Kent, vahşi doğa şartları karşısında boyun eğmek yerine, kendi yaşam kalitesini kendi iradesiyle yükseltmek isteyen insanın kolektif ürünüdür. Ne pahasına olursa olsun doğaya hakim olma güdüsünün giderek artarak, doğanın kendisini yenileme kapasitesinin üstünde bir hızla doğayı tahrip etmesi, hatta yok etmesi gerçeğinin günümüz dünyasında bilimsel, felsefi ve siyasal düzeyde farkına varılması ise, doğayla savaş yerine, doğaya uyum sağlamanın önemini ortaya çıkartmıştır.
Marx’ın “kültür, doğanın yarattıklarına karşı, insanoğlunun yarattığı her şeydir” tanımından hareket edersek, kentin kendisi de kültürdür. Kent, bir yerde toplumsal kültürün, kent kültürünün cisimleşmiş halidir. Osmanlı kültürel ürünlerine, İstanbul’a ve kentteki yaşam tarzına baktığımızda ise, doğanın alt edilmesi gereken değil, taklit edilmesi gereken bir değer olarak kabul edildiğini görürüz.
Sanat tarihçisi Prof. Jale Erzen, “Osmanlı ve Estetik” adlı makalesinde, Osmanlı’daki incelmiş ve arı estetik anlayışını ve bunu geliştiren etmenleri ele alır. Osmanlı değer yargısına göre, insan, doğanın şuurudur ve insanın dünyadaki varlık nedeni de, ‘yaratılışa hayran olmak ve bunu ifade etmek’ içindir. Erzen (1999), bu durumu şöyle ifade eder:
“Taklid ederek ya da süsleyerek dünyanın güzelliğine karşı hayranlığı arttırmayı amaçlayan bu kültürde YENİYİ YARATMAK gibi bir kaygı ve istek yoktu. Tamamen Allah’a aid olan alemde, zaman sadece spiraller şeklinde ve döngü içinde düşünüldüğünden geleceğe doğru bir hareket ve yeninin eskiden daha önemli olduğu düşünü¬lemezdi. Tarih, bugünün kültür yazınındaki gibi algılanmıyordu. Bu süreç ilerleyen bir çizgi olmaktan çok, bir değer ya da inanç etrafında, onu eklemlendirerek yineleyen bir zaman spirali idi. Doğanın engin şemasına aid olan zaman, Osmanlı hanedanı onun üstünde öykülerini kay¬dettikçe tarih oluyordu. İnsanın dünyaya yeni ya da özgün bir şey suna¬bileceği düşüncesi ve inancı aydınlanma ile gelişen bir şeydir.”
Yalnızca Osmanlı da değil, Ortaçağ toplumları, bir çok kültür uzmanına göre en ileri estetik toplumlardı. Ortaçağ karanlığı diye yaygın biçimde karalanan dönem için geçerli olan bu durum, aslında şaşırtıcı olmamalıdır. Zira, Rönesanstan önceki Osmanlı ve Avrupa’da insanoğlunun bütün üretimleri biçim ve anlam esinlerini (veya referanslarını) doğadan; mükemmel bir estetik ve muhteşem çeşitlilik sunan doğadan almaktaydı. Sanayi dönemi ve modernleşme ile birlikte çeşitlilikleri, kültürel farklılıkları sürekli ortadan kaldıran, kültürel kimlikleri yok eden bir standartlaşma ve doğadan hayranlıkla esinlenmek ve doğaya uymak yerine, doğayı sadece hammadde olarak kullanarak üretim ve tüketim kibiri yükselmiştir.
Osmanlı;dan önceki Türk devleti olan Selçuk mimarisinden başlayarak, Anadolu’daki yapıların, her zaman topografyaya, suya, iklime uyum sağlayacak şekilde uygulanmış olması, mimarlık sanatında doğaya uyum sağlama eğiliminin ispatıdır. Ayrıca, diğer İslam ülkeleri ve Batı mimarisinde insanın ve devletin gücünün abartılı biçimde simgeleştirildiği büyük ölçekteki yapılara Osmanlı kentlerinde itibar edilmez. Bunun yerine, Osmanlı’da tevazu, çok ince bir beğeni ve abartısız ölçü sunan mimari yapılar hakimdir. İnsan yapısının doğanın estetiğini bastırmaması ve bozmaması hedeflenmektedir.
Osmanlıların ağaca veya suya verdikleri öneme baktığımızda, ihtiyacı karşılayan bir kullanım değeri taşımalarının ötesinde, estetik ve manevi kaygıların güçlü olduğunu görmekteyiz.
Osmanlılar, İstanbul’a ağaç dikerken, tepelere üstü kubbemsi fıstık çamlarını, yamaçlara servi gibi uzun boylu ağaçları, iskele ve meydanlara da çınarları dikmişlerdir. Bunun ilk nedeni, tepelerin estetik güzelliğini korumak, ikincisi erozyonu önlemek, üçüncüsü ise çevresinde insanları biriktirmek içindi. Bugün dahi, özellikle Boğaziçi köylerinin vapur iskelelerinde sıklıkla asırlık çınarlara rastlanması bundan dolayıdır (Pala,2008).
Le Corbusier 1911-1912 yıllarında geldiği İstanbul için şunları söylemiştir:
Eğer New York’u İstanbul ile kıyaslayacak olursak New York’un bir taş ocağı, İstanbul’un ise bir yeryüzü cenneti olduğunu söyleyebiliriz. Bir Türk Atasözü der ki: “Kişi, bina yaptığı yere ağaç diker.” Biz ise onları söküyoruz! İstanbul bir meyve bahçesidir: bizim kentlerimiz ise taş ocakları! (Armağan,2007)
Osmanlı’da doğaya ve ağaca duyulan saygı ve onları insancıllaştıran şekillendirmelerden kaçınarak, olabildiğince serbest bırakma gayreti, Osmanlı’nın İslam öncesine dayanan geleneklerinden ve Asya’dan getirdiği bir değer olmalıdır.
XI. yüzyılda, İslamın yaygın olarak kabul edilmesine kadar yüzlerce yıl boyunca, Şamanizm, özellikle göçebe Türk toplumlarında hakim olan inançtı. Doğaya korkuyla karışık bir saygı duyan Asya Şamanizm’inde, ‘Evren’ canlı bir organizma olarak görülmüştür ve hayatın tükenmemesinin sırrı, Evren’in kendini ritmik ve sürekli bir şekilde yenilemesine bağlanmıştır. Evren’in kendini yeniden diriltme yeteneği, simgesel olarak ağacın hayatıyla ifade edilmiştir. Ağaç simgesi, aynı zamanda hayatı, gençliği, ölümsüzlüğü, bilgeliği, doğurganlığı ifade etmek için de kullanılmıştır (Özgür,2006).
Osmanlı toplumunda suyun manevi değeri de, ağaç gibi büyüktür. Kur’an-ı kerim’de geçtiği üzere her türlü hayat suda başlar, su sayesinde devam eder ve su ile noktalanır. Su, hiçbir zaman yok olmaz. Bir nevi su, bu fani dünyada ölümsüzlüğün sembolüdür. Bu yüzden, ilk Osmanlı padişahlarının minyatürlerinde tahtın yanında muhakkak bir çeşme veya kaynak suyu görülür.
Türkçede çeşme “göz” anlamındadır. Tabiatın dünyaya bakan gözüdür çeşmeler. Bu durumda akan su da, tabiatın gözyaşları olacaktır. Eski kentler, çeşmelerle doludur. Şair Nihad Sami Banarlı, çeşmelerimiz için, “Osmanlı mimarlarının suya mermerle yazdıkları kasidelerdir” demektedir.
Kent ve doğa ile kurulan bağda manevi değerler kadar, maddi nedenler de akla gelmelidir. Örneğin sadece otomobilin henüz icat edilmemiş olması bile, doğayla bağı güçlü tutan önemli bir etkendi. Yaya olarak veya at arabası ile kentin mekanlarından anlık, özensiz ve hızla geçmek imkansızlaşıyordu. Modernizmin mekan ve zaman ayrımını değersizleştiren, modern zamana ait ‘Hız’ faktörü henüz yoktu. Her gün aynı yerlerden yürünürken aşina olunan, her gün görülen sosyal ve fiziki çevreye, o mekanın ağacına, sokağında yaşayan hayvanına, çeşmesine ister istemez kişi yüreği ile de bağlanır; adeta bir tanıdık, bir dost haline gelirdi.
Kent kültüründe doğa ve estetik anlayışını, bunun kaynaklarını, olumlu ve olumsuz yöndeki gelişim sürecini değerlendirmek için bu yazı elbette yeterli değildir. Kültürün birbirini farklı düzeylerde etkileyen bütün öğelerini ele alması zaten hedeflenmemiştir. Bu yazı ile yalnızca o tarihsel dönemin bazı boyutlarına uzaktan bir ışık tutulmak istenmiştir.
ARMAGAN, Mustafa, (1999). "Osmanlı Kentine Kavramsal Bir Yaklaşım", Osmanlı, C 5, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 536-544.
ERZEN, Jale N., “Osmanlı Estetiği”, Osmanlı Dergisi, Ankara, 1999, c.10, s.39-48.
ÖZGÜR, Sema, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Şamanizm ve Can Göknil’in Yapıtlarındaki İzdüşümleri, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı, İstanbul, 2006.
PALA, İskender, Ağaçların Gölgesinde Bir kent, 17 Aralık 2008.