Türkiye’deki »taksici-Uber« ihtilafı bir yandan genel anlamıyla ulaşım sorununu, taksi plakalarındaki müthiş rantları, mafyavari ilişkileri ve sömürüyü gün yüzüne çıkartırken, diğer yandan teknolojik gelişmenin artan hızını, yaratılan yenilikleri ve bunların gündelik yaşama olan etkilerini ifşa ediyor. Bilhassa kentli modern kesimlerin Uber’i tercih ettikleri görülüyor. Bu kesimler hükümetlerin (salt Türkiye’de değil) Uber’e karşı tavır aldıklarında, »teknolojik innovasyon« olarak gördükleri Uber’i hararetle savunduklarına tanık oluyoruz. Ne dersiniz, haklılar mı? Hadi bunun arka planına bir bakalım.
2009’da New York’ta kurulan Uber basit bir sistemle, internet sitesi ve akıllı telefon uygulamaları üzerinden araç paylaşımını örgütlüyor. Yani bir müşteri ile bir araç sahibi arasında ilişki kuruyor, mesafeye ilişkin bir ücret belirliyor, ücretin ödenmesine aracılık ediyor ve ücret üzerinden komisyon alıyor. Görünürde alan-veren memnun.
Tek bir taksiye sahip olmayan Uber teknolojik innovasyonu sayesinde 70 ülkede »hizmet« veren ve (2017’de) 70 milyar Dolar değerindeki dünya tekeli hâline geldi. Ancak innovasyonu yıkıcı bir yenilik. Çünkü, birincisi, Uber sürücüleri hiç bir hakka ve güvenceye sahip değiller ve tüm riskleri kendileri taşıyorlar. İkincisi, Uber hiç bir ülkenin yasalarına uymuyor ve vergi bildirimi yapmıyor. Paraları vergi cennetlerinde kurduğu sayısız şirket üzerinden dağıtıyor. Üçüncüsü enformel sektörü yaygınlaştırıyor ve sürücü ile müşteriyi otomatik kontrol sistemiyle gözlemleyerek, alışkanlıklar üzerine yeni algoritmalar geliştiriyor. Ve bununla bağlantılı olarak, dördüncüsü, toplumsal tüketim ve kullanım alışkanlıklarının daha yoğun biçimde sermaye birikim süreçlerinin boyunduruğu altına sokulmasını sağlıyor.
Diğer taraftan ise ulaşımda dünya çapında bir tekelleşme sürecini hızlandırıyor. Şöyle ki; Uber mesafe ücretini belirli bir süre için sübvanse ediyor. Sübvansiyon uluslararası yatırım tekellerinin kaynaklarından finanse ediliyor. Grev veya doğal felaket gibi durumlarda ulaşım aksayınca, ücretler üç–dört katına çıkartılıyor, ama buna rağmen Uber 2016’da 3 milyar, 2017’de de 4,5 milyar Dolar zarar yapıyor.
Tekelleşme süreci salt malî spekülatörlerin değil, otomotiv tekellerinin de ilgi odağında. Örneğin Daimler kendisine ait »MyTaxi« uygulaması üzerinden taksi çağıranların ödediği ücretin yarısını finanse ederken, VW yeni kurduğu »Moia« adlı şirketin 230 bin minibüsle dolmuşçuluğa başlamasını sağlıyor. Nihâyetinde mesafe ücretleri ve sübvansiyonlar üzerinden rekabet kontrol altına alınıyor ve kısa vadeli bilanço zararlarına rağmen uzun vadeli kâr olanakları sağlayacak olan tekelleşme sürecine giriliyor.
»Uberizasyon« olarak adlandırılan bu gelişme sadece ulaşım alanında yaygınlaştırılmıyor tabii ki. Alışverişten, yemek siparişine, neredeyse her tüketim alanında »paylaşım ekonomisi« tanımlamasıyla şirinleştirilen tekelleşme süreçleri dünya çapında geliştiriliyor. »Talep üzerine işçilik« gibi kavramları dolaşıma sokan bu süreçler, özünde bir yenilik değil, emek sömürüsünün daha güvencesiz ortamda daha yoğunlaştırılmasının ve neoliberal çılgınlığa toplumsal rıza üretmenin başka bir biçimidir. Yoksa siz uluslararası sermaye gruplarının hayır işleri yaptığını mı düşünüyorsunuz?
4 Ağustos 2018