazetecilere çekmek istedim. Gazetecilerin Türkiye’de hangi koşullar altında yaşadıklarına, neden keyfi olarak tutuklandıklarına, neden alternatif basının dışında kimselerin bu yasak kapsamında olmadığına “Gazetecilere Özgürlük“ tişörtü ile resim çekerek dikkat çekmek istedim. Bu da benim o tutsak gezetecilerle, kapatılan medya ve yayın organlarıyla dayanışmamdan başka bir şey değil. Gerçekleri, çarpıtamazlar her şey dünya kamuoyunun gözü önünde oldu.

Erdoğan düpedüz şantaj yaparak kapıları açıp mültecileri Almanya’ya ve Avrupa’ya göndereceği yönünde açıklamalarda bulundu. Hepsi arşivlerde var, açılsın bakılsın. Merkel bu şantaja boyun eğdi tam altı defa Türkiye’ye Erdoğan’ı yumuşatmaya gitti. Kalkıp heyetle Berlin geldiler, bu defa da bir meslektaşımızın basın toplantısına gelmemesi yönünde yine bir şantaj yaptılar. Merkel ve ekibi yine buna da boyun eğdi. Ben ayrıca bu olayla bu ve daha kamuoyunun bilmediği kimbilir nice kirli ilişkilere dikkat çekmek ve kabullenilemez olduğunu sessiz bir şekilde göstermek istedim. Hepsi bu. Bunun neresi magazin, neresi şov? Olayın özünü çarpıtıp gerçekleri bu defa da kamuoyunu aptal yerine koymaya çalışarak vermeyi bıraksınlar. Sıra yarın bir gün onlara da gelir, tükürdükleri kabı yalamak zorunda kalırlar. Soruyorum mesleki dayanışmadan ne anlıyorlar? İnsan haklarına saygısı olan, basın özgürlüğüne, hatta kendisine saygısı olan bu türden ifadeler kullanmaz.

MUHALİF BASINA SÖZ HAKKI VERİLMEYECEĞİ BELLİ OLMUŞTU

Toplantı başlamadan önce verilen bilgiler 2+2 kuralının uygulanacağı yönündeydi. Yani bu şu demek, iki Alman ve iki Türkiyeli gazeteci ancak soru sorabilecekler. Ben daha önce iki defa Erdoğan’ın, iki defa da Davutoğlu’nun Alman Başbakanlık Basın toplantılarına katıldım. 28 Eylül 2018’deki bu toplantıda da her zaman yaptığım gibi soru sormak istedim. Toplantı öncesi parmak kaldırdım ve bugün nihayet soru sorup soramayacağımı basın sözcüsüne sordum. O da bu 2+2 kuralından bahsetti. Ben de o soruları soranları kimlerin belirlediğini öğrenmek istedim. Türkiye’nin iki gazeteciyi belirleyeceğini, Alman Başbakanlığı’nın da iki Alman gazeteciyi belirleyeceğini açıkladılar. Ben de muhalif basına yine söz hakkı yok desenize, diye sordum. Basın sözcüsü çaresizce başını yana eğdi.

Toplantı başlayınca ben yine de şansımı deneyip 3-4 defa parmak kaldırdım soru sorabilmek için. Tabi görmezden geldiler. Eğer bana soru sormama izin verilseydi ben kazağımı çıkartıp üzerimdeki tişörtle resim çekmeyecektim. Gezetecilere ajan, terörist gibi yakıştırmalarda bulunanların direk gözlerinin içine bakıp soru sormak istedim...Olmayınca bana başka seçenek kalmadı...

İçeride kalsaydın, dahası soru sorma olanağın olsaydı sen hangi soruları soracaktın? Kafanda soru hazırlamış mıydın?

Elbette ki. Yoksa Hamburg'dan kalkıp Berlin'e neden gidilir ki? Erdoğan'a sorum şu olacaktı: Siz son dört ay öncesine kadar “Ey Almanya, Hollanda, Avrupa” diye suçlayıcı kelimelerle seslenerek bu ülkelere Nazi benzetmesinde bulunuyordunuz. Almanya’yı ve Avrupa’yı ırkçılıkla suçladınız. Türkiye toplumunu kutuplaştırmayı, her türlü atmosferi zehirlemeyi taa buralara kadar getirmeyi başardınız. Tüm bunlara rağmen Almanya yine de sizi ABD Başkanı Trump gibi kırmızı halıyla karşıladı. Bu kaba ve yakışık almayan sözlerinizle yüzleştiniz mi, pişmanlık duyuyor musunuz? Keşke söylemeseydim bu suçlayıcı sözleri diye düşünüyor musunuz?

İkinci olarak neden gazetecilere ajan, terörist, vatan hani gibi suçlamalarda bulunuyorsunuz? Can Dündar örneğindeki MİT tırları haberinde, yayınlanan o fotoğrafları jandarma çekmiş. O da bunu haber yapmış. Dünyanın her yerinde objektif habercilk anlayışındaki bir gazetecinin yapması gerektiğini yapıp mesleki sorumluluğunu yerine getirmiş. Onu neden böyle gerçek dışı çirkin bir ithamla 'vatan haini' şeklinde suçluyorsunuz, bunu bize açıklar mısınız? Doğru habercilik ne zamandan beri teröristlik oluyor, gazeteciliğe yeni tanımlar mı getiriyorsunuz?

Bu soruları soramadım. Artık soramayacağım kesinleşince de sessizce kazağımı çıkarttım. Belki bir iki poz ya çektim ya çekmedim. Bu tavrım keyiflerini kaçırdı, o rahat tavırlarını bozdu. Hatta Erdoğan Merkel'e bakarak biran sırıtmaya başladı. Gerisi malum... Salon dışında da benimle röportaj veya haber yapmak isteyen gazeteciler ile arama engel olunarak duvar örüldü. Akredite eden bölüm görevlisinin itirazına rağmen güvenlik görevlileri kaba davranışlarına devam etti. Bu tavrı da basın özgürlüğüne vurulmuş bir darbe olduğu için kınıyorum.

Yıllarca HTBB (Hamburg Türk Basın Birliği) üyesiydiniz. Kendi yaptıkları kahvaltıları dahi haber yapan bu göçmen gazeteciler, siz bir tek Alman ve Türkiye değil, dünyanın belli başlı saygın medya organlarında manşet olurkenki tavırları sizi ve aksiyonunuzu görmezden gelmek oldu? Oysa tatil dönemi de bitmişti diyebiliriz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bir kere hemen düzelteyim ben sadece üye değil aynı zamanda kurucu üyelerdendim. Yönetim Kurulu üyeliği ve II. Başkanlık görevlerim oldu. O ilk kuruluş dönemlerinde ben devamlı ve kararlı bir tutarlılıkla bu meslektaşlarıma hep bağımsız bir çizgimizin olması gerektiğinden bahsettim ve bu fikirlerimi hep savundum. Bir bayrak altında değil de doğru habercilik anlayışı mantığı altında bir araya gelelim dedik. Ben arkadaşlarla tanıştığımda bir oluşum vardı ama henüz daha dernekleşmemişti. Konuya yönelik neden haber yapmamaları onların gazeteciliklerini ve siyasal çizgilerini göstermektedir. Yoruma gerek duymuyorum.

Niye özel savaş çığırtkanlığı yapan sivil toplum kuruluşları gibi ismi illâ da Türk? Hamburglu Gazeteciler veya Basın Birliği yetmiyor mu?

Dediğim gibi arkadaşlar benden önce bu adı saptamışlar karar kılmışlardı. O an dayatmacı olmak, isimde takılıp kalmak istemedim. Benim için önemli olan olayın mantığı, sağlıklı bir anlayışın yerleşmesi üzerinde yoğunlaşmak oldu. Yani amaç çabalarımızın içini, içeriğini doldurmaktı. Doğru habercilik anlayışını savunmaktı.

Gazetecinin vatanı, devleti olmaksızın doğru habercilik temelinde epey de yol aldık uzun bir süre. Ne Türkiye’nin, ne de Almanya’nın devlet politikalarına yaslanmaksızın devam ettik. Taa ki Hamburg Konsolosluğu’nun dışarıdan direktiflerle müdahil olmaya ve böylelikle mevcut yapının bozulmaya başlamasına kadar devam ettik. Dünyanın hiçbir yerinde benzeri yok. Yeni yönetim seçiliyor, ilk gerçekleştirilen ziyaret konsolosluk... Hiçbir Alman gazeteci kuruluşu veya Hamburg'daki Belediye Başkanı vb. yeri ziyaret etmekten nedense adeta kaçan tipik bir Ankara hükümeti destekli lobi kuruluşu gibi bir tablo var karşımızda.

Belki icazet alma ihtiyaçları vardır, bunun hasretini duyuyorlardır...

Kapalı kapılar arkasında artık neler konuşuluyor tahmin edersiniz. Yalnız değinmeden geçemeyeceğim. Genel lobi faaliyetlerine bu hükümetin son 5 yıldır ayrı bir ilgisi var. Demokratik kitle örgütlerine, sivil savunma kuruluşlarına hep aynı mantıkla yaklaşıyorlar: Kendilerinin arka bahçesi gibi kullanmak. Kendi çıkarları ve siyasi hedefleri doğrultusunda düpedüz kullanmak. Neden HTBB gibi bir kuruluşu yalnız bıraksınlar? Ona da el attılar. Kendi içimizdeki kurumsal tartışmalarda hep aslında bu farklı zihniyetlerin tartışmalarını yaşadık. Son zamanlarda da bırakın Almanya'yı, Türkiye'yi karış karış 'turistik' geziye başladılar. Bir yıl önceden ertesi yıl hangi şehirde gezi olacak onu planlıyorlar. İnsan hakları ihlali konusunda tek satır açıklama yapmaktan korkuyorlar.

Beni bu olayla ilgili arayıp soran da olmadı. Spor yazarı bir arkadaş geçmiş olsun diye aradı. Şu anki başkan resmi olarak değil ama kişisel olarak bir haber yaptı. İnsani boyutuyla dahi olsa ne bir geçmiş olsun diyen oldu ne de arayıp soran. Oysa aynı şehirde habercilik, gazetecilik yapıyoruz. Ama Alman ve duyarlı Türkçe basından sadece yerel değil Avrupa çapında büyük bir dayanışmada bulundular. Yoğun bir ilgi, telefon ve mail trafiği yaşadım, yaşıyorum.

Ben HTBB’den yaklaşık iki yıl önce istifa etmiştim. Bu olay ve karşılaştığım tavırlar da istifamın tescili oldu. Demek ki gerekçelerim yerindeymiş; doğruyu, gerçekleri benimsemek yerine ilgisiz, duyarsız bir gazetecilik anlayışına sahip olmayı, Türkiye’nin arka bahçesi olduğumuzu bir kez daha yaşayarak tanık oldum. Bu anlamda HTBB ne yazık ki doğru habercilikten öte resmi bir devlet gazeteciliği yapıyor.

Hemen bu bağlamda sormak istiyorum, göçmen gazeteciliğinin kalitesi hakkında neler düşünüyorsunuz? Gazeteciliğin evrensel kuralları göçmen gazeteciliğinin bazen yakınına dahi uğramıyor. Ahbap çavuş ilişkileri, küsmece, kıskançlıklar, hepsinden önemlisi gazeteciliğin altın kurallarından 5N1K neredeyse hemen hiç kullanılmıyor. Bu konuda neler diyebilirsiniz?

Göçmen basınında da birden çok, birbirinden değişik kategoriler var, oldukça heterojen bir yapı karşımızdaki. Kamuoyunda reklam ağırlıklı gazetecilik ile “Örgüt gazeteciliği” şeklinde ifade edilen bir gazetecilik var. Öte yandan salt Kürt gündemi ile ilgili gazetecilik anlayışı var. Yine Avrupa'da yaşamalarına rağmen, her nefes alışlarında özel Türkiye vurgusu yapma ihtiyacı duyan katı milliyetçi, ulusalcı gazetecilik anlayışı var. Kısacası yaşadığımız ülkelerdeki gerçeklerden kopuk, toplumsal sorunlara pek yer vermeyen Türkiye merkezli gazetecilik anlayışı ağırlıkta. Var da var diyebiliriz. Ben kendimi farklı bir kategoride görüyorum. Şöyle anlatayım: Bir kere Türkiye’yi ilgilendiren haberleri en iyi memleketteki gazeteciler yapar. Ne yazık ki bu devlet baskılarından dolayı engelleniyor. Almanya’yı ise Almanya'da yaşayan gazeteciler. Benim anlayışıma göre ise, buralı göçmen gazeteciler buradaki gerçekliklerle memleketteki yaşanılan gerçeklikleri harmanlayarak ve havuz medyasına meydanı bırakmayarak doğru bir şekilde habercilik yapmalıyız. Bunun kolay olmadığı açıktır. Bunun için önce maddi bir birikinti şarttır. Biz ise kendi yağımızla kavrulmaktayız. Öte yandan habercilik emek ister, sabır ister, fedakarlık ister. Haberi kaynağından öğrenmek, nedenleri ve sonuçlarını objektif ve yorumsuz ifade edebilmek, kopyala yapıştır gazeteciliği şeklinde ifade edilen gazeteciliğe benzemez. Bu konuda panel, toplantı veya eğitim seminerleri ile gelecek nesillere yol gösterebilmek çok önemlidir. Yaşadığımız ülkelerdeki gazeteci dernek ve mesleki kuruluşlar ile yakın ilişki şarttır. Global dünyada kendine yontan, dünya gerçeklerinden uzak gazeteci tipi savunulamaz.

Dikkat edilirse Türkiye'de nerede muhalif bir ses, soluk varsa yok etmek, kısmak, susturmak, bunu gerçekleştiremezler ise daraltıp etkisiz hale getirmek, marjinalleştirmek istiyorlar. Göçmen gazeteciliğine bu anlamda önemli görevler ve sorumluluklar düşüyor. Biz “Avrupa Postası” olarak yaşadığımız ülkenin gerçekliklerine bağlı kalarak Türkiye’de olup bitenleri, böylelikle iki ülkenin de gerçekliklerini objektif bir şekilde kamu oyuna sunuyoruz. Bu yüzden de dikkatle takip ediliyoruz. İçiçe geçmiş bir anlayışla haberleri aktarırsak, yani sadece buranın veya memleketin haberlerini vererek değil, ikisinin birden haberciliğini yaparsak hem kaliteyi yükseltmiş oluruz, hem de göçmen gazeteciliği bağlamında kalıcı oluruz. Bir süredir köşe yazarı dostlarımızın katıldığı kitap tanıtımı şeklinde paneller ile okurlarımızla buluşmaktayız. Önümüzdeki süreçte daha farklı etkinliklere yer vereceğiz.

Türkiye gerçekliği gündemi ile ilgili haberlerimiz belki bu dönem biraz daha öne çıkmış gibi ama bu geçici bir sorun. Yaşanan gerçeklikler ile ilgili bir durumdur, perspektifimizde bir değişiklik yok. Çokca söylenildiği gibi biz kendi yağımızla kavruluyoruz. Bu güç ve kararlılıkla haberlerimizi ve yayıncılığımızı yapıyoruz. Birilerine yaranmak, yaslanmak gibi bir mantığımız yok. Neyse halimiz biz ortadayız. Duruşumuz net ve belirgin.

Teşekkür ederim.

15.10.2018